mukaddime-ötekiler

yazan:

  • 7 dakikalık bir metin-

mukaddime

var olmanın sakıncaları

dünya bir piyes ve sana verilen rolü en iyi oynamak, vazifen. prens rolünü alamadığına üzülme. köle rolünü öyle bir oyna ki perdeler kapandığında ayakta alkışlayalım.

değiştirebileceğin şeyler için hayıflan, diz döv. değiştiremeyeceğin şeyler için zerre miskal acı çekme.

aileni kaybettiğinde bile ağlama çünkü onlar da tıpkı bedenin gibi, senin değiller; sahiplenme. “güzel bir atım var.” diye övünme. ancak sen güzel bir atsan övün!

epictetus’tan aldım bu üç altın nasihati. tek şey yaşanmaya değerdir: hakikat. o ki kimse net görememiş ve görenler de kekeme kalmıştır. ve hakikat göreceli değildir doğrular gibi. ona hasret geçen yıllarda, ışığın şehvetlisi başka zümreler de fark edersiniz. ilk başa elçileri koyarsak; hemen arka öbekte deliler, şairler, sanatçılar (zarifler) bulunur. üçüncü öbekte filozoflar (arifler), dördüncü öbekte bilginler (alimler) bulunur. başka pınarların suyuna talip olan trilyonluk kaba posa da geriye kalan insan ırkıdır.

bir iki dedikodu ve bir iki suni heyecan ve telaş ve sonsuza kadar mutlu olanların yazılı cümbüşünde, bu hakikat hasreti de ne ola ki? değil mi? roman dediğin nedir? biz bir felsefe kitabına mı rast geldik?

meselesiz kafatasları ile aynı araç, bir mecmua yazısı da olabilir, pekâlâ. bıçak ki ekmek de kesersin, adam da. biz adam kesenlerdeniz. nietzsche, yüz elli yıl önce şunu demiş: “felsefeyi tehlikeli hale getireceğiz!”. işte ben de bugün romanı silahlandırıyorum. yüzyıllardır uysal, evcil, şirin olan romanı.

iki kelime var ağızlarda. ikinci el bir sakız misali gevelenip duruyor ki kendileri keman virtüözü olmak kadar nadirattan iki eylemdir: âşık olmak ve düşünmek. kartpostaldan ateşi tanımaya alışkın bir güruh vardır. hakkında yazılmış onca şeye rağmen o gizemli meşhurluğunu hiç kaybetmemiş kalp virüsü olan aşk, aklıyla övünenlerin işi değildir. gelince dönüştürür ve olunmaz, maruz kalınır. ölüm gibi… düşünmek fiili de nadirattandır. gerçekten düşünebilmek, çetin iştir ve çırılçıplak, bir buzdağına tırmanmaya benzer. ve orada yaşamaya… düşünme üzerine düşünmeye de “felsefe” diyoruz. bal kavanozunu dıştan yalayan malumatfuruşlar bunun hakkında da çok çene yorarlar.

şunu belirtmek lazım ki gerçek bir aşk veya düşünmek işi cinnetle sınır komşusudur. şen şakrak takım elbiselilerin öğle yemeğinde konuşacağı mesele değildir. parmağını ısırmış, saçlarını yolmuşlar vardır. gece uykusu kaçmışlar, kaldırımdaki yalnızlar… işte onlar bilir bunu. çileyi bilmekle çekmek arasında fark vardır. şair rimbaud dehşetle şunu der: “bir tasvir daha yaparsam çıldıracağım! susun!”

çocukluğumdan beri sevgi yerine nefret ile motive oldum bir şeylere. çok daha güçlü bir duyguydu. bunu bana öğreten çok şey oldu ama “akıllı” olmak, “gerçekçi” olmak eylemlerinden tiksinmek kaldı geriye. çünkü en kutsi hedef olarak orası gösteriliyordu. aşkın hissettiren tek şey olan, “hayal kurma” eylemini aşağılayan on binler, kanatlarıma asılınca duyulara düştüm. hazza koşup acıdan kaçmayı en ustaca beceren bir domuz hayatı akıllılık olarak görülüyordu. sınıf atlamayı kutsallaştıran, azmış bir muhitte büyürken, sınıf putperestliği içinde olmayanlar bir nevi aptaldı, saftı. işte “gerçekçi” olmak da buydu. para! tek gerçek hedefti. sinsi bir jürinin elindeki onay kâğıdı, siz ölene kadar tatbik ettiğiniz her sürü eylemine tik atıyor, aykırılıkta linç ettiriyordu. yuhalanarak büyüdüm.

sürüden bir biçimde dışlanmış olmak ilk başta ürkütücüdür. zannediyorum düşünmek denen eylem için en besleyici yuva, gerçek bir yapayalnızlık deneyimi ile başlıyor. terk edilmek, itilmek, atılmak… bu deneyim önemli bir farkındalık veriyor insana. ailen ile sarılmışken de yalnızsın, sevgilinle öpüşürken de. canını vereceğin on arkadaşınla el eleyken, stadyumdayken ve bebeğini emzirirken… işte yapayalnızlık öyle sert ve soğuk ki bu inkâr ile geçen koca bir ömürden sonra karışışınıza geç bir yaşta çıktığında sarsıntıya uğrayabilirsiniz. belki de en iyisi çocukken oyuna alınmayan olmak. daha sonra alınsanız da ışıktan yanmış gözleriniz karanlığa alışamıyor.

yalnızlık… yani bütün dünya ile hep beraber, el ele, aynı salise ölüme gitsek, yine de yalnız ölüyoruz. niçin? çünkü yan yanayız, birlikte değil. necip fazıl’ın, “beşerî aklın zirvesi” dediği pascal’ın meşhur sözü:

“yapayalnız ölürüz!”

işte ilk farkındalıktan sonra başlayan düşünmek, ilk soğuk meyvesini ölüm farkındalığı ile veriyor. komikler komiği chaplin’in bir filmini açın. gülün. ardından da şunu düşünün: bu filmde şu an beni güldüren herkes öldü! en çok elli yıl sonra siz öleceksiniz, yüz yıl sonra da herkes… yani bugün yaşayan hiç kimse kalmayacak yüz yıl sonra dünyada. işte, bu cinnetli bela ile başa çıkmanın türlü yolları olsa da semavi dinlerin ahiret, öte dünya, haşir dediği şeyi idrak edemeyen kimileri, şu pespaye, kokmuş konağa sokuşturuyor hala bizleri: çiçek doğacaksın! ne çiçeği! o ben değilim, karbon atomlarım ki onlar devamlı çiçek oluyor zaten. çiçek bile olsam bu kokmuş yeri istemiyorum. hakikatin dünyasında kaktüs olmayı yeğlerim. en fazla elli yıl daha beklerim; hepsi bu!

beş duyuya hapis kuru eşya gölgesini hakikat sanmayınız. tikele takılmasın paçalarınız. bunun tümeli var, formu var, ötesi var, âlâsı var. platon okuyunuz, kant okuyunuz.

haşirden kaçayım derken doluya tutulan da var… mavi gezegen’e uzaktan baksanız, yalnızca çığlıklar duyarsınız. teoride bile varlığını sürdüremeyen adalete, dünyayı ağzına kadar doldurmuş kötülük ve acıya rağmen şu biberonlu çocuk masalı ile avunuyorlar: kötüler muhakkak cezasını çekiyor; bak!

hani? ben göremiyorum.

e, karma var işte!

şayet bir çizgi filmde yaşamıyorsanız, bu geçici kötülük ve acı konağı, herkesin büyük oranda “alacaklı” ayrıldığı ve kötü olmayı bir başkasına yakıştırdığı, beyin kabuğunda sülük, göz yuvasında kıymıktır. ciltler dolusu ansiklopediye eş inkâr antolojimizden bir misal: iyiyiz!

değiliz! kötüyüz! yalnız olduğumuzun, ölümlü olduğumuzun, kötü olduğumuzun farkına vardığımız an düşünebilmeye başlamışız demektir ki sonu yoktur.

işte edebiyatı, hakikate dönük gözler için bir sohbet ve savaş mecrası olarak görüyorum. müziğin sesini duymayanlardan değilseniz, kalemim raks ederken alkış tuttum; izleyiniz.

“ötekiler” için uzun bir parantez açayım… bu süreç zarfında sabırla tüm taslakları defalarca okuyan tacettin, cansu, rumeysa ve erman’ın maddi-manevi varlık (ve yokluğunu) asla yok sayamam. engin birikiminin yapıcı gücünü asla yadsıyamam. katkılarını inkâr edemem, minnetsiz kalamam. muma şaşı bakanlar iyi ki var(dı)lar. yaşasa, çağın en büyük kalemi olacakken soğuk bir tabancayı seçen merhum şair dostumun aziz hatırası, 2014’ten beri daima hançeremde girift bir düğümdür… fatih hüner’in bu şiirleri okumasını çok isterdim. bana kalemi ve fikri öğreten, ilham “estetika”sını aldığım, belki yer yer kendilerini yadsıtarak dahi olsa fişekleyen ustalarım vardır benim de… duruşta kafka ve dostoyevski’yi, fikirde nietzsche ve schopenhauer’ı, sanatta necip fazıl ve peyami safa’yı özlemle anar; us ve sezgi ufkumu açan hasan aydın, agah aydın ve bilhassa dücane cündioğlu hocalarıma da şükran ve hürmeti borç bilirim. michael haneke, andrei tarkovsky, lars von trier, gaspar noé, nuri bilge ceylan ve özellikle zeki demirkubuz gibi sinema dehalarının etkisi ise, kitaplardan bile önce, en baştadır.

eklemekte fayda var ki bu kitapta geçen görsel ve yazılı sanat ürünlerinin bir kısmı anakroniktir. yani kurgunun geçtiği dönemde mevcut olmayan bazı eserler bahse konudur.

roman boyunca sahipsiz geçen tüm aforizma, şiir ve yazılar yazara aittir. diğerleri sahiplerine.

“palyaçonun listesi” ile ölümü öldüren olduk. “şizofren”de dans edenleri deli sandık ki “ötekiler” romanı aynı dünyada geçiyor. “tereddüt” diye bir novella da espri yapacak kulak memenize.

en büyük utkum ve düşüm ise tüm bakışımı nakış nakış işleyeceğim asıl heykelim, temel duruşum olan “gri kitap”a hayat vermektir. tüm felsefemi taşıyacak, fikirlerimin tümünü korkmadan yazabildiğim o tek kitap için her şey. tüm sayıklamalarım ve ağıtlarım o ana eserim için doğum sancısıdır. o kitap, benim için bile fazla cesur olacak ama kalbimde daha uzun saklayamayacağım sırlar taşıyorum. doğuracağım. sonra neşe içinde ölebilirim. neşe… yoksa haşa, bizim huzurla işimiz olmaz.

aslında şunu belirtmek isterim ki ben bir yazar değilim. ağıtlar yakan bir sancılıyım. insana bakar, çağa bakar, dünyaya bakar ve ağlarım. kirpiklerimin tükürdüğü sular da raflara dizilir. uykumda sayıklarım; ben inlerim, sen dinlersin. yani yaptığım şey yazmak değil, yakmak eylemidir; ağıt yakmak. bu da böyle gidecektir ben tükenene kadar. yani bu tuhaf hengamede, bu kaotik ortamda, -mış gibi yazarların, karton aydınlara karıştığı bu çorbada tuzum olsun istemedim. “yazar”… tırnakların içinde nefes alamıyorum. yazar değilim, deyip sıvışıveriyorum. soğuk ellerimi hohluyor, titrek parmağımı sakinleştiriyorum, hepsi bu. nietzsche gibi, schopenhauer gibi… ama onların sesleri çok daha yanık tabi. olsun, yeter ki çektiğim acının türü aynı olsun: insan olmak ıstırabı! evet, insan olmak bir ıstıraptır. hakikate doğru baktım dostlarım. kamaştım, göremedim ama baktım.

mukaddimemi, ustaların ustası peyami safa’nın bir paragrafıyla bitireyim.

üç büyük korku bizde yoktur: sefalet, hastalık, ölüm korkusu. bu en büyük üç zaaftan kurtulduk. biz, kaldırım çocukları ve kaldırım köpekleri, insanların ve hayvanların en kuvvetlisiyiz. ölümden korkmuyoruz ki hastalıktan korkalım, hastalıktan korkmuyoruz ki sefaletten korkalım, sefaletten korkmuyoruz ki dolgun bir karın sıvanmak ihtiyacıyla hâmilerimizin önünde elpençe divan duralım ve onlara “afiyeti devletiniz nasıldır efendim?” diye soralım.

emre timur

13.1.19

*omurga 2.etik 3.estetik acı aforizma ahlak akıl anlam aşk ben bilim cemiyet değişim doğa duygu edebiyat estetik etik evrim felsefe hayat insan kitap mimesis mutluluk nietzsche psikoloji roman sanat sevgi sinema sosyoloji söyleşi sürü tekamül tin us varoluşçuluk zeka çürüme ölüm özgürlük şair şiir şizofren

“mukaddime-ötekiler” için 2 cevap

  1. […] bile 13 olduğunu söylerdi ki inandığım için değil ama bu espri hoşuma gittiği için ötekiler romanımı 13 üzerine kurdum; okuyan […]

  2. […] ki öteki olarak sürü içinde ve ötekiler içinde başka bir öteki ile bile kalabalık olmak, yalnız […]

kanaatiniz nedir?

%d blogcu bunu beğendi: