geçtiğimiz günlerde çürüme çıktı, mâlum. ismimi yazdığımda bazı sitelerde 8 farklı kitap görünüyor. ilk zamanlar bir tane kitabım varken her şey daha kolaydı ama sanırım artık bir kılavuz hazırlamanın zamanı geldi. bu bir genel başvuru kaynağı gibi olsun istiyorum okurum için.
öncelikle şunu belirteyim ki eserlerimin tamamı felsefe-psikoloji kökenli, referanslı, temalıdır. şiir de olsa öyle roman da olsa. varoluşçu ekolü benimsemiş bir yazarım. kendi yaşantımda stoacı olsam da eserlerimde varoluşçuluk öne çıkar ve öyle de devam edecek gibi görünüyor. kendi eserlerim hakkında konuşmak istemiyorum, bu kadarı çok bile. eleştirmenlik başka bir iş. o işi erbabına bırakıyorum, benim işim salt yazmak ki yapabilmekle bilmek ayrı şeylerdir. ben hiç bilen olduğumu iddia etmedim. bildiğim tek şey var: yapabildiğim. ben bir cahil değilsem de bilgi seviciyim. felsefe, edebiyat, türkçe, dilbilim, psikoloji, sosyoloji, antropoloji bilmem, yapabilirim. bilenler isim koysun. ben isim koymam, koydurturum.
şimdiye kadar üç ana kategoride toplanır yazdıklarım:
itiraf (ve yeni bir yaşamak) 2011’de yazıldı ama hiç basılmadı.
palyaçonun listesi-2015: dergi yazılarını saymazsak ilk basılı eserimdir; romandır. serüven yayınları (gece kitaplığı) bünyesinde çıkmış, tanınmamış, bilinmemiştir. sessiz bir okunma ve şaşırılma süreci geçti şizofren çıkana kadar çünkü türkçede varoluşçu edebiyat yeniydi.
şizofren-2017: tanındığım eser bu oldu, şimdiye kadar en çok okunan da. iki kere yazıldı çünkü ilk yazılan “tımarhane” isimli formu basılmadan sabote edilmişti. az kitap bünyesinde çıktı.
palyaçonun listesi-2018: tekrar gözden geçirilmiş yeni baskı az kitap’tan çıktı. başına ve sonuna eklenen birer adet sıfırıncı bölüm ile dokuz bölüme çıktı.
ötekiler-2019: hazırlığı en uzun süren kitabım oldu, az kitap’tan çıktı. böylece basılan romanlarım üç oldu. üçü de ayrıdır, seri değildir. yalnız ötekiler ile şizofren aynı evreni paylaşır.
tereddüt isimli bir novella yazdım ötekiler’in basımını müteakiben fakat henüz basılmadı.
us-2020: romanlarımda kullandığım felsefi dilin anlaşılması için felsefi görüşlerimi serimlediğim bir deneme oldu us ve roman dışı basılı ilk eserimdi. az kitap’tan çıktı.
mimesis-2021: şiirlerimin derlendiği ilk ve son eserim olarak kalacak. ileride yeni şiirlerle büyüyüp yeni baskıları verebilir fakat bu ismi koruyacak. ibk bünyesinde çıktı.
çürüme-2022: inkılâp kitabevi bünyesinde çıkan, basılan altıncı kitabım, dördüncü romanım ve en kalın romanım. söylememe gerek yok, seri değil müstakil, başka romanlarımın da devamı değil. yine inkılâp bünyesinde ardı sıra ilk üç romanım da çıkacak.
eserlerim için “edebiyatın yeni soluğu” filan diyorlar ama tamamen hatalıdır. yeni soluk, yeni bir yoldur ama taklit edilemez bir şarkı söylüyorum ben yedi yıldır. yani bu üslup benim ölümümle son bulacak. edebiyatta “sehl-i mümteni” diye bir terim vardır. taklit edilebilir ve kolay gözüken kimi metinlerin başına geçersin tıpatıpı olmadığı sürece mayası tutmaz, ruhu uymaz. form öz uyumunun ifratı yüzündendir bu biraz. o yüzden megalomanik gözüktüğünün farkındayım ama türkçede varoluşçu edebiyat benimle başladı, benimle bitecek. sonra başka şarkılar söylenecek.
bazıları bana bunu soruyor; kullandığınız öz mü yeni form mu? diyorum ki ikisi birbirinden taşar, südur eder. ikisi de yeni; bu denli iç içe olması da.
okuduğum ve yazdığım felsefe de roman için şiir de. roman olmaz novella olur, öykü olur ama o dev esere, o şah esere gözümü diktim, yazma şehvetimin neşet ettiği kaynak o bitmeyen hayaldir benim için. o çıkana kadar kağıtlara kalemle saldırmaya devam edeceğim. sonra gerisi yaşayanlara emanet.
kalemimi romanla tanıyan ve benden nicedir bir roman bekleyen okuruma müjde: artık altı çocuk annesiyim.
yeni romanım çürüme, türkiye’nin en köklü kitabevi inkılâp’ta.
bugün çürüme ön-siparişte, 25 nisan pazartesi itibarıyla da okuruyla buluşuyor.
huzurunuzu kaçırdığım ilk günden beri rahatsız etmeyen kitapları çöpe attığınızı biliyorum. yazılan kitap kesilen ağaca değsin istedim ve bu yüzden yeni romanımı kokuşmuş adalete ithaf ettim.
evet, durmak bir ölüm çeşididir. yani bir şeylerin değişmeyi durdurduğu huzurlu hayat çürümedir. ama yok olmamak için çırpınmak, acı ile güçlenmek, çığlık atmak ve hatta can çekişmek, yaşamaktır. yaşamak için geldik, çürümek için değil.
koca koca demirleri denizlerin altında, üstünde, bulutların içinde yürüten biziz. bir ufacık noktacığa bin kitabı sığdırıyor bir yanımız. bir yanımız kütüphaneleri yakıyor, hamile kadınların karnını deşiyor. vahşiyiz! doğa tarihinin hiç görmediği kadar hem de. hamam böcekleri gibi ürüyor, çekirge gibi tüketiyoruz. domuzlar gibi yaşıyor ve birbirimizi çekiştiriyoruz. bomboş çoğumuzun kafatası ve çoğumuzunki de çamurla dolu. bir de işin garibi, kendimizi en üstün filan sanıyoruz doğada. en çok bu lafa parmak ısırıyor doğa. buraya geldiğimizden beri kaç canlının soyunu tükettik belli değil. yoluna giden gergedanı boynuzu için öldürdük, fili dişi için, kürkü için foku ve zevk için kuşu! biz neyiz? dünyanın sonu!
bazen anlam acı verir, bazen de acıya anlam yüklenir ama her ikisi de çürütür.
çok fazla iyilik ve kötülük gördüm ama kötülükten korkmadığım kadar iyilikten korktum.
kötüler ve çok kötülerden korkuldu hep. onlar ki hep varlar ve hepimizin bir yanıyla uzantısıdırlar. hep biraz kötü, galebe çalınmış da olsa hin değil miyiz biz biraz?
“çok iyi” daha korkunçtur çok kötüden.
oysa ürkülmesi gereken -iyiler hadi neyse de- evlerden ırak “çok iyiler”. adı ve tırnağı üstünde onlar iyidirler ve maalesef “çok iyi”dirler. bu yüzden sinsi, bu yüzden kamufledirler. ücretsizce dert dinler, ücretsizce yardıma koşarlar. verici, paylaşımcı, fedakâr ve cefakâr. pek dost ve insan canlısı ve utandırmayıcı ve kıymayıcı. mahzun ve cömert; zamanı, kalbi ve emeği konusunda cömert. ah kırık kalp… kırık kalpli bir “çok iyi”nin vicdanına fırlattığı ajan çalışıyor mu gece gündüz?
seni kötülüklerimle düşman kılarım en çok ama iyiliklerim çoksa kölem olur çıkarsın. borçlu kalmaktan büyük kölelik mi olur?
senden gülümsemeni, dinlemeni, evini, yastığını veya nüfusunu, çevreni veya bedenini veya ruhunu isteyenin ücretini bilirsin de alırsın “iyi”liğini. ücretisz hayalet ne için bitiyor kıçının dibinde her ihtiyacın olduğunda?
dost seçerken -bu bir seçimdir, bilmiyor musun?- kötülüğünü ararım. kötülüğünü gördüğümde rahatlarım. sen insansın, zaaflarını bilmek isterim. karşımda bir melek gördüm mü kaçarım. ya deliyim ya da sen sahiden meleksin diye kaçarım. göz perdem bana lâzım. bu yüzden günahkâr dostlarla oturur kalkar, günahkârla sevap işlerim.
hem günahları bilmeyen doğruluk, iyilik, güzellik de bilmez. hayat bir diyalektik. suç işlemeyi bilmeyen nasıl bilsin sevmeyi?
arının iğnesini imâ eden sarı kılları, akrebin kocaman simsiyah bir kuyruğu var. bunlardan mı korkmalı, felç eden zehri ve sevimli bakışıyla yavaş loris’ten mi? evet, sevimlidir yavaş loris. en çok bu yüzden korkunçtur zaten.
aşk… ne çok şey, bilhassa da yanlış şey söyleniyor hakkında. mâruziyet olması hasebiyle ayrılır sevgiden. sevgi bir ölçüde tercih iken, aşk, kendisi seçendir. olanı da olunanı da. o yüzden, “dur sana âşık olayım” diye bir şey olmayacağı gibi “âşık olmaktan vazgeçtim.” diye bir şey de olmaz. ilhama benzer bir tarafı vardır ki kovulamaz/çağırılamaz. seyircisin sadece sen… olsa olsa inkâr edersin. o kadar. daha çoğuna gücün yoktur. en büyük özelliği de seçilmiş bazı yeteneklilere nasip olmasıdır. nasıl ki herkes yağlı boya tablosu yapamaz, aşk da öyledir işte. yeteneksiz kişi taklitçidir sadece. içindeki gıdıklanmaya “aşk” demek seni âşık yapmaz. gece uyutmayan, şiir yazdırtandır orijinali. eksperi bilir. elit bir zevktir.
aşk kelimesini geveleyenleri görüyor musunuz? onların bu yarım kafa bönlükleri size de yavan gelmiyor mu? yoksa siz onların gırtlaklarından fışkıran bu hırıltıyı aşk mı sanıyorsunuz?
içinde insan olan her mevzu uzundur. insan olmayan mevzuları ayaküstü hâllediveririz. fakat insanın girdiği her şeye karmaşa girer. düz bir amacı olmayandan daha tehlikeli ne olabilir. tüm amaçsallığı bir çatışma, kaos ve dualite içindeki insan nasıl da katlıdır, nasıl da sergüzeşt. iyilik-kötülük veya madde-mana ikilikleri gibi basite indirgenemeyen, ego-süper ego-id veya şeytan-nefis-ruh üçlemesi gibi çok daha kaotik üçlemelerle tanımlıyoruz ya da tanımlamaya çalışıyoruz.
işte henüz insanı tanımlamazken bir de en üst insan duygusu hakkında ileri geri konuşuyoruz.
şu ortalıkta dolaşan “aşk” kelimesi sürü tarafından en sık yapılan karıştırmadır. aşk bir kimyevi üreme bulamacı değildir. nabız artışı değildir. sempatik sinir sistemi değildir. yanağa kan yürümesi veya falancayı kafaya takmak değildir. obsesyon hiç değildir. belki biraz sürünmektir, yürümektir ama bir tarafa doğru koşmak değildir. bir istek formu değildir. insana has da değildir. karşılık şart olmadığı gibi karşılıksız olması hemen hemen şarttır. ulaşılsa da ulaşılamama hissi şarttır. şiir şarttır, şarkı şarttır, intihar tercihe bağlıdır. ilahî ve süflî diye çeşitleri yoktur; aşk tektir. kabı değişir, şerbet aynıdır. aynı şerbet aynı aşığı aynı yakar.
ilk görüş mü? görülesi olanı ilk görüşte gören ilk görüşte olur, on yıl sonra gören on yıl sonra olur; görmek için başka oluşlar da gerekebilir.
hatta meseleyi biraz ileri götürelim, aşk canlıya bile has değildir. bir şeyin, bir şey için var olmuşçasına hep o şeye doğru gitme eğilimi göstermesine aşk denir; gitme eğilimi gösterene âşık, hedefe mâşuk denir. yalnız bir şey var ki; mâşukun aşka olan aşkı, aşığın aşka olan aşkından yücedir çünkü mâşukun beklemek ve çağırmaktan başka yapabileceği bir şey yoktur. yani aşığın doğal vazifesi gitmek, mâşukun doğal vazifesi çekmektir.
yani kendisi koşanın harcadığı efor azdır koşturanın eforundan.
kavramlar arasında bile aşk vardır, bırakın cansızları. nefret aşka âşıktır. birleşti mi “hiç” çıkar ortaya, her aşk gibi… yıldız, geceye âşıktır. gece yoksa yıldız da yoktur çünkü. ölüm yaşama âşıktır. ilginç bir şekilde yaşam da ölüme âşıktır. devamlı sevişirler. onlar sevişince ölümlüler doğar ya da bir bakıma da yaşamlılar… yani biz.
küfür de imana âşıktır. sûfîler “küfr-i hakikî olmadan iman-ı hakikî olmaz” der.
cansız âşıklara örnek ay ve dünyadır. elektron da protona âşıktır mesela. kavuştuğu an ikisi de yok olur ve o vuslattan nötron doğar. şu bildiğimiz ışık da kara deliğin “olay ufku” denen noktasına âşıktır. noktalar ne âşık olunasıdır…
dönülmez akşamın ufkundayım
vakit çok geç
bu son fasıldır ey gönlüm
nasıl geçersen geç
canlılardan örnek verirsek arı, çiçeğe âşıktır. anne kartal yavrusuna âşıktır; kuş, yuvasına âşıktır. karınca dala, kraliçesine, sürüsüne, büyük resme âşıktır. yumurtadan yeni çıkan su kaplumbağası denize âşıktır. suya girmek onun için yanmaktır, vuslattır, buluşmadır. yanık doğar, suya girince yanar.
bütün âşıklar mâşuklarında tek bir şeyi görürler; ışığı. öyle ki o ışığa koşunca umarlar ve tüm olurlar. ve donuk bir resim gibi sonsuza dek sevişik kalırlar. işte ateşe uçan kelebek, yarım olduğu için ateşe uçmaktadır. tamlık içinde olduğu kanaatinde olsa oturduğu yerde oturur. tamlık erilliktir. aşk erillik değil dişillik ister. yani tam olan âşık olmaz, olamaz; yarım olan âşık olur. aşka inanmadığını söyleyen de allah’a inanmadığı söyleyen gibi tamlık illüzyonu içindedir. ve genelde aşka inanan allah’a da inanır. ve mahlûka âşık olmayı beceremeyen hâlık’a da âşık olamaz.
işte o sonsuz ışık, öylesine güçlü ışıldar ki doğrudan bakınca kör eder insanı. o ışığa gözlerini kısarak baksan bile bembeyaz bir aydınlıktan başka ötesini görmezsin ki o’nu fark etmen için o olmayan şeyler de görmelisin. bakışlarını başka yöne çevirsen o’nu hiç göremezsin. işte o olmayan şeylerle birlikte o’nu görmenin tek bir yolu vardır, o da doğru açıyla konmuş bir ayna aramak. işte o’nu ideal yansıtan aynaya bakarken aldığımız sonsuz zevkin adı aşktır, baktığımız ayna mâşuktur. yansıtan aynayı ışık kaynağı sanmaya da şirk denir.
dünyanın farklı zamanlarına, iklimlerine saçılmış hâlde ayna kırıkları var. kristal parçaları… parlayan, sönen, renk veren, ışık veren… biz bu kırıklardan bir tanesine hiç denk gelmeden ömrümüzü tüketebiliriz ki genelde olan da budur. ama çok az şanslı kişi o kristal parçasına tevafuk eder ve ona bakmaktan tinsel ve tensel bir lezzet alır. o kristali bırakmamalı. çünkü o da ölüm gibi ansızındır ve hayat gibi adaletsizdir.
aşkı katiyetle bir yetenek gibi görmeli. tam olarak doğan düzlerin “normal” ordusundan bir çıkış, bir kaçış ve aşka kucak açış… a-normal oluş… eksilmek icap eder. eksilmeyen yarısını niçin arasın? narsist olmaz âşık o yüzden. kibirlisi, tamı, erkek fıtratlısı… âşık olabilmek için erilliğin galebe çaldığı dişillik, mâşuk olabilmek içinse tersi şarttır. bazısı tepeden tırnağa erkektir. olamaz o âşık. kırklarından sonra melankoli çöker erkeğe ki testosteron da düşer. daha bir âşık fıtratlı olur. güç yitimi hayırlıdır. mutlak irade ve hâkimiyet hissi varsa, galebe çalınmış formda dahi olsa acziyet şarttır. kadınlarda da öyle. o dik duruşu, dünyanın en harika mahlûku olduğuna inanma tavrını bırakmalıdır ki mâşuk olsun. ha, âşık olunan bir obje olunur. bu ayrı. bende bu aşk hâli olduktan sonra bir soğuk kayaya da olurum âşık. marifet sende değil. senin mâşuk olabilme becerisine sahip olman için yarım olman, aciz olduğunu görmen, eksik yarını arzulaman ve bakınman icap diyor.
“kadın” kelimesini gramer kullanımı ile tekil sayarız ama ben burada felsefî/mantıksal kullanım ile tümel olarak kullanacak ve şunu iddia edeceğim; ‘güzel’ ideası yerine ‘kadın’ ideasına inandım ve lâtif olan her şeyin içerisinde kadın-lık esansı aradım. manzara güzelse kadın-sı olduğu için, bir şarkı güzelse de öyle. hatta daha ileri giderek, güzel bir kadın bile kadın-sı olduğu için, yani ‘kadın’ ideasına yakın olduğu için güzel. âşık olmanın mekanizması bile öyle nitekim. her süje, farklı bir taşıyıcı anneyi kadın ideasına benzetir ve benzettiği oranda aşkı artar. benzemez bulmaya başlarsa da başka bir kalıpta arar o’nu, yani kadın’ı. et, ruha yapışık olduğu için ayrım yapmak anlamsızdır. ortak bilinçdışımızda bir arketip olarak duran şey ‘anima’ yani o, yani kadın, yani güzellik ideasıdır vesselam.
bütün kitap boyunca bütün teorilerimi şimdi anlatacağım metafor üzerinden anlayınız ve gerçek, hakikat, insan, aşk, güzel kanaatimi bunun üzerine inşa ettiğimi ve hatta evrendeki her şeyi… evet, ileri gidiyorum ama her şeyi bununla izah edebildiğimi görünüz.
ben buna “zaviye nazariyesi” diyorum, siz “perspektif teorisi” deyin.
ressamları çağırıyoruz ve iki gruba ayırıyoruz. bir dağın karşısında resim yapan ressamlar ile bir modelin etrafında çember olmuşların yaptıkları arasında ne fark vardır? dağa bakarak yapanlarınki birbirine benzer fakat çember olan grupta, her ressam farklı görür, farklı çizer. dağcı ressamlar yer değiştirse de muhtemelen aynı eser çıkar ortaya ama objeyi çizenler sandalye değiştirse çizdikleri çöp olur. peki, hayat hangisine benzer? hakikat dağ mıdır, ortada duran bir obje mi?
yani hakikate samimi gözlerle bakıp dürüstçe anlamaya çalışan iki filozof nasıl olur da aynı akli yöntemlerle farklı neticelere varır? göreceli midir?
modeli resmeden sınıfta resme not verecek olan öğretmen sadece resme bakmamalıdır eğer âdilse. gidip öğrencinin sandalyesinden zaviyesini, açısını kontrol etmelidir. not verirken dikkat edeceği şey her sandalyeden objenin nasıl göründüğü ve öğrencinin bunu doğru çizip çizmediği. dağ resmini yapanlar için kopya kolaydır da obje etrafındakiler için sandalye sayısı kadar perspektif çıkar. evet, hayat hangisine benzer?
apaçık ki ikincisine.
dağ gibi karşımızda duran ve her bakanın aynı açıyla gördüğü bir hakikate inanmış insanlık tarih boyu ve bu inanç, aldığı darbelere rağmen hâlâ direniyor. bu hayat görüşü eskidi. yenisi geldi.
kendi terminolojimle söyleyecek olursam, “hakikat” karşında duran şeyin asıl kendisi, has varlığı ve esas duruşu. değişmeyen, dönüşmeyen, duran. “gerçek” ise bizim “hakikat”e dürüstçe baktığımızda gördüğümüz. çoğumuz belki aklı kötü kullandığımız veya ön yargılarımız veya bacon’ın dediği 4 put yüzünden “hakikat”e bakıp gerçeği göremiyoruz. gerçeği görünce de hiç benzemiyor birbirimizinki, çünkü yerlerimiz farklı.
demek ki iki şey mühim; bakanın bakışı ve yeri.
aşka tam güçle tekrar döneceğiz. güzelliği hâlledelim önce, çünkü ancak güzele âşık olunur.
“efenim ben dış güzelliğe bakmam ki.”
“neticede güzelliğe bakarsın.”
“ama herkes güzel bulmaz benim âşık olduğumu”
“sence güzel olduğu için âşık olan sensin ve âşık olduğun için onda çirkinlik göremezsin ve bunun dışı içi de olmaz. sence en güzel olan âşık olduğundur ve âşık olduğun en güzeldir.”
ismail tunalı’nın grek estetiği kitabını okuduğunuzda orada iki grubu görürsünüz. birincisi objenin kendisinde bir güzellik görüp o güzelliği göremeyene kör diyenler; ikincisi de süjenin güzel baktığı için güzel gördüğünü söyleyip objeye fazla kıymet vermeyenler.
obje, karşıda duran yani bakılan şeydir. “objektif” kelimesi oradan gelir. hep yanlış kullanılan “afaki” kelimesi de aynı anlamdadır. ufuklar anlamına gelir aslında. yani karşında öylece duran. (dağ örneğini hatırlayın.)
süje ise bakıcı olan, objeye bakan. “enfüsî” kelimesi ile eş anlamlı.
yani felsefe hep bu ikisi ile yapılır ve tartışma da bu ikisi üzerinden yarılır ikiye. efenim, güzelde mi maharet, bakanda mı? eşyanın özünde var mı bir numara yoksa bakan mı onu kalıba sokan?
kuantumda kopan tatava buydu işte.
benim o her yere burnunu sokan gri şablonumu dayıyorum buna da. diyorum ki; “etkileşim!” yani o objeye başka bir süje baksa bulmaz güzel; buna güzel bakan, başka objeye baksa çirkin der. marifet objede mi süjede mi? ikisinde birden.
karşıda duran dağ değil, demiştik, hakikat; çünkü öyle olsa her bakan aynı yapardı resmi.
ortada duran bir obje misali… benim oturduğum sandalyeden objeye baktığımda ben güzel görüyorum. başkası başka bir sandalyeden de güzel bulabilir aynı objeyi ama açısı farklı olduğu için bir nevi farklıdır sebebi.
yani çok güzel bir şey birçok kişi için çok güzeldir ama herkes için değildir. kapitalizm bu keşfi iyice istismar etmiştir. kadın bedeni üzerinden yaptığı operasyon az buz değildir. önce fast-food ile şişmanlatır, sonra zayıflık hedefi gösterir. bu sefer diyet bisküvisi ile biraz daha şişmanlatır. sonra tekrar kuruluk hedefi gösterir ve yağları cerrahi operasyon ile alır. fight club’ı izleyin, anlarsınız. iskelet, anorexia nervosa mağduru sağlıksız kadınları dergi kapaklarına basa basa bunu ideal zannetmemizi sağladı ve oranlı kadınlar bile kendilerine yapıştırılmış tuhaf hedeflerin peşinden gider oldu. hiçbir erkek özünde bu tercihte olamaz şayet iskelet fetişi içinde değilse ki bence bir çeşit ölü seviciliktir (nekrofili) ama kadınların maalesef ciddi bir çoğunluğu açlık ve ölüm sınırındaki kemikli oransızlıkları “ideal” zanneder oldu. çatalhöyük’teki kadın heykellerine filan bakın mesela, bugün obez denecek oranda şişmandır ve bu o dönemlerde bereket gibi görülürdü.
ayrıca tespitim o ki şehvet ve hiddeti zayıf erkekler, estetik duyguları da zayıf olduğu için, aşırı zayıf kadınlardan hoşlanır. hiddetli şehvetlilerin iyisi de pek olmaz çünkü bu duyguları zapt etmek zordur. iyi taraflarıysa yanlarındaki hanımı kadın gibi hissettirebilirler. mıknatısın pozitif kutbunun yaklaştığı demir gibi. o yüzden kadınlar, aşırı zayıf kadınları beğenen iyi erkekler ile tombul kadınları beğenen kötü erkekler arasında bir tercih yapmak durumunda kalırlar. genelde akılları diğerinde kalır.
her neyse…
demem o ki estetiğin dayatılan bir tarafı da var.
kristal parçaları dedik… ulvi bir ışık dedik… bazen bazı kristallerin önünden geçerken, anlık bir yanıp söner hani ve parlayıp yok olur, çünkü doğru açı tutmuştur bir an. az geri gidersin, az yana gidersin, pozisyonunu ayarlarsın da tekrar yanar hâlde görürsün kristal parçasını. adeta gözünü hedef almıştır. öylece; parlar, yanar hâldeyken izlemek istersin onu.
işte aşk budur.
bedenci/ruhçu diye de saçma bir ayrım vardır. ten/tin diye yani… aşk, hepten zevk. tenden ve tinden zevk ve zevkin kendisinden zevk ve kendisi olduğu için var olan gölgesi yani acıdan bile zevk…
“efenim, aşk huzur verir.”
“hayır zevk!”
“günah değil mi ama?”
zevke düşman olanlara bakın, “merkep” derken bile “af edersin” diyenler aynı çıkar. böyle garip tipler türemiş. ayhan ışık bıyıklı filan… bu tipler böyledir. hayvanın öz ismi önünde bir özür var! olacak iş değil! eşek neyse kedi de odur. ne farkı var? çok gülünce başına iş gelenler de bunlar işte. evlerden ırak.
çok güldüğün için değil başına bir şeyin gelmesi. zaten gelecekti, gülmüşlüğün onu hafifletti. çoğu kişinin platon’un tinsellik takıntısını bilmesi ya da katolik, çileci filan olması gerekmez, varsayılan bir kültürel kod olarak teni aşağılayıp tini yücelterek yaşar. bunu niçin yaptığını bile bilmez. zevkle ne alıp veremediğiniz var? bu çöplüğe katlanmak için bir zavallı gülüşümüz var. çok kızar nietzsche bedeni ve zevki aşağılayanlara. “vermoralisierend” diye de bir küfür uydurmuştur hatta onlar için. biz de genele bir “zevk” kelimesini kullanmaktan bile kaçınırız da “mutluluk” filan deriz. ya da o mıymıntı “huzur” kelimesini kullanırız ki yerde duran taşa toprağa yakışır kendisi. fırtınanın, çağlayanın, yıldırımın duygusu değildir huzur. tekâmülü durmuşlar evidir kendisi; ölüme yaklaşanların son durağı… hatta “huzura doğru” filan diye dini programlar vardı ve nedense kutsi, ulvî bir tarafı var gibidir o kelimenin. her an ney sesi duyacak gibi olursun. zevk deyince de gayri meşruiyet akla gelir. oysa o duyguyu kullandığınız yere bağlıdır. çocukların tepesine bombaların yağdığı bir dünyada huzurla uyumaktasın ve bebeğine sarılan bir anneyi, bir sanat eserini zevkle izlemektesindir belki. sonra kimi seviciler bedene bakmamakla övünür, ruhmuş onların baktıkları. o ruh bir eşeğe ait olsa yine sevecek miydin aynı şiddette? teni aşağılarken şu soruyu da sormalı, o tin niçin o tende ve başka tende başka tin var? el cevap; bütünler. evet, tamlar, birler. platon-ik aşk denen zırvalık tin tine sevgi ise ölünce bakarız o konuya. şimdilik çürümemiş bir tenim var hâlâ. ve sırada bekleyen zevkler.
teni, ameliyatlarla başka bir tene dönüştürmek, parfümlerle başka tenler gibi kokutmak yüzünden, âşık olanın kafası karışır. çünkü o ten o tine ait olmaktan çıkar. âşık kişi içgüdüsel olarak bilir bakacağı teni ve o tenin içinden de tahmin ettiği tin çıkar; bilir. ses, koku, doku müsavidir; yadırgamazsın yani. tenimiz, doğamız gereği tinimizin taşması, sudur etmesi ile oluşur. yani esas görüntümüzden bellidir neyiz, ne değiliz. bakmayı bilen görür ki değişir tinimize göre. birkaç yılımız kötü geçer görüntümüz yaşlanır. keyfimiz iyidir, güzelleşiriz. suni müdahale başka… işte bir plastik oyun hamuru gibi üzerinde oynanmış olan ten, tinin taşması olmadığı için son derece kafa karıştırıcı bir hâl alır. bir şeyler hoş gibidir ama değil de gibidir bir yandan, emanet de duruyor gibidir sanki… sanki o tin, yanlış tendedir. makyaj değildir çünkü yapılan şey. teni bozmak başkadır. burnu, kaşı yaptırmakla, saç ektirmekle, mesela dudakları boyamak arasında büyük fark var. ten/tin uyumundaki tuhaflık aşığın gözünden kaçmaz ve aşk bu yüzden uzun sürmez. aramızdaki uyum için doğru koku, uyumlu feromon bile mühimdir. parfümler bu doğallığı bozar ve yanlış beraberlikler doğar. yanlışlıkla sevgili olmuşların yanlışlıkla yapılmış çocuklarının yönettiği bir geleceğe gidiyoruz.
fanteziler ve abartışlar ve gözde aşırılaştırma ile tinsel bir devleştirme ile olan tensellik, cinselliktir. bir şey salt cinsellik ise taraflar hastadır. eskiler, birleşme şehvetsiz oluğu için engelli doğumlar olur, derdi. salt tensel ilişki bir ten eziyetinden başka şey değildir. içinden tenselliği çekilip alınmış tinsel ilişki ise hastalanır. içinde cinsellik olmayan aşk da hastadır. cinsellik olmuyorsa veya duyulamıyorsa bu saçmalık derhal sorgulanmalıdır. eskiler aşkı şöyle tarif etmiş:
“şehvetin eşlik ettiği fart-ı muhabbet”
o yüzden kendi tenselliği ile barışamamış yarı çocuksu tabu kurbanlarının gevelediği gibi “masum aşk” lafları filan düpedüz hastalıktır. aşk zaten masumdur çünkü ortada bir ihtiyar, bir seçim yoktur. içinde cinsellik yoksa tedavi gerektiren bir garip hâldir. insan nasıl öpmek istemez şiir yazdığını; akıl alır gibi değildir!
hep aynı kadına bir ömür âşık olmayanları aşka ihanetle suçlamayınız çünkü belki rüzgârdan açısı değişmiştir kristalin veya güneş öğleden ikindiye dönmüştür. ya da değişen, âşık olanın duruşudur; yamulmuştur.
“niçin başka bir kadına âşık oldun?” diye soru sorulmaz âşığa, çünkü objenin önemi yoktur, parlama aynı güneşten, aynı özdendir ama bu sefer başka bir kristalden yansımaktadır. âşık bu cevabı vermelidir; “dün manolya’da gördüğümü bugün açelya’da görüyorum.”
ayrıca hissi, zevki, tadı bırakıp objeye aşırı bağlanmak da fetişizmdir. çocuk ağlıyor dondurması yere düştüğü için, sen bir tane daha dondurma alıp veriyorsun, “ben düşeni isterim” diyor. çocuk işte, denmez aslında öyledir bazımız. esas olan verdiği hisse, objenin ne önemi var? fetişizme ne lüzum var? kendine bu soruyu sormalı: sevdiğinin sana hissettirdiği hissi sentezleyip kanına verebilseydik sevdiğini istemeye devam eder miydin ve niçin? ya da bir yanda sevdiğin, bir yanda hissi; hangisini seçerdin?
ele geçirmekle bıkmak arasında en ufak bir ilişki yoktur çünkü o bir aşk değil hevestir. seni sevmeyince sevmen bitiyorsa duyduğun şeyin aşk olmadığına kesinkes emin olabilirsin. karşılık, menfaat, şartlarınızın uygunluğu, evlenme ihtimaliniz, çocuğuna iyi davranması gibi durumlar teşvik edici ise o şey aşk değil, olsa olsa sevgi olabilir.
tabii yineleyelim ki sevgi manipüle edilebilir; biraz kaşırsın artar, bastırırsın azalır.
çoğu kişide âşık/mâşuk olma yeteneği bulunmadığı için âşık mâşık olmadan ölür gider ve tarih boyunca da böyle olmuştur. biraz dedikodusunu duyar, en fazla bu işte… sevişir bir iki, sever ve nabzı da yükselir hatta sevilir biraz ve sevildiği için hoşuna da gider bu. ait olmak, sahip olmak filan da hoşuna gider belki… ama libidosu azdır. nedir libido? anlamı abartma yeteneğidir. heyecansız, hayretsizdir libidosu olmayan. bence libidosu olmayan -cinselliği zayıf yaşamayı bırakın- sanat da yapamaz, âşık olamaz, hırslanamaz ve işin doğrusu bence çok akıllı da olmaz. libido deyince aklımda devamlı canlanan görüntü nedense nietzsche’dir. böyle buyurdu zerdüşt’e bir bakın bakalım, o kitap nasıl yazılır taşan, fışkıran bir libido olmadan.
yeteneğiniz var diyelim… bir âşık olucu, hayatı boyunca hiçbir objeye âşık olmadan önce ölebilir ki genelde öyle olur. yetenekler, yani kristalin ışığını fark etme yeteneği bulunduğu hâlde şans işte, karşısına doğru kristal açısı çıkmamıştır. hasretini çektiği bir şeyler olduğunu sezer durur ve acı çeker, özler ama olmaz, olamaz. sever belki bir iki, sevişir biraz yanlış bedenlerle… işte bu kadar… ölüp gider. çünkü doğru kristal beş yüz yıl önce ölmüş veya beş yüz yıl sonra doğacak olan, başka kıtadan bir pırıltıdır. denk gelmemişlerdir. şans işte…
âşık olmayı başardınız! yo, siz başarmadınız; mâruz kaldınız. aşkın mâruziyetine uğradınız. güneş, kristale doğru açıyla vurdu ve siz de doğru yerdeydiniz. meftun oldunuz, aç kaldınız, uyuyamadınız, şiir yazdınız, şarkı söylediniz, gözleriniz parladı, varoluşun dört dehşetini unuttunuz ve sadece tek şeyi, o ışığı istediniz ve zevkiyle yandınız. evet zevk… aşk, zevk ve acıyı aynı anda yükseltir. zevk galebe hâldedir tabii acıya. sadece bu hisle bile çok nadir bir şans buldu sizi. az evvel saydığım iki gruptan sıyrıldınız. kavuşmaktan filan bahsetmiyorum! bu da nesi! sadece âşık olmaktan, olabilmekten, mâruz kalmaktan, o zevki ölmeden önce tatmaktan söz ediyorum. bu kadar. bu hâlinizle nadirsiniz. âşık olduğunuz objenin haberi filan da olması gerekmez, sizi bilmesi de. âşık oldunuz ve şanslısınız, bitti! tamam, başkalarını sevdiniz biraz. birkaç yanlış bedenle seviştiniz ve diğeri ile evlendiniz ve öldünüz.
diyelim ki şansınızı zorlamak istiyorsunuz ve âşık olduğunuz ile olmak istiyorsunuz. olabilirseniz, yani âşık olduğunuz, sizi kovmaz da alıştığı için biraz severse, son derece nadir bir şey yaşanıyor demektir. hatta belki o sosyoekonomik sınıfsal bir kurum olan evlenmek ile birleştiniz diyelim. âşık olabilen, aşkıyla aynı çağda yaşayan, olan, olduğuna açılan ve imza atan olduysanız, bu beş katlı bir şanstır. ve bir insanın sahip olabileceği en yüksek romantik zevk seviyesidir. böylece aynı evde hayat boyu hayran kalma hakkına sahip olursunuz ama olunan taraf için sağlıksız olabilir.
aşkın sağlıklı olduğunu değil zevkli olduğunu söyledim. iyi olduğunu değil şans olduğunu… kıskançlığı ve öfkesi yıkıcıdır; töre tanımaz, ananeyi gözü görmez ve yalnızca âşık olduğuna gözlerini diker. çocukları filan da önemsizdir… sevabını, günahını, ayıbını, bilmem neyini de dikkate almaz ve kesinlikle bir delilik çeşididir. yani davranışlarının sorumluluğunu almaz âşık. o mâruzdur. doğuştan gelen bir hastalığa müpteladır. genelde çok sevilen mutlu olsa da âşık olunan taraf acı çeker çünkü âşık olan da çekmektedir. bu bir kalp virüsüdür ve ölene kadar sürebilir. mutlak bir ıstırap ve bitmez bir zulümdür. hayat yaşanmaz da olur bahar bahçe olmasının yanında. tuhaf bir hâl ve kader…
şunu da ekleyelim ki saçmaların saçması, abeslerin abesi olan bir imkânsızdan, bir mitten, bir destan ve masaldan bahseder toplum devamlı: “âşık(!) olup evlendiler!”
ne!
bu da nesi! bunu diyen aşkı hiç bilmiyor demektir. hiç hem de… âşık olmak çift taraflı değil tek taraflıdır. iki taraf aynı anda olmaz âşık. birisi âşıkken diğeri çok seven olabilir belki, o ayrı. buradaki abes de tesadüfe bakın ki aynı anda âşık olan iki kişi aynı zamanda evleniyor, evlenebiliyor. saçmalık…
işte aşkın hakkında söylenmiş en saçma şey de iki taraflı olabildiğidir. bir kişinin yalnızca âşık olabilme yeteneğine sahip olabilmesi bile ender bir durumken, bir de âşık olduğu objenin de kendisine aynı anda ve çoklukta âşık olması saçmalıktır. obje, vaziyetten keyif alabilir, kendisine âşık olunması hoşuna gidebilir, âşık olan tarafı biraz sevebilir, o ayrı. aynı anda olunmaz, olunamaz. büyük ikramiye bir kişiye bir kere çıkar, iki kere değil. buna inanan safdiller durmaz, öyle bir deli saçması daha uydurur ki parmak ısırtır! o da şudur: falanca filancaya âşık, çok; filanca da falancaya âşık, çok; bu iki ayrı kişi her nasılsa aynı zaman diliminde, aynı coğrafyada, aynı jenerasyonda, kültürde ve sınıftalar ve evleniyorlar! evet, hem ikisi aynı anda birbirlerine âşıklar hem de evleniyorlar! böyle bir olasılık nasıl mümkün olabilir! gözü kapalı on ikiden vurmaya benzer. optik testte kafadan atarak, derece yapmaya benzer. dedik, evlenmek sınıfsaldır, sosyoekonomiktir. iş ortaklığı gibidir. sevmek bile ön şart değildir evlenmek için. bir de daha komiği, “evlenmek aşkı öldürür mü?” diye tartışıyorlar. aşk varsa evlilik ölüdür zaten! kediyi hatırlayın! yetişemediği ciğere “murdar” dedi. niçin? rahatlaması gerekiyordu ve yetişemiyorluk ile yaşayamıyordu. o yüzden evlilerin kendilerine âşık demesini yeriz işte. hatta bir de iki ayrı fiilden garip bir tek eylem üretmişizdir: “âşık olup evlendiler”. artık, o iş nasıl oluyorsa… biri tarif etsin…
biri, birini niye sever? bir adam kadını mesela? ruh diye kutsallaştırır çoğu kişi sevme objesini de bedencileri aşağılar. kimisi bedeni sevip, deruniliğine göre bölgelere ayırır, salt ruh diyemediği için. onlara göre; göze şiir yazılır da kalça beğenisi kabalıktır, ayıptır. ya da sese ölünür de ‘kadın bacakları’ şiirinin şairi bile tekmelemiştir kendi şiirini. sevdiğinin saçlarına hayran olmakla ne farkı var başka bir uzva duyulan hayranlığın? hiç anlayamadığım şeyse beden ruh diye ayıklama yaparken, soğandan zarını soyar bir hassasiyette yaptıkları bu sıyırmayı niçin yaptıklarıdır. o beden o ruhta tesadüfen konuk olmadığına göre o ruh da o bedenden şöyle bir geçiyor değildir. bunlar yapışık ve özdeşikse ya beraber alınır ya beraber atılır. aynı şekildedir kutsilik kısmı da şiiri de şarkısı da. memeye tutturulan şarkı neyse, kalbe yazılan da odur. sonra, dışarıdan bakınca ruhu nasıl gördüler acaba o beden aşağılayıcılar? beden bu kadar önemsizse aynı ruh bir farede olsa da sever miydin aynı şekilde, yoksa bundan iğrenir miydin? aynı ruh bir örümcekte, bir yılanda olsa? ama şuna evet diyeceksin; bir hastalıkla bozulsa bedeni, sevgin sürer miydi? evet deme sebebin yaşadıkların olabilir ki beden ve ruhun dışında en önemli sevdirici şey, hatıralardır. onları severiz biz asıl. beden bozulur, ruh değişir ama hatıralar hatırlatıcılarda diri kalır, yaşar. çünkü orada senin ve sevdiğinin bedeni de ruhu da genç ve diridir ve o an, o hatıra güzel ve coşkundur ve bu karışım öyle leziz, öyle el değmemiştir işte…
tamam, hatıraları fotoğraflarda sevin, armağanlarda ve rüyalarda… sevdiğimizin bedeni bozulsa, mesela kötürüm kalsa, ruhu değişse, mesela alzheimer olsa, yine seviyor olur muyduk? eğer cevap evetse, bu çok tuhaf çünkü her şeyi değişti yani o artık, o değil. her şeyi değişen bir şeyi hâlâ o yapan şey nedir? dünyadaki üç milyar karşı cinsten birisi artık o. niçin o? niçin bir başkası değil? eğer sadakat ve verilen sözlerse konu, bu sevgiyi değil, bakıcılığı açıklar. sevgiyse, niçin o? bu soru mühim çünkü sevmek bir bakıma dünyadaki üç milyar kişiyi terk etmek demek. bu acımasız toplu terk ediş için bu kadar güçlü olan sebebimiz nedir? durduk yere midir?
bence bedendi, ruhtu, şuydu buydu, hava durumu ve kıyafetimiz, tanışma ânımız ve o andaki ruh hâlimiz de dâhil, yaşımız ve biz de bu değişkenlerden birisi şüphesiz, her şey bu denklemde yerini alıyor. her bütün gibi tüm parçaları eksiksiz olunca tam çalışıyor, birini çekince tüm bina yıkılıyor. yani formülde her şey mükemmel olduğu için o an onu sevdik ve bir yıl sonra da alışmış olduğumuz için devam ettik. niye sevdiğimizi bile tamamen unuttuk. soranlara da gözleri filan diye saçmalıyoruz. sormazlar mı adama, “dünyada üç milyar göz var, niye onunki?” diye.
bir milyon tesadüfi faktör ile oluşan bu sevgiye inanıyoruz da yine üç milyar karşı cinsten birisi ile tekrar olmasını dünyanın en büyük ahlâksızlığı olarak görüyoruz. öyle değil mi? on beş yaşında karşı cinse bakar olduk ve yirmisinde birisine yemin ettik. tam kırk yıl boyunca aralıksız, üç milyar terk edişi aktif olarak yapacağımıza dair bir yemin! buna da inandık, kendimiz ve karşımızdaki adına. başkasına sulanış… tatbikatta değilse bile duygusal olarak bunun önüne geçmenin bir yolu yok kanımca. karşındaki, diğer üç milyardan birisini muhakkak isteyecek ve yapabilirse de gidecektir. pek çok yerde bir işe yaramayan toplum, o ikiyüzlü toplum, burada devreye kınama silahıyla var gücüyle girer de olası aile dağılmalarının önüne geçer. yoksa bu çılgın yalana bu kadar toplu inanılıyor görünülmesinin başka bir açıklaması olamaz. herkes bilir ki kendisi dünyanın en güzeli değildir, öyleyse bile bu kalıcı değildir. en güzel seven olarak görür bu yüzden birçok kişi kendisini ki bu da tam bir avuntudur çünkü çok seven, hele ki gençlerde çok seven boldur. çok seven bir genç bulmaktan daha kolay ne vardır? yani nadir olan tek bir şey vardır, hatıralar ki o da zaten karşımızdakinin kalbinde bir kopyası ile mevcuttur. netice olarak bağlayan tek şey olarak, o hep kızdığımız toplumun burnunu sokucu, her şeyi kurcalayıcı tarafı kalıyor geriye.
ya da tabii kimileri için bu, üç maymunluk bir aktivite de olabilir. madem kaçınılmazdır, olacak olan her şey olur, mesele depremsiz kapanır ve herkes bilmiyormuş gibi yaparak yaşamaya devam eder, çünkü bu imzalı birleşim -cemiyette saygın bir yer işgal etmek gibi- başka şeylere de hizmet etmektedir.
bu karamsar tabloya birçok kişi “aşk” ile karşılık verecektir ama unutulan şey, âşık olunan şey ile birlikte olmanın imkânsızlığıdır. aşkı gönül seçtiği ve kendisi son derece mantıksız seçimler yaptığı için, bir çınar ağacına âşık olmamızı talep ediyorsa âşık oluruz ama onunla evlenmeyi falan başaramayız. muhitimizden, sınıfımızdan, ailesi ailemize denk, yaşı uygun, boyu uygun, dili, dini, ırkı uygun, mümkünse bizi istemekte olan birini bulur imza atarız belediyenin huzurunda ve ondan çocuklarımız olur. bunlar gayet mantıklı, makul kararlardır da gönlün sana hiç bakmadan karşıya baktığı için seninle uygunluğunu filan düşünecek hâli yoktur. aşk o yüzden aşktır. evlilikte sana da bakılır çünkü denklik aranır ama aşkta bırak sana, dünyaya, evrene bile bakılmaz; yalnızca mâşuka, ille de mâşuka bakılır. sonsuzca ve sonsuzca… ayaklarla resim yapmak, sağır beste yapmak, on dili konuşabilmek gibi milyon kişide bir denk gelen, allah vergisi bir yetenek olan âşık olabilme becerisi, zaten nadirattandır. birçok safdilin kendini âşık sanması bir nabız problemi, kalp sektesi kabilinden bir göğüs marazı, damar hastalığıdır. bolca heyecanı ve kafasında uçuşan kelebekleri vardır, literatürde en uygun kelime diye “aşk” kelimesini yakıştırır, kullanır. olduğunu sanması yetmiyor gibi bir de imza attığı kişiye âşık olduğunu sanması son derece parmak ısırtıcı, şaşırtıcı bir durumdur. milyonda birlik bir yeteneği kendine yakıştıracak kadar kibirli bu heyecanlı genç, bir de bu âşık olduğu kişiyle imza attığını sanacak kadar şanslı olduğuna inanmaktadır. ama bundan bile çılgını var! bu imkânsız piyangonun kendisine vurduğunu sanan genç aynı zamanda karşısındakinin de bu vaziyette olduğunu sanmakta ve evet bu abese inanmaktadır. gençliğin verdiği sarhoşluk ve şaşkınlık hâlinden başka izahı olamaz bu piyango psikozunun çünkü nedense tüm gençlik bu vaziyettedir.
birileri âşık olur, birileri evlenir, birileri yalnız kalır ve bu devran hep böyledir.
ailenin, özel mülkiyetin ve devletin kökeni (almanca orijinal adı: der ursprung der familie, des privateigentums und des staats) friedrich engels’in 1884 yılında yazdığı ve devletin kökenini ve insanlık tarihinin ilk dönemlerini incelediği kitapta, insanların özünde poligam, yani çok eşli olduğunu, tek eşliliğin bir uydurma mülkiyet duygusundan kaynaklandığını söyler.
poligami iyidir veya monogami etiktir, denemez. evrensel olarak bu söylenemez. hindistan gibi yerlerde çok eşli kadınlar olduğu gibi arabistan gibi yerler de tersi var. hamile kalan taraf seçici olmak zorunda olduğu için genelde ikincisi çoktur tarihte ama şu doğrudur diye ayak üstü söylemek yanlıştır. doğru olan tek bir şey varsa tüm tarafların ortak rızası. bu rıza varsa dış gözlemciye yoluna gitmek düşer. parmağıyla işaret ederek “ahlâksızlığı” ifşa eden toplum önce ve sadece kendine bakmalıdır. eskimolar küser mesela sunduğu eşini kabul etmeyen misafirine. bunun gibi binlerce farklı örnek sıralanabilir tarihte. bu esneklik evlenme yaşı için de geçerli. burada biyolojik olanı takan yoktur ki. kültür sana şiddetle tepki göstermen gereken ayıbı öğretir, hem de bir açıklama bile yapmadan, sen de alır kullanırsın. bir sormalı bu ayıpların günahların referansı neresi, diye. tekrar söylüyorum, tüm tarafların rızasından daha kutsi bir şey olamaz. bizler içinde yaşadığımız zaman/zemin mahkûmları olarak perspektifimizi çok daraltıyoruz. tanrılara bakire kurban eden bir toplumda olsak bunu eleştirene ayıp ediyor derdik. senin öz gözlerinle gördüğün zaman dilimi, milyar yıllık dünyanın yirmi yılı ve gördüğün yer de koca dünyanın bir noktası olduğu için dar ve kabızsın. ahlâk, töre, ayıp, günah gibi kavramlar -pek çok şey gibi- coğrafya özelinde görecelidir. ah şu “bana ne” demeyi bir öğrensek…
şu konuyu da bir açıklığa kavuşturayım ki ömürlük meselem:
demiştim, eşyanın kendisinde mi var bir anlam? yoksa çıplakları giydiren, ruhsuza anlam veren biz miyiz? eşya konusunda detaylı gireceğiz ama estetik konusuyla ilintisinden dolayı belirtmek iktiza ediyor:
eşya ve hadiseler tamamen çıplak değildir. bir anlam potansiyeli, ham öz taşırlar. onlara bakar ve eşyadan önce anlamını görürüz. kendindeki anlamı ve bizim giydirdiğimizi… işte bizlerdeki libido sayesinde anlam abartması yapabiliriz.
bizler sesleri duymaz, ışıkları görmeyiz; bizler tat da almayız. bizler bir anlam cümbüşünü, doğrudan doğruya müşahede ederiz. en basit tahta masaya bile soluk cinsten de olsa biraz anlam yükleriz yoksa göremeyiz. evet, anlamı olmayan şeyi görmeyiz de.
eşyaya giydirilmiş emanet kumaş kaplamalarını alıp onarırız ve üzerinde çalışılmış anlamlar hâline getiririz. eşyanın özündeki bulunan ham potansiyelleri abartırız, dönüştürürüz; her kaplama, her anlam koku yapar. o kokuya duygu diyebilirsiniz. yani bir anlamda duygu tarafınızdan üretilir. sevgi, coşku, kıskançlık, nefret, pişmanlık, hüzün, burukluk… tarafımızdan abartılan anlamlardan, tüten koku kümeleri… elimizdedir yani. duygular enerji olduğu için düşünmek, öğrenmek, yaşamak ve hareket etmek için, duyguları doğru üretmek ve aşırıya, israfa kaçmamak gerekir. tabii cimri de olmamak…
bu konu hakkında bir söyleşi de yapmıştık
iki duygu tarafımızdan üretiliyor değildir. o yüzden mâruziyettir.
1-aşk
2-vâroluş anksiyetesi
aşkta durduk yere alınan zevk durduk yere çekilen acıdan çoktur. ikincisinde ise tam tersidir ama her iki mâruziyette de acı ve haz yüksektir. o yüzden cinnete yakındır. cinnet, delirme, cezbe, insanın kaldırabileceği zevkin ve acının üzerine çıkmakla olur. borsacıların “işlem hacmi” diye bir tabirleri vardır. gideni de geleni de toplarlar. total bir rakam çıkartılar… işte acı/haz toplamı arttığında -ki birlikte yükselir aromatize olduğu için- çıldırma eşiğine yaklaşılır ve cinnet korkusu başlar. kafatasının kemiği işte böyle sıkılmaya başlar terli avuçlar ile!
zannediyorum ki aşk yeteneği olanın varoluş anksiyetesi yeteneği de vardır ve birinden kaçarken ötekine tutulur.
durduk yere devam eden korku ve şüphe ve huzursuzluk temelli bir evrensel acı yayını gibi hayatın acılı-tatsız arasında gidip gelmesi ve varlığı ve ölümü devamlı fark ediş!
zeki demirkubuz filmlerinde olan şey budur. sartre’nin bulantı’sında anlattığı da. nuri bilge ceylan izleyin, andrei tarkovsky izleyin, lars von trier izleyin, michael haneke izleyin, yapabilirseniz gaspar noé ve béla tarr izleyin.
bir de şey, benim romanlarıma bakın. çok isterdim türkçede varoluşçu edebiyat olsun, biz de keyifli keyifli okuyalım ama bu çetrefilli dava benim cılız belime kaldı, çıtırdıyor. sorsanız çoğu edebiyatçı tanımını bile yapamaz, misaller verir dünyadan. maalesef durum budur.
bu varlık acısına sahip olan kişi, bunların üzerine giderse filozof olur, üzerine giderken o kristale tesadüf ederse âşık. kurtulmak için uyuşturuculara koşarsa da sarhoş.
işte hayat budur! aşk bu, vâroluş budur!
estetiği konuştuk.
estetiği konuştuktan sonra etiği konuşmanın esprisi de soren kierkegaard’a küçük bir selamdır belki, kim bilir…
siz ruhsunuz yani beyinde tepinen, “ben” diyebilen. kellenizi bir kutu düşünün, bu kutuya dışarıdan mâlumat yağıyor. ağzın alıştığı biçimiyle beş duyunuz var. bir de mâliki olmayanlarca yok sayılan “sezgi” var ki altıncısıdır; çiğnemeden löp löp yutulan bir lokma misali tam, tüm, bütün olarak algılar ama en kötü tarafı da gördükleri bulanıktır, sislidir. işte nasıl beş duyunun değdiği yer eşya ise sezgi de “rüya âlemi” denen, tüm insanlık tarihinin yığdığı nizamsız, bozuk, silik bir yığıntıya değer. “arketipler” der jung buraya. duyu ve sezgilerden gelen veriyi kuru mantık işlemlerine tâbi tutan hesap makinesine “zekâ” denir ki iyi olanı bulmaya yarar. ayrıca hayvanlarda az olan şey zekâ değil, “us”tur ki doğru olanı bulmaya yarar ve zekâdan yirmi yıl sonra gelişir; parçaları arasında zekâ da vardır, görgü(irfan) ve sezgi bir de. o yüzden bunlardan biri noksan olanın usu, aklı da noksan olur. güzel’i ise büyük oranda sezeriz ki başta dediğim sezgi hassesi zayıf olanın güzel bir resmin, müziğin, sözün güzel olduğunu anlayabilme kapasitesi de yoktur çünkü güzeli takdir bir yetidir. işbu kaynaklar ile “inanç” üretilir. bilgi yok, inancın dereceleri vardır. taşı attığınızda yere düşeceğine şiddetle, uzaylılaraysa şüpheyle inanırsınız. şüphe oranı azalan inanç, mobilya gibi ağırlaşır. hareket halindeki inancın çıkardığı sese “düşünce” diyorum. fabrika çıkışı enerji tasarruf yazılımı, beyni düşünmekten korur. çok az kişi sahiden düşünür; genelde hayvani taraflarımızın taleplerine mantıklı-imiş gibi bahaneler bulmakla meşgulüzdür. beyin içindeki her işin yegâne yakıtı duygudur ve duygu olmazsa düşünmek, hatırlamak, öğrenmek ve hatta hareket de olamaz. duygu üretemeyenler o yüzden hiçbir şey yapmak istemez ki biz buna “depresyon” diyoruz. depresyon hüzün filan değil, duygusuzluktur. duygusu kalmayan kişi deponun dibinde kalanlar ile zayıf bir anlam üretebilir; anlamsa koku yapar, duygu üretir. aşırı anlam aşırı koku yapar. aşk, kin, kıskançlık ise yakıt aşırılığıdır; delirtir.
kelle kutularımızın dışında bir dünya var mıdır, diye çok dövüşür dünya. eşya… o var mıdır? marx’a sorsanız ötesi yok, matrix’te de berisi yok. platon’un form’u, kant metafiziği, kuantum gelişmeleri, indeterminizm, secret saçmalığı, ınception filmi ve yıkılan newton evreni üzerinde çok düşündüm. yolunan saçlar ve ısırılan parmaklarla geçen cinnetli yıllardan sonra bir kanaate vardım. bulduklarımı paylaşayım. biz uzak yıldızları ve atomu incelediğimizi sanırız ama hangi cihazla bakarsak bakalım baktığımız şey insan beynidir ve onun dışındaki evren hakkında kesin olan hiçbir şey bilemeyiz. bir maymun olmak, kedi olmak ne demektir? daha ötesi hepimizin gördüğü kırmızı aynı kırmızı mıdır? en zor sual de biz kafamızı çevirdiğimizde dünya var olmaya devam etmekte midir? kellemizin dışında var olan eşya (şey(varlık) kelimesinin çoğulu), “numen” yani bir olasılık dalgası, bulanık ihtimaller yumağıdır. kendi gördüğümüzse “fenomen”. mecnun’un kuru leyla’da gördüğü bu yüzden peridir, melektir. dünya kendi özünde ne güzel bir yaşam ışığı ne bir lağım çukurudur; gri, ruhsuz bir anlamsızlıktır. ona cennet ve cehennem diyenler, aynı oksijeni yiyenler. bu yüzden anlamak yok, anlam vermek vardır. aynı elli kiloluk organizmaya, natalie portman’a bakıp dünyanın en güzel oyuncusunu da görürsün, gaz odalık bir yahudi’yi de. bir sinek içinse lezzetli bir yemektir o. sarılarak aynı manzarayı izlesek bile ortada iki ayrı manzara vardır. evet, yan yana bile olsak birlikte değiliz çünkü tasarımcısı olduğumuz anlam odalarımızın içinde yaşıyoruz ve bu odalar teker kişilik. objeye bakan suje iki şey yapar: hem kendi verdiği anlamı seyreder hem de baktığı şeye bir bakış izi bırakır. evet, sen bakarken rahat soyunamaz dünya; izlendiğini hisseder. yani her manzara her bakışa farklı görünür ve her nazar, manzaraya bir iz, bir işaret bırakır. sırtın dönükkense kuru tabiat yasaları… her şeyin muhakkak bozulacağı yasası yani bozulma, yani dağılma, yani çürüme vardır eşyanın en tepesinde. işbu yasaya karşı koyabilen tek şey ruhtur(bakan) ki canlının tarifi bile “entropiye karşı duran varlık” diye yapılır. ruhun ispatıdır. özetle, dünyada insan sayısı kadar dünya var; anlamak yok, anlam vermek var.
“tanrı öldü” der nietzsche; kur’an der: “doğmadı”. hawking de “felsefe öldü”… nietzsche de öldü hawking de öldü; ama ne tanrı doğdu ne felsefe öldü. tanrı meselesini tek başına ele almak hatalıdır çünkü o’na doğru bakmayıcılar için o’nu örtücü bir mekanizmadan da söz edilmesi gerekir: din. dinsiz tanrı görüşü moda olsa da tanrı’nın niçin duyulardan büyük bir titizlikle saklandığını açıklayamamaktadır. kötüler ve iyiler ölüp gitmektedir. yaratıcısız evren inancı (inanç; bknz:1) yani ateizm ise başlangıç, hassas ayarlar, bilinç gibi fenomenlere terstir. teizm evrimli, devrimli, sudûr, yoktan yaratış modellerinin hepsini kapsar. tabii apaçıktır ki salt duyular+zekâ ile tanrı bilinememektedir. bu araçlara sezgi+akıl eklenmeden maymundan fazla farkımız yoktur ki her maymun nihilisttir. duyular+zekâ, sezgi+akıl’a göre objektif olduğu için bunlarla yapılan bilim, dünyanın öteki ucuna da götürülse çalışır fakat tanrı ancak öznelce görülür. görülür ama gösterilemez; “teklif sırrı”denir. ispat, doğası gereği olsa olsa kesine yakın bir şeydir ki descartes 2×2’den bile şüphe etmişti. yaşadığınızı, rüyada olmadığınızı veya dünyanın var olduğunu da ispat edemezsiniz. yani kesinlik epistemik olarak mümkün değildir. o yüzden ispatlardan değil, işaretlerden söz edilebilir. dawkins gibilerinin en çok yanıldığı şey tanrı’yı bilimin konusu sanmalarıdır. bilim iki şeyle ilgilenmez: (paralel evrenler gibi) ölçemediği ve yanlışlayamadığı şeylerle. konular değersiz olduğu için değil, teknikler elverişli olmadığı için ilgilenmez. bu yüzden tanrı, felsefenin konusudur.
tersten okursak din, karıncalara gönderilse hiçbirisi tanrı’yı göremediği için sınav kazanansız olurdu. meleklere gönderilse hepsi gördüğü ve gösterebildiği için bu sefer kaybedensiz olurdu. bizse göreniz, gösteremeyeniz. ölümden evvelki dünyanın bir acı, kötülük ve adaletsizlik cümbüşü olduğu aşikâr ki bunu inkâr edip “ilahi adalet”i ölüm öncesi sanan da var, ölüp ölüp dirilen de. bing bang, adaletsizlik ve bilincin varlığını toplayınca, ortaya din çıkıyor kanımca. tanrı’yı evrenin içine sokana panteist, mevzuyla ilgilenmeyene nihilist, bilemeyene agnostik, tanrı’ya inanana teist, tanrısızlığa inanana ateist deniyor.
memeliyiz. memesizlerin çoğu sürtünmez; sürtünürüz. sürtünmekten gelir sürü’müz, sürüyüz. ıssız adada tek başına iken bilmeyiz iyi mi kötü müyüz? ve kıskançlığı tatmayız, aidiyet ve sahipliği de. alevli bağırlarda uyumayı ve uyutmayı bir de. yani kendiliğin mahiyeti sürü içinde çıkar. yoksa iddiada kalır, halkın içine girince en iyi insan olacağımız var sanısı ile. cemiz. cem, cemaat, cami, cemiyet oradan gelir, toplanırız. mağaralarda bilge olmak, uzaklardan konuşmak kolaydır. insanlara bayılmıyorum ben de. sadece uzaktan sevmesi güzeldir o pembe yanaklı kıskançları, bilirim. bilirim o, “bende yok, onda da olmasın”cıları. dedikodu eder dururlar, ileri geri konuşurlar. çoğu selam almayı bilmez, daha çoğu vermeyi. şen duygularınızı emerler, emerek yaşarlar. emdirmeyin. ne onlarla ne onlarsız… (örtüye) bürünen’e “kum fe enzir” dendi, kalktı ve uyardı. yoksa örtüler içinde ürpermektir en iyisi. platon’un adamı da ışığı, çarşıyı görünce mağaraya arkadaşlarını uyarmak için döndü de ona inanmadılar. ananke kelimesi geçer dört kere ki zorbalık tanrısı’dır; yani aydınlanma, zorla güzelliktir. zorla güzelliği! in agoraya, şehre, halka da gör kendini temastan sonra. on ilke ile olmuyor hasetten kurtulmak. ilk görülen güzel, tüm kitabı yaktırır. rüşvete, adaletsizliğe dağda karşı olmak kolaydır. ormanların bilgesi şehirde apışır kalır. işte gerçek savaş budur. halkın içinde bilge kalmak, sürüye yem olmamak. kendilik tanımı sürü ile yapılırken yeni tuzak, sürü içindeki kimlik şıklarına mahkûmiyet, ahlâksız teklifler… kendiliği, kimliğe feda etmemek… “hanımefendi”, “çılgın”, “işveli”, “anne”, “erkek gibi”, “çocuk gibi” olmaların dışında, ötesinde bir kendilik… yeni bir inşaat, yeni bir tasarım ve yeni bir yaşamak… varsın sürünün kafası karışsın isim konusunda. cemiyet içinde fert var, ferdin içinde de vicdan. işte bu vicdan ile cemiyet arasında sünmekte olan insan. en zor ödevse, nazım’ın deyişiyle “yaşamak, bir ağaç gibi tek ve hür, bir orman gibi kardeşçesine”. ben’i öldürmeden biz olmak. sulu romantizm lakırdılarının birbirine karışmış biz’lerinin örtüsü altında ne ben kalıyor ne biz. memeliyiz, sürüyüz, cemiz, biziz ama bu sıfırların önündeki 1 sayısı olarak, ben’iz.
ne büyük talihsizlik ki ahlâk (latince “moralis”) veya etik (eski yunanaca’da “ethikos”) kelimelerini duyunca akıllara ilk önce kadın, sonra da çıplaklık gelir. peki ahlâk nedir? bir kedi bir fareyi yerken kötülük mü eder? hayır çünkü doğasıdır. inek çim yerken çime kötülük etmez ve dolu yağdırırken kötülük etmez bulutlar tarlaya (bknz: teodise). ya da kuşunuz parmağınızı ısırınca kötülük demeyiz, bebeğiniz evi yaksa da. acı mı, belki. hazla/acıyla ölçemeyiz kötülüğü; ön şart başka: akıl. demek akıl yokken “tabii” diyoruz her şeye. delinin de bakılmaz kusuruna, sarhoşun, yaşlının ve uyuyanın, cinnetlinin. kötülük edebilme yeteneği akıl sayesinde mümkündür ve kötülük yeteneği bulunmayanın iyilik yeteneği de yoktur. yani doğal, iyi ve kötü eylemler var sadece. peki niyet mi mühim sonuç mu? kant gibi cevap vereyim: niyet. çünkü bizim yaratımlama yeteneğimiz yok ki iyilik yapalım; en fazla iyi niyetli bir şeyler yapar, denize atarız. yani birine iyilik edelim derken zarar da versek, adı iyiliktir. bizim elimizde bir zayıf talep var beyne gönderdiğimiz ki emir bile veremiyoruz, rica, istirham… bediüzzaman’ın örneğidir, on güçlü ve akıllı adamın on günde yaptığı kulübeyi, bir haylaz çocuk on saniyede yakar. yapma konusunda yetenekli sayılmayız yıkıcılığımız kadar; yani kırıp dökmeyin yeter. ortada bir kötülüğün olması için etkenin akıllı, edilgenin canlı olması asgari şart; kedi ve bebek arasında etik doğmaz mesela. ilk kaide şüphesiz ki tarafların rızasıdır. rıza varsa etiktir, nokta. kaldırımıma tüküremezsin, bana doğru bakamazsın, duygumu ememezsin, şayet rızam yoksa. kendilik “kime ne”, ahlâksa “bana ne” diyebilmekte. mahremde rıza varsa hürriyet sonsuzdur; umuma açıkken şahitler de denkleme girer. rıza konusu muğlaksa, olmadığı varsayılır. bu sefer herkesin temel kendilik hakları dikkate alınır. tapma, düşünce ve nefretin suçu olmaz; eylemdir mühimi. ikinci kaide, yolun başındaki söz esastır. yolda giderken kurallar esnemez. üç, doğrular savunulurken hayatlarımızdaki kötülüğe göre değerleri yamultulmamak, kötü de olsak iyi de olsak iyiyi savunmak asgari ödev. kimseyi de iyi yapamazsınız; aile, öğretmen, toplum olarak travmaya sokmayın, yoldan çekilin yeter.
gayem: fazla akademikleşmiş, kelime taklası, mantık hokkabazlığı haline gelmiş olan felsefenin özünün bir bilgelik arayışı olduğunu düşünme severlere gösterebilmek. bunu da o tutkunu olduğum şiirin estetiği ile şıkça, zarifçe yapmak ki romanlarda bile yaptığım bu. bir şizofrenin şizofrenisi üzerinden felsefe yapılabileceğini göstermek gibi… her “kültürlü” bence felsefe bilmese de düşünme üzerine düşünebilmeli. geniş bir kitapta rahatça yapabileceğim bir şeyi dar bir paylaşımın içine sokuşturmak gibi bir çılgınlığa soyundum, çıplak kaldım. gerçekten çok zorladı çünkü koca koca cümlelerde anlatılacak ifadeleri daracık manevra alanlarında, paragrafsız, başlıksız, dipnotsuz bir şekilde sunmak seçilen kelimelerin önemini arttırdı ama neyse ki türkçe gibi bir güzelliğin içinde yapım eki cennetindeyiz. dört şekilde anlatılabilirdi. kompleks: bal kavanozlarını dıştan yalayıcı bilgiçlerinki gibi gevezelik… basit: konuyu özetleyeyim derken sağlam bir dayaktan geçirip, kolu kanadı kırılan konuyu tanınmaz hale getirme… aforizmik: şiirsel aforizmalar, tasavvufi metaforlar çatlatayım derken kendisi çatlayan karton bilgelerin öksürdüğü… benim gayem aforizmacılıktan kaçmak, komplekslik ile gösteri yapmamak, basitliğe düşmemek, yani sadelik oldu. zorluğu, konunun zorluğundandı. ileride kitap haline geldiğinde(us’un gözden geçirilmişi) emin olun daha anlaşılır olacak ama şunu bilin ki bundan sadesi konudan çıkmak olurdu. akademik felsefe bilmek ön şart değil düşünmek, bilgelik için. çoğu kaçışın sebebi de türkiye’de alışık olunan “şu grup aptaldır” şeklindeki söylem ile oy verecek parti, peşinden gidilecek mezhep hedefi göstermiyor olmam. slogan ve tatmin bekleniyor, o da bende hiç olmayacak. saf analize alışık değiliz. buna benzeyen yazı dizileri düşünüyorum yine. siz hangi konuların karanlıkta kaldığını benimle paylaşırsanız, emin olun dikkate alırım. sizden gelen her yorumu dikkate aldığım gibi.
tanrı deyince ilk akla gelen kavram da adâletin ta kendisidir. ve şu soru:
“tanrı adilse, bu dünyanın hâli ne?”
bu soruya refleks bir cevap olarak şu verilir: “bir gün gelecek.”
hayır, üzgünüm. adâlet filân gelmeyecek. dünya dâima acı dolu, kötücül ve adâletsiz olacak. asla da gelmemelidir belki. o zaman cennete de gerek kalmaz, cehenneme de. bu garip soru adâleti tek parametre sanmaktan ileri gelir. oysaki adâlet en az ve en fazla ve zorunlu olarak iki adet parametre içerir: girdi ve çıktı. ya da fiil ve hüküm. bu sorudaki mantık hatası şuna benzer: jandarma aracıyla mahkemeye götürülen birisine “adâlet” diye haykırmak! iyi de adam daha çıkmadı ki hâkim önüne. mahkeme yanlış hüküm versin, sonra inlersin.
yâni dünya yalnızca girdi parametresini teşkil ediyor. çıktıyı görmeden yorum yapılamaz. boynuzlu koyun boynuzsuz koyuna eşit değildir diye finalde adâlet yoktur denemez.
karma’yı bilir misiniz? inançsızlar arasında da dünyanın adil olduğunu düşünebilen safdiller de şöyle bir savunma geliştirmiştir: “kötülük yapıyorsun, bir sonraki hayatında çıkıyor,” ya da “kötülük yapıyorsun, o seni dönüp dolaşıp muhakkak buluyor.”. hangisi daha aptalca bilmiyorum. reenkarnasyon konusunu müstakil işlemek istiyorum; ahirete inanmayışın sosyetik versiyonudur kendisi. ya da orijinal haşir inancının evrim geçirmişidir. hayat tek. sonra ölüyorsun. mahkeme çıkıyor karşına. konu bu. aynı aptal dünyada, aynı kısır döngülerde kıvranıp durmuyorsun. burası çekilecek dert değil zâten. altmış yıl zor geçiriyoruz ki onda bile intihar düşünerek geçiyor. çünkü burası çok sıkıcı.
diğer ihtimale gelirsek, karma mıdır nedir, yaptığın bir kötülük seni buluyormuş. çünkü hanımefendinin görümcesi geçen bir kötülük yapmış. o da onu bulmuş.
olmaz olsun böyle tümevarım! yok böyle bir şey. herkes borçlu ve alacaklı gidecek. târih boyunca büyük kötülere ve büyük kahramanlara bakın, anlarsınız. alacağını alıp da giden yok.
bir de şu var tabiî, karma varsa kimseye cezâ vermeye de lüzum yok çünkü evren hallediyor, ne güzel. birisi size tokat attıysa siz onu öpün ki eski hayatınızdan bir suçunuzun cezâsını çektiniz ve bitti.
yâni netice o ki şunu iyice anlayalım: burası kötülük, acılar ve adâletsizlikle dolup taşan bir çöplüktür. sineklerle doludur. kokuşmuştur. en az zararla kurtulmaya bakalım. mahkemeden sonra çıkacak her şey ortaya. olmayan bir şeyi olmadığı yerde aramayın.
bunlar fevkalâde nâzik mevzûlar.
iki tür ahlâk var: kendimize ve cemiyete karşı olan ahlâk. kendimize karşı ödevlerimizi tekâmül konusunda konuşacağız. kendini hiç inşâ etmemişin ahlâkı varsa da yoktur. kendimize de ödevlerimiz var, evet.
doğuştan sâhip olduğun hakkı dilenme, çal; öfkelenme hakkın yoksa affetmen hükümsüzdür; hür hissetmiyorsan sevilen şey sen değilsin. ortada bir “sen” olması için “sen” tarafından seçilmiş bir şeylerin, tercihlerin olması gerekmektedir. “aptal” olduğunu söyleyene “kader” diye cevap ver ama “ahlâksız” olduğun söylenirse ciddiye al; var olduğun için utanma fakat gurur da duyma. ailelik eden aileye minnet duy çünkü cinsel ilişki yaşarlarken ailenin istediği sen değildin, bir bebekti; kimseyi akraban olduğu için sevme; sevmek için de nefret için de sebepler ara; sana yapılan zulme susman da seni dilsiz şeytan yapan bir şeydir; sadece mecbur olunmayan şeyler ikramdır ve teşekkürü hak eder. hakkını, maaşını, emeğinin karşılığını alırken teşekkür etme; yaşadığın, var olduğun, yer kapladığın için özür de dileme, teşekkür de etme; senin üzerindeki emeklerini başına kakmış olanın kakması sırasında aldığı şeytansı haz, ücretidir, ödenmiştir. sen kendin olduktan sonra etrafında kalanlara bak, diğerleri firedir, teleftir; sana senin müsâaden olmadan iyiliğin için de olsa yapılan her şey kötülüktür.
cemiyeti ne yapacağız?
ne büyük tâlihsizlik ki ahlâk (latince “moralis”) veya etik (eski yunanaca’da “ethikos”) kelimelerini duyunca akıllara ilk önce kadın, sonra da çıplaklık gelir. peki, ahlâk nedir? bir kedi bir fareyi yerken kötülük mü eder? hayır, çünkü doğasıdır. inek çim yerken çime kötülük etmez ve dolu yağdırırken kötülük etmez bulutlar tarlaya (bknz: teodise). ya da kuşunuz parmağınızı ısırınca kötülük demeyiz, bebeğiniz evi yaksa da. acı mı, belki. hazla/acıyla ölçemeyiz kötülüğü; ön şart başka: akıl, us.
demek akıl yokken “tabiî” diyoruz her şeye. delinin de bakılmaz kusuruna, sarhoşun, yaşlının ve uyuyanın, cinnetlinin. kötülük edebilme yeteneği akıl sayesinde mümkündür ve kötülük yeteneği bulunmayanın iyilik yeteneği de yoktur. yâni doğal, iyi ve kötü eylemler var sadece. peki, niyet mi mühim sonuç mu? kant gibi cevap vereyim; “niyet.” çünkü bizim yaratımlama yeteneğimiz yok ki iyilik yapalım; en fazla iyi niyetli bir şeyler yapar, denize atarız. yâni birine iyilik edelim derken zarar da versek, adı iyiliktir. bizim elimizde bir zayıf talep var beyne gönderdiğimiz ki emir bile veremiyoruz, ricâ, istirham…
bediüzzaman’ın örneğidir, on güçlü ve akıllı adamın on günde yaptığı kulübeyi, bir haylaz çocuk on sâniyede yakar. yapma konusunda yetenekli sayılmayız yıkıcılığımız kadar; yâni kırıp dökmeyin yeter.
ortada bir kötülüğün olması için etkenin akıllı, edilgenin canlı olması asgarî şart; kedi ve bebek arasında etik doğmaz meselâ. (yani bir bebek masum filan değil güçsüzdür). ilk kaide şüphesiz ki tarafların rızasıdır. rıza varsa etiktir, nokta. (nokta diyorum ama bu konu bu kadar kısa değil.)
kaldırımıma tüküremezsin, bana doğru bakamazsın, duygumu ememezsin, şâyet rızâm yoksa. kendilik “kime ne!”, ahlâksa “bana ne!” diyebilmekte. bence iki sihirli kelime. mahremde rızâ varsa hürriyet sonsuzdur; umuma açıkken şâhitler de denkleme girer. rıza konusu muğlaksa olmadığı varsayılır. bu sefer herkesin temel kendilik hakları dikkate alınır. tapma, düşünce ve nefretin suçu olmaz; eylemdir mühimi. ikinci kaide, yolun başındaki söz esastır. yolda giderken kurallar esnemez. üç, doğrular savunulurken hayatlarımızdaki kötülüğe göre değerleri yamultulmamak, kötü de olsak iyi de olsak iyiyi savunmak asgari ödev. kimseyi de iyi yapamazsınız; aile, öğretmen, toplum olarak travmaya sokmayın, yoldan çekilin yeter.
evet, ben ahlâk eğitimine inanmam. bildirimine inanırım.
bu yazacağım kötülük analizi, binlerce yıldır saç yoldurtan suallere keskin bir cevap olarak kala, okuna.
kötülük meselesi öyle cinnetlidir ki birçokları dinden çıkışını buna bağlar. eski bir sual de şudur: tanrı kötü değilse kötülük diye bir şey niye var? teodise’dir adı bu sualin. uyku kaçırtan cinstendir. epikür’dür ilk ortaya atan. raffaello’nun “atina okulu” freskinde, şişman, al yanaklı bir adam vardır, o.
yolda yürürken, karşıdan gelen adam suratınıza bir yumruk attı durduk yere. acıdı mı? evet. kötülük mü? evet. o adam kötü mü? belki de yığınla iyiliği vardır ama o eylemi kötüydü.
ayağınıza taş mı çarptı? canınız acıdı. kötülük var mı? hayır. acı? acı var sadece. demek ki acı olan her şey kötü değilmiş. (bunu nedense ara sıra hatırlatıyorum.)
anne misiniz? yola atlayan çocuğunuza ânî bir tokat vurmadınız mı hiç? hani, fevrî, küçük, gayriihtiyârî… acı var mı? var. kötülük? hayır, iyilik var. demek ki bazı acılar iyilik bile olabiliyor.
babasınız. câhilsiniz. sanıyorsunuz ki her karın ağrısına iyi gelir sıcak torba. oğlunuz kıvranırken telâşla hazırlayıp bastırdınız. duâ da ettiniz iyileşsin diye. ne oldu? apandisiti patladı. acı var mı? çok. kötülük var mı? büyük soru.
neticesi acı olan iyi niyetin olduğu yerde kötülük var diyebilir miyiz? kant’a göre diyemeyiz. islam’a göre de. orada kötülük yok, acı var. günah da yok. suç da yok.
bilmek… ah, o bilmek… her şeyi bilsek her şey değişirdi. bilmek, evrendeki en kritik çizgidir. “şimdiki aklım olsa o şeyi yapmazdım,” deriz. şimdiki “aklım” mı, “bilgim” mi? “aklım” ise o yaptığımız bir hataymış gerçekten de. daha iyi akıl ile daha iyi şeyler yapılabilirmiş. “yapmamalı idik,” diyebiliriz. pişman da olmalıyız. fakat cürüm dediğimiz şey bilgi eksiğimizden, yâni geleceği bilmemekten kaynaklanıyorsa yolunuza gidiniz. kâhin olmadığınız için mi kızgınsınız kendinize? sizi boşuna atmışlar hapse. bilseniz, o şeyi değil, tüm evreni değiştirebilirdiniz. tabiî ki bilmeyeceksiniz. akıl mı? şimdiki aklınız dünkü aklınızdan ileri olmalı elbette. bu olmalı hedefiniz. tekâmül budur. yoksa bugün dünden daha çok bilmek erdem olamaz. inekler de yeni çayırları keşfetti dün bilmediği. köpekler, yeni ağaçlara işedi. geçiniz.
mevzûya dönersek… o baba, iyi niyetle acı bir şeye sebep oldu. tamam, iyilik var diyemeyiz belki ama kötülük de yok. salın o babayı hapisten. affetsin kendini de. kötü bir şey yapmadı. bilgileri doğrultusunda en iyisini istedi ve uyguladı. tıpkı tüm dünyadaki diğer iyiler gibi.
kötülük için niyet esasmış. kötü bir niyet gerekmiş. kim kötü niyetli? parmak kaldırsın. kimse mi? sesim mi ulaşmadı acaba?
çok şâhâne birer inkârcıyız hepimiz. hep iyi niyetler, pembe kalpler, “one world”ler, tüm kadınlar güzeldir ve bütün insanlar kardeştir… kötülük denen şeyi hak ihlâli diye tanımlarsak, bilerek isteyerek hiç mi hak ihlâl etmediniz? sıra kapmadınız mı? rüşvet vermediniz veya almadınız mı? fazla aldığınız para üstünü cebinize yuvarlamadınız veya eksik para üstü vermediniz mi? vergi kaçırmadınız mı? iştahla bakmadınız mı başkasının imzalısına? yalan söylemediniz mi, kocanıza da mı? pembesi de mi çıkmadı yalanın ağzınızdan? çerezcide çalışırken fındıkları yemediniz mi? kaçak program da kullanmadınız bilgisayarınızda?
çeşitli oranlarda kötülükleri işliyoruz. irili ufaklı ve devamlı. bununla yüzleşirken iki büyük hamleden birisini yapabiliriz. zannediyorum, tüm hayatta en kritik karar anı budur. en temel etik sorunsalı… samimiyet ve inkâr arasındaki kapkalın çizgi. işte bu duruş, bizi erdemli veya korkak yapan şeydir.
bilkuvve, yâni potansiyel olarak kötülük ancak akılla başlayan ve akılla artan bir şeydir. bir eylemin kötülüğü araştırılırken fâilin aklı muhakkak dikkate alınmalıdır. sırf bu yüzden bilirsiniz, çocuklar mâsum sayılır “akil ve baliğ” olmadan. akıl yoksa eylemler ne iyidir ne kötü. olsa olsa doğal kaderdir, yağmur yağması kabilindendir.
1-iyi
2-doğal
3-kötü
doğal olanda kötülük ve iyilik olmadığı için teodise sorusunun cevabı budur. yaratıcı, yâni kaderin sâhibi, yâni doğal olan her nedenselliğin yapıcısı, akıl üstü yâni her şeyi bilici olduğu için akla ihtiyaç duymayıcı, o yüzden kötü de iyi de olamayıcıdır. bilgisi eksik olan akla ihtiyaç duyar çünkü bildiğinden, bilmediğine gitmek ister. akıl bir hesap çeşididir ve her şeyi bilen için küçültücüdür.
o yüzden delide, çok yaşlıda, âşıkta, sarhoşta, çocukta, hayvanda akıl yok sayıldığı için kötülük de yok sayılır.
tanrı’nın kötü olamaması başka bir sebebe daha dayanır. kötülük zâten tanrılık ile başlayan bir kavram olduğu için, tanrı’ya inanmayan ateistlerin kötülüğe de inanmaması îcap eder. tanrı’ya inanan ise kötülüğün tanımını tanrı’dan dinler. o yüzden değildir depremler kötü, afetler kötü.
târih boyunca tartışılmıştır ayrıca ahlâk ve erdemin kökeni. rasyonel kökeni olmadığı söylenir. ben kesinlikle sezgisel olarak iyi ve kötü olanı bulabildiğimizi ama temellendiremeyeceğimizi düşünüyorum. yâni içinde bulunulan pozisyon için iyi ve kötü söylenebilir hâldedir. detaylar tartışılabilir olsa da genel olarak bir maddeye indirgeyebiliriz.
“tarafların rızâsı esastır.”
sadece bunun üzerinden epey bir malzeme çıkıyor. ahlâkın konuşulması için akıl dışında bir şey daha gerekir. öteki. ıssız adada ahlâk olur mu? ahlâklı olunabilir mi? yâni temas kuracak veya kötülük edecek en azından bir öteki gerekiyor ve kötülüğün/iyiliğin doğması için de akıl. yâni ahlâk ancak akıl ve öteki ile başlatılır.
akıllı bir insan canlılarla dolu bir adada yaşarken adâlet, ahlâk ve kötülük söz konusudur. akıllı bir insan, akıllı insanlardan oluşan bir cemiyette iken ise ahlâk ve kötülük çok daha karmaşık olarak vardır. cemiyet kompleksleştikçe ahlâk hükümleri vermek de kompleksleşir.
“sen, ben ve silahım olamaz mıyız? üçümüz bir arada yaşayamaz mıyız? seni çok seviyorum çiğdem, silahımı da çok seviyorum. ikinizden birini seçmem için beni mecbur etme.”
bunu diyebilecek kaç kral bu kadar çirkindir veya kaç çirkin bu kadar kraldır ki?
şunu diyebilirim, büyük adamların hayattayken anlaşılma, hele de kabul görme ihtimali pek yoktur. sokrates’i zehirledikten iki bin yıl sonra özür diledi yunanistan. evet, tepedeki irade böyledir… böyleleri sevilir belki, sayılır üç beşçe, o kadar. devlet babanın bu baba’yı sevmesi uzun sürdü. yaşar nuri gibi mide kanserinden, ahmet kaya gibi fransa’da öldü. öldükten dokuz yıl sonra vatandaşlığa ancak alındı. öldü diyorum ama göremedim; doğduğum yıl öleni, pamuk işçisini, simitçiyi, mahpusu, insancılı, devrimciyi, o sinema dehasını anacağım bugün. kral’ı, çirkin kral’ı…
yaşar kemal’e bir garplı, niçin hep çukurova’yı anlatıyorsun, diye sorduğunda kafka’yı, dostoyevski’yi, hugo’yu örnek vererek, her yazar kendi çukurova’sını anlatır, der. işte öyle… bir adanalı dehâ daha… proleter bir ailenin çocuğu olarak adana’da doğdu. oranın kokusunu da asla unutmadı ve hep anlattı. ileriki yaşlarında kanında kaynayacak olan sınıf ateşinin kıvılcımı da o günlere aitti. sinemacı, yazar, oyuncu… ya da belki aydın, aktivist, sanatçı… bu tip adamlara isim koymak zordur. sol fraksiyon -tıpkı marx gibi- düşünerek değil eyleyerek, yani fiille filozof olur. faildirler. çirkin kral da bir faildi. yaşar kemal anlatıyor:
“o kadar çok çalışıyordum ki, beni görmeye gelenlere yok dedirtiyordum. içeriye yalnızca adanalıları alabilirsiniz, demiştim. esmer, kuru bir çocuk geldi. iktisat fakültesi’nde öğrenciymiş. paraya ihtiyacı varmış ve iş arıyormuş. gazetede iş bulamadım. adana’da ne iş yaptığını sordum. aksaray sineması’ndan, asri sinema’ya, oradan açık hava sinemasına kaset taşırmış.”
tanışmaları bu şekil. sinemaya girişi de… tam olarak o çizgi sayılmasa da bugün törpülenmiş halde benzer duruşlarda, bugün türkiye’nin aykırı sinemasının iki dev adamı zeki demirkubuz ve nuri bilge ceylan’ın küsmeleri bile kral’la ilgili. ee, türkiye iki çirkin’i kaldıramadı. birazdan döneyim bu küslüğe…
nuri bilge ceylan 2008 yılında cannes film festivali’nde “üç maymun” filmiyle “en iyi yönetmen” ödülünü aldı ve alırken de kral’ı kastederek, “yalnız ve güzel ülkem…” dedi.
kral, yıllar önce yol filmi ile cannes’ta altın palmiye alan ilk türk olarak boy gösterirken, eşinin anlattığına göre, ayakkabısı delikti ve yol parası bile yoktu. evet, yol filmi için bize gurur veren adamın yol parası yoktu. ironiye bak…
hayatını açıp okuduğunuzda sayamayacağınız kadar hapishane deneyimi var. o dönemler öyleydi… biz, halk, sınıf bilinci, garipler, ezilenler, lümpen… gibi laflar edince haydi dama… çok yattı ve sürgün edildi kral da. bazı filmleri hapishanelerde yazıldı. adı cinayetlere, ülkeyi kötü göstermeye ve -belki en haklısı- komünist propagandaya karıştı. ülkeyi kötü göstermek… vatandaşlığa alınsın, ülkesine dönebilsin için 13 ülkeden 170 sinemacı ve aydın imza topladı. imza atanlar arasında fransız varoluşçu ve devrimci sartre bile var… ülkeyi kötü gösterene bak…
benim en sevdiğim filmi baba’ya dönersek…
bekir yıldız’ın “sahipsizler” kitabındaki “üç yoldaş” adlı öyküsünden uyarlanan ve kral tarafından yönetilen/oynanan 1971 yapımı baba filmi, çekim şartlarındaki ilkelliğe rağmen çok önemli bir klasiktir. öyle mühimdir ki zeki demirkubuz’un yeniden çekmek istediğini nuri bilge ceylan’a fısıldadığında, usta dayanamamış ve üç maymun’u çekmişti. baba filmindeki özgün yan ise uzun planlar, sessizlik/sükût sahneleri, uzun bakışlar ve daha sonra tatlıses’in taklit ettiği baba oyunculuğu. çirkin kral devamlı bir yere, bir karşıya bakar ve baba filminden sonra bu oyunculuk bir nevî moda olur. uzaklara derin derin bakan ve susan erkekler türer türkiye’de. ayrıca adana altın koza film festivali’nde iki ödül almış ve ödülü kendisinden geri alınmıştır siyasi sebeplerle. verilen ödülü geri almak… ödül cüneyt arkın’a teklif edilmiş, o da gurur yapıp reddetmiştir. iyi de etmiştir. yavuz bingöl’ün ve -vücut filmindeki muhteşem performansına ile hayran kaldığım- hatice aslan’ın başrollerini sırtlandığı üç maymun filmi, 1971 yapımı baba filminin, nuri bilge ceylan tarafından tekrar çevrimi, dedik. gerçekten çok güzel bir tekrar filmidir. bunda üçlü bir ilişkiye odaklanmış yönetmen. herkesin bir nevî mâsum olduğu üç kişi arasındaki aldatma ve yalan… en iyi kurgular kirli hayattaki toplu mâsumiyetlerden çıkıyor kanaatindeyim. ali’nin ayşe’yi çok sevdiği, mutlu ve sonsuz ilişkilerden hayat da olmuyor roman da film de. romanlarımda da çatışma ve çelişkiyi işledim hep bu yüzden. insan gibi ve hayat gibi… siz de bu çelişkiyi izleyin.
aramızdan ayrılıp kral’ın yanına taşınmış olan tuncel kurtiz ve tarık akan ile çektiği sürü filmini de özellikle öneririm. müziklerini zülfü livaneli yapmıştır ki müzikleri yeter. tuncel kurtiz anlatıyor:
“rüyamda gördüm, ölmemişti. öldün, dedim. ölmedim ihtiyar, dedi. belki de ölmemişti.”
toplumcu adamlar yol’u, sürü’yü, baba’yı anlatır. o dönemlerin o saftaki adamları böyle şeyler yaptı, böyle şeyleri anlattı. mavi gözlü dev, nazım hikmet; işi sorulunca, mahkemede “profesyonel devrimciyim” diyen deniz gezmiş ve çirkinlerin en kralı, yılmaz güney. onlar böyle adamlardı.
çıplak kralları giyinik görenlerdir güzel kralları çirkin görenler! bu hep böyle olmuştur. sürü taşlar, tarih özür diler. oysa bir sürgün diyarında, evladını doya doya sevemeden ölmekte olan taşlanmış babaların, belki de yola verecek paraları bile yoktur yolları anlatırken. bu böyledir; sürü taşlar, tarih özür diler.