(us’taki “estetik” bölümüdür, revize edilmiştir. yeni tasnif sistemimde süje-süje ilişkisini anlattığı için kısmen etik bölümüne dahil edilmiştir.)
estetik olanla birleşmek, tekleşmek, çiftleşmek, çiftlenmek, birlenmek…
aşk… ne çok şey, bilhassa da yanlış şey söyleniyor hakkında. mâruziyet olması hasebiyle ayrılır sevgiden. sevgi bir ölçüde tercih iken, aşk, kendisi seçendir. olanı da olunanı da. o yüzden, “dur sana âşık olayım” diye bir şey olmayacağı gibi “âşık olmaktan vazgeçtim.” diye bir şey de olmaz. ilhama benzer bir tarafı vardır ki kovulamaz/çağırılamaz. seyircisin sadece sen… olsa olsa inkâr edersin. o kadar. daha çoğuna gücün yoktur. en büyük özelliği de seçilmiş bazı yeteneklilere nasip olmasıdır. nasıl ki herkes yağlı boya tablosu yapamaz, aşk da öyledir işte. yeteneksiz kişi taklitçidir sadece. içindeki gıdıklanmaya “aşk” demek seni âşık yapmaz. gece uyutmayan, şiir yazdırtandır orijinali. eksperi bilir. elit bir zevktir.
aşk kelimesini geveleyenleri görüyor musunuz? onların bu yarım kafa bönlükleri size de yavan gelmiyor mu? yoksa siz onların gırtlaklarından fışkıran bu hırıltıyı aşk mı sanıyorsunuz?
içinde insan olan her mevzu uzundur. insan olmayan mevzuları ayaküstü hâllediveririz. fakat insanın girdiği her şeye karmaşa girer. düz bir amacı olmayandan daha tehlikeli ne olabilir. tüm amaçsallığı bir çatışma, kaos ve dualite içindeki insan nasıl da katlıdır, nasıl da sergüzeşt. iyilik-kötülük veya madde-mana ikilikleri gibi basite indirgenemeyen, ego-süper ego-id veya şeytan-nefis-ruh üçlemesi gibi çok daha kaotik üçlemelerle tanımlıyoruz ya da tanımlamaya çalışıyoruz.
işte henüz insanı tanımlamazken bir de en üst insan duygusu hakkında ileri geri konuşuyoruz.
şu ortalıkta dolaşan “aşk” kelimesi sürü tarafından en sık yapılan karıştırmadır. aşk bir kimyevi üreme bulamacı değildir. nabız artışı değildir. sempatik sinir sistemi değildir. yanağa kan yürümesi veya falancayı kafaya takmak değildir. obsesyon hiç değildir. belki biraz sürünmektir, yürümektir ama bir tarafa doğru koşmak değildir. bir istek formu değildir. insana has da değildir. karşılık şart olmadığı gibi karşılıksız olması hemen hemen şarttır. ulaşılsa da ulaşılamama hissi şarttır. şiir şarttır, şarkı şarttır, intihar tercihe bağlıdır. ilahî ve süflî diye çeşitleri yoktur; aşk tektir. kabı değişir, şerbet aynıdır. aynı şerbet aynı aşığı aynı yakar.
ilk görüş mü? görülesi olanı ilk görüşte gören ilk görüşte olur, on yıl sonra gören on yıl sonra olur; görmek için başka oluşlar da gerekebilir.
hatta meseleyi biraz ileri götürelim, aşk canlıya bile has değildir. bir şeyin, bir şey için var olmuşçasına hep o şeye doğru gitme eğilimi göstermesine aşk denir; gitme eğilimi gösterene âşık, hedefe mâşuk denir. yalnız bir şey var ki; mâşukun aşka olan aşkı, aşığın aşka olan aşkından yücedir çünkü mâşukun beklemek ve çağırmaktan başka yapabileceği bir şey yoktur. yani aşığın doğal vazifesi gitmek, mâşukun doğal vazifesi çekmektir.
yani kendisi koşanın harcadığı efor azdır koşturanın eforundan.
kavramlar arasında bile aşk vardır, bırakın cansızları. nefret aşka âşıktır. birleşti mi “hiç” çıkar ortaya, her aşk gibi… yıldız, geceye âşıktır. gece yoksa yıldız da yoktur çünkü. ölüm yaşama âşıktır. ilginç bir şekilde yaşam da ölüme âşıktır. devamlı sevişirler. onlar sevişince ölümlüler doğar ya da bir bakıma da yaşamlılar… yani biz.
küfür de imana âşıktır. sûfîler “küfr-i hakikî olmadan iman-ı hakikî olmaz” der.
cansız âşıklara örnek ay ve dünyadır. elektron da protona âşıktır mesela. kavuştuğu an ikisi de yok olur ve o vuslattan nötron doğar. şu bildiğimiz ışık da kara deliğin “olay ufku” denen noktasına âşıktır. noktalar ne âşık olunasıdır…
dönülmez akşamın ufkundayım
vakit çok geç
bu son fasıldır ey gönlüm
nasıl geçersen geç
canlılardan örnek verirsek arı, çiçeğe âşıktır. anne kartal yavrusuna âşıktır; kuş, yuvasına âşıktır. karınca dala, kraliçesine, sürüsüne, büyük resme âşıktır. yumurtadan yeni çıkan su kaplumbağası denize âşıktır. suya girmek onun için yanmaktır, vuslattır, buluşmadır. yanık doğar, suya girince yanar.
bütün âşıklar mâşuklarında tek bir şeyi görürler; ışığı. öyle ki o ışığa koşunca umarlar ve tüm olurlar. ve donuk bir resim gibi sonsuza dek sevişik kalırlar. işte ateşe uçan kelebek, yarım olduğu için ateşe uçmaktadır. tamlık içinde olduğu kanaatinde olsa oturduğu yerde oturur. tamlık erilliktir. aşk erillik değil dişillik ister. yani tam olan âşık olmaz, olamaz; yarım olan âşık olur. aşka inanmadığını söyleyen de allah’a inanmadığı söyleyen gibi tamlık illüzyonu içindedir. ve genelde aşka inanan allah’a da inanır. ve mahlûka âşık olmayı beceremeyen hâlık’a da âşık olamaz.
işte o sonsuz ışık, öylesine güçlü ışıldar ki doğrudan bakınca kör eder insanı. o ışığa gözlerini kısarak baksan bile bembeyaz bir aydınlıktan başka ötesini görmezsin ki o’nu fark etmen için o olmayan şeyler de görmelisin. bakışlarını başka yöne çevirsen o’nu hiç göremezsin. işte o olmayan şeylerle birlikte o’nu görmenin tek bir yolu vardır, o da doğru açıyla konmuş bir ayna aramak. işte o’nu ideal yansıtan aynaya bakarken aldığımız sonsuz zevkin adı aşktır, baktığımız ayna mâşuktur. yansıtan aynayı ışık kaynağı sanmaya da şirk denir.
dünyanın farklı zamanlarına, iklimlerine saçılmış hâlde ayna kırıkları var. kristal parçaları… parlayan, sönen, renk veren, ışık veren… biz bu kırıklardan bir tanesine hiç denk gelmeden ömrümüzü tüketebiliriz ki genelde olan da budur. ama çok az şanslı kişi o kristal parçasına tevafuk eder ve ona bakmaktan tinsel ve tensel bir lezzet alır. o kristali bırakmamalı. çünkü o da ölüm gibi ansızındır ve hayat gibi adaletsizdir.
aşkı katiyetle bir yetenek gibi görmeli. tam olarak doğan düzlerin “normal” ordusundan bir çıkış, bir kaçış ve aşka kucak açış… a-normal oluş… eksilmek icap eder. eksilmeyen yarısını niçin arasın? narsist olmaz âşık o yüzden. kibirlisi, tamı, erkek fıtratlısı… âşık olabilmek için erilliğin galebe çaldığı dişillik, mâşuk olabilmek içinse tersi şarttır. bazısı tepeden tırnağa erkektir. olamaz o âşık. kırklarından sonra melankoli çöker erkeğe ki testosteron da düşer. daha bir âşık fıtratlı olur. güç yitimi hayırlıdır. mutlak irade ve hâkimiyet hissi varsa, galebe çalınmış formda dahi olsa acziyet şarttır. kadınlarda da öyle. o dik duruşu, dünyanın en harika mahlûku olduğuna inanma tavrını bırakmalıdır ki mâşuk olsun. ha, âşık olunan bir obje olunur. bu ayrı. bende bu aşk hâli olduktan sonra bir soğuk kayaya da olurum âşık. marifet sende değil. senin mâşuk olabilme becerisine sahip olman için yarım olman, aciz olduğunu görmen, eksik yarını arzulaman ve bakınman icap diyor.
“kadın” kelimesini gramer kullanımı ile tekil sayarız ama ben burada felsefî/mantıksal kullanım ile tümel olarak kullanacak ve şunu iddia edeceğim; ‘güzel’ ideası yerine ‘kadın’ ideasına inandım ve lâtif olan her şeyin içerisinde kadın-lık esansı aradım. manzara güzelse kadın-sı olduğu için, bir şarkı güzelse de öyle. hatta daha ileri giderek, güzel bir kadın bile kadın-sı olduğu için, yani ‘kadın’ ideasına yakın olduğu için güzel. âşık olmanın mekanizması bile öyle nitekim. her süje, farklı bir taşıyıcı anneyi kadın ideasına benzetir ve benzettiği oranda aşkı artar. benzemez bulmaya başlarsa da başka bir kalıpta arar o’nu, yani kadın’ı. et, ruha yapışık olduğu için ayrım yapmak anlamsızdır. ortak bilinçdışımızda bir arketip olarak duran şey ‘anima’ yani o, yani kadın, yani güzellik ideasıdır vesselam.
bütün kitap boyunca bütün teorilerimi şimdi anlatacağım metafor üzerinden anlayınız ve gerçek, hakikat, insan, aşk, güzel kanaatimi bunun üzerine inşa ettiğimi ve hatta evrendeki her şeyi… evet, ileri gidiyorum ama her şeyi bununla izah edebildiğimi görünüz.
ben buna “zaviye nazariyesi” diyorum, siz “perspektif teorisi” deyin.
ressamları çağırıyoruz ve iki gruba ayırıyoruz. bir dağın karşısında resim yapan ressamlar ile bir modelin etrafında çember olmuşların yaptıkları arasında ne fark vardır? dağa bakarak yapanlarınki birbirine benzer fakat çember olan grupta, her ressam farklı görür, farklı çizer. dağcı ressamlar yer değiştirse de muhtemelen aynı eser çıkar ortaya ama objeyi çizenler sandalye değiştirse çizdikleri çöp olur. peki, hayat hangisine benzer? hakikat dağ mıdır, ortada duran bir obje mi?
yani hakikate samimi gözlerle bakıp dürüstçe anlamaya çalışan iki filozof nasıl olur da aynı akli yöntemlerle farklı neticelere varır? göreceli midir?
modeli resmeden sınıfta resme not verecek olan öğretmen sadece resme bakmamalıdır eğer âdilse. gidip öğrencinin sandalyesinden zaviyesini, açısını kontrol etmelidir. not verirken dikkat edeceği şey her sandalyeden objenin nasıl göründüğü ve öğrencinin bunu doğru çizip çizmediği. dağ resmini yapanlar için kopya kolaydır da obje etrafındakiler için sandalye sayısı kadar perspektif çıkar. evet, hayat hangisine benzer?
apaçık ki ikincisine.
dağ gibi karşımızda duran ve her bakanın aynı açıyla gördüğü bir hakikate inanmış insanlık tarih boyu ve bu inanç, aldığı darbelere rağmen hâlâ direniyor. bu hayat görüşü eskidi. yenisi geldi.
kendi terminolojimle söyleyecek olursam, “hakikat” karşında duran şeyin asıl kendisi, has varlığı ve esas duruşu. değişmeyen, dönüşmeyen, duran. “gerçek” ise bizim “hakikat”e dürüstçe baktığımızda gördüğümüz. çoğumuz belki aklı kötü kullandığımız veya ön yargılarımız veya bacon’ın dediği 4 put yüzünden “hakikat”e bakıp gerçeği göremiyoruz. gerçeği görünce de hiç benzemiyor birbirimizinki, çünkü yerlerimiz farklı.
demek ki iki şey mühim; bakanın bakışı ve yeri.
aşka tam güçle tekrar döneceğiz. güzelliği hâlledelim önce, çünkü ancak güzele âşık olunur.
“efenim ben dış güzelliğe bakmam ki.”
“neticede güzelliğe bakarsın.”
“ama herkes güzel bulmaz benim âşık olduğumu”
“sence güzel olduğu için âşık olan sensin ve âşık olduğun için onda çirkinlik göremezsin ve bunun dışı içi de olmaz. sence en güzel olan âşık olduğundur ve âşık olduğun en güzeldir.”
ismail tunalı’nın grek estetiği kitabını okuduğunuzda orada iki grubu görürsünüz. birincisi objenin kendisinde bir güzellik görüp o güzelliği göremeyene kör diyenler; ikincisi de süjenin güzel baktığı için güzel gördüğünü söyleyip objeye fazla kıymet vermeyenler.
obje, karşıda duran yani bakılan şeydir. “objektif” kelimesi oradan gelir. hep yanlış kullanılan “afaki” kelimesi de aynı anlamdadır. ufuklar anlamına gelir aslında. yani karşında öylece duran. (dağ örneğini hatırlayın.)
süje ise bakıcı olan, objeye bakan. “enfüsî” kelimesi ile eş anlamlı.
yani felsefe hep bu ikisi ile yapılır ve tartışma da bu ikisi üzerinden yarılır ikiye. efenim, güzelde mi maharet, bakanda mı? eşyanın özünde var mı bir numara yoksa bakan mı onu kalıba sokan?
kuantumda kopan tatava buydu işte.
benim o her yere burnunu sokan gri şablonumu dayıyorum buna da. diyorum ki; “etkileşim!” yani o objeye başka bir süje baksa bulmaz güzel; buna güzel bakan, başka objeye baksa çirkin der. marifet objede mi süjede mi? ikisinde birden.
karşıda duran dağ değil, demiştik, hakikat; çünkü öyle olsa her bakan aynı yapardı resmi.
ortada duran bir obje misali… benim oturduğum sandalyeden objeye baktığımda ben güzel görüyorum. başkası başka bir sandalyeden de güzel bulabilir aynı objeyi ama açısı farklı olduğu için bir nevi farklıdır sebebi.
yani çok güzel bir şey birçok kişi için çok güzeldir ama herkes için değildir. kapitalizm bu keşfi iyice istismar etmiştir. kadın bedeni üzerinden yaptığı operasyon az buz değildir. önce fast-food ile şişmanlatır, sonra zayıflık hedefi gösterir. bu sefer diyet bisküvisi ile biraz daha şişmanlatır. sonra tekrar kuruluk hedefi gösterir ve yağları cerrahi operasyon ile alır. fight club’ı izleyin, anlarsınız. iskelet, anorexia nervosa mağduru sağlıksız kadınları dergi kapaklarına basa basa bunu ideal zannetmemizi sağladı ve oranlı kadınlar bile kendilerine yapıştırılmış tuhaf hedeflerin peşinden gider oldu. hiçbir erkek özünde bu tercihte olamaz şayet iskelet fetişi içinde değilse ki bence bir çeşit ölü seviciliktir (nekrofili) ama kadınların maalesef ciddi bir çoğunluğu açlık ve ölüm sınırındaki kemikli oransızlıkları “ideal” zanneder oldu. çatalhöyük’teki kadın heykellerine filan bakın mesela, bugün obez denecek oranda şişmandır ve bu o dönemlerde bereket gibi görülürdü.
ayrıca tespitim o ki şehvet ve hiddeti zayıf erkekler, estetik duyguları da zayıf olduğu için, aşırı zayıf kadınlardan hoşlanır. hiddetli şehvetlilerin iyisi de pek olmaz çünkü bu duyguları zapt etmek zordur. iyi taraflarıysa yanlarındaki hanımı kadın gibi hissettirebilirler. mıknatısın pozitif kutbunun yaklaştığı demir gibi. o yüzden kadınlar, aşırı zayıf kadınları beğenen iyi erkekler ile tombul kadınları beğenen kötü erkekler arasında bir tercih yapmak durumunda kalırlar. genelde akılları diğerinde kalır.
her neyse…

demem o ki estetiğin dayatılan bir tarafı da var.
kristal parçaları dedik… ulvi bir ışık dedik… bazen bazı kristallerin önünden geçerken, anlık bir yanıp söner hani ve parlayıp yok olur, çünkü doğru açı tutmuştur bir an. az geri gidersin, az yana gidersin, pozisyonunu ayarlarsın da tekrar yanar hâlde görürsün kristal parçasını. adeta gözünü hedef almıştır. öylece; parlar, yanar hâldeyken izlemek istersin onu.
işte aşk budur.
bedenci/ruhçu diye de saçma bir ayrım vardır. ten/tin diye yani… aşk, hepten zevk. tenden ve tinden zevk ve zevkin kendisinden zevk ve kendisi olduğu için var olan gölgesi yani acıdan bile zevk…
“efenim, aşk huzur verir.”
“hayır zevk!”
“günah değil mi ama?”
zevke düşman olanlara bakın, “merkep” derken bile “af edersin” diyenler aynı çıkar. böyle garip tipler türemiş. ayhan ışık bıyıklı filan… bu tipler böyledir. hayvanın öz ismi önünde bir özür var! olacak iş değil! eşek neyse kedi de odur. ne farkı var? çok gülünce başına iş gelenler de bunlar işte. evlerden ırak.
çok güldüğün için değil başına bir şeyin gelmesi. zaten gelecekti, gülmüşlüğün onu hafifletti. çoğu kişinin platon’un tinsellik takıntısını bilmesi ya da katolik, çileci filan olması gerekmez, varsayılan bir kültürel kod olarak teni aşağılayıp tini yücelterek yaşar. bunu niçin yaptığını bile bilmez. zevkle ne alıp veremediğiniz var? bu çöplüğe katlanmak için bir zavallı gülüşümüz var. çok kızar nietzsche bedeni ve zevki aşağılayanlara. “vermoralisierend” diye de bir küfür uydurmuştur hatta onlar için. biz de genele bir “zevk” kelimesini kullanmaktan bile kaçınırız da “mutluluk” filan deriz. ya da o mıymıntı “huzur” kelimesini kullanırız ki yerde duran taşa toprağa yakışır kendisi. fırtınanın, çağlayanın, yıldırımın duygusu değildir huzur. tekâmülü durmuşlar evidir kendisi; ölüme yaklaşanların son durağı… hatta “huzura doğru” filan diye dini programlar vardı ve nedense kutsi, ulvî bir tarafı var gibidir o kelimenin. her an ney sesi duyacak gibi olursun. zevk deyince de gayri meşruiyet akla gelir. oysa o duyguyu kullandığınız yere bağlıdır. çocukların tepesine bombaların yağdığı bir dünyada huzurla uyumaktasın ve bebeğine sarılan bir anneyi, bir sanat eserini zevkle izlemektesindir belki. sonra kimi seviciler bedene bakmamakla övünür, ruhmuş onların baktıkları. o ruh bir eşeğe ait olsa yine sevecek miydin aynı şiddette? teni aşağılarken şu soruyu da sormalı, o tin niçin o tende ve başka tende başka tin var? el cevap; bütünler. evet, tamlar, birler. platon-ik aşk denen zırvalık tin tine sevgi ise ölünce bakarız o konuya. şimdilik çürümemiş bir tenim var hâlâ. ve sırada bekleyen zevkler.
teni, ameliyatlarla başka bir tene dönüştürmek, parfümlerle başka tenler gibi kokutmak yüzünden, âşık olanın kafası karışır. çünkü o ten o tine ait olmaktan çıkar. âşık kişi içgüdüsel olarak bilir bakacağı teni ve o tenin içinden de tahmin ettiği tin çıkar; bilir. ses, koku, doku müsavidir; yadırgamazsın yani. tenimiz, doğamız gereği tinimizin taşması, sudur etmesi ile oluşur. yani esas görüntümüzden bellidir neyiz, ne değiliz. bakmayı bilen görür ki değişir tinimize göre. birkaç yılımız kötü geçer görüntümüz yaşlanır. keyfimiz iyidir, güzelleşiriz. suni müdahale başka… işte bir plastik oyun hamuru gibi üzerinde oynanmış olan ten, tinin taşması olmadığı için son derece kafa karıştırıcı bir hâl alır. bir şeyler hoş gibidir ama değil de gibidir bir yandan, emanet de duruyor gibidir sanki… sanki o tin, yanlış tendedir. makyaj değildir çünkü yapılan şey. teni bozmak başkadır. burnu, kaşı yaptırmakla, saç ektirmekle, mesela dudakları boyamak arasında büyük fark var. ten/tin uyumundaki tuhaflık aşığın gözünden kaçmaz ve aşk bu yüzden uzun sürmez. aramızdaki uyum için doğru koku, uyumlu feromon bile mühimdir. parfümler bu doğallığı bozar ve yanlış beraberlikler doğar. yanlışlıkla sevgili olmuşların yanlışlıkla yapılmış çocuklarının yönettiği bir geleceğe gidiyoruz.
fanteziler ve abartışlar ve gözde aşırılaştırma ile tinsel bir devleştirme ile olan tensellik, cinselliktir. bir şey salt cinsellik ise taraflar hastadır. eskiler, birleşme şehvetsiz oluğu için engelli doğumlar olur, derdi. salt tensel ilişki bir ten eziyetinden başka şey değildir. içinden tenselliği çekilip alınmış tinsel ilişki ise hastalanır. içinde cinsellik olmayan aşk da hastadır. cinsellik olmuyorsa veya duyulamıyorsa bu saçmalık derhal sorgulanmalıdır. eskiler aşkı şöyle tarif etmiş:
“şehvetin eşlik ettiği fart-ı muhabbet”
o yüzden kendi tenselliği ile barışamamış yarı çocuksu tabu kurbanlarının gevelediği gibi “masum aşk” lafları filan düpedüz hastalıktır. aşk zaten masumdur çünkü ortada bir ihtiyar, bir seçim yoktur. içinde cinsellik yoksa tedavi gerektiren bir garip hâldir. insan nasıl öpmek istemez şiir yazdığını; akıl alır gibi değildir!
bunlar fevkalade nâzik mevzular.
tafsilatlı seks mevzusu için bknz: “seks’e dair”
hep aynı kadına bir ömür âşık olmayanları aşka ihanetle suçlamayınız çünkü belki rüzgârdan açısı değişmiştir kristalin veya güneş öğleden ikindiye dönmüştür. ya da değişen, âşık olanın duruşudur; yamulmuştur.
“niçin başka bir kadına âşık oldun?” diye soru sorulmaz âşığa, çünkü objenin önemi yoktur, parlama aynı güneşten, aynı özdendir ama bu sefer başka bir kristalden yansımaktadır. âşık bu cevabı vermelidir; “dün manolya’da gördüğümü bugün açelya’da görüyorum.”
ayrıca hissi, zevki, tadı bırakıp objeye aşırı bağlanmak da fetişizmdir. çocuk ağlıyor dondurması yere düştüğü için, sen bir tane daha dondurma alıp veriyorsun, “ben düşeni isterim” diyor. çocuk işte, denmez aslında öyledir bazımız. esas olan verdiği hisse, objenin ne önemi var? fetişizme ne lüzum var? kendine bu soruyu sormalı: sevdiğinin sana hissettirdiği hissi sentezleyip kanına verebilseydik sevdiğini istemeye devam eder miydin ve niçin? ya da bir yanda sevdiğin, bir yanda hissi; hangisini seçerdin?
ele geçirmekle bıkmak arasında en ufak bir ilişki yoktur çünkü o bir aşk değil hevestir. seni sevmeyince sevmen bitiyorsa duyduğun şeyin aşk olmadığına kesinkes emin olabilirsin. karşılık, menfaat, şartlarınızın uygunluğu, evlenme ihtimaliniz, çocuğuna iyi davranması gibi durumlar teşvik edici ise o şey aşk değil, olsa olsa sevgi olabilir.
tabii yineleyelim ki sevgi manipüle edilebilir; biraz kaşırsın artar, bastırırsın azalır.
çoğu kişide âşık/mâşuk olma yeteneği bulunmadığı için âşık mâşık olmadan ölür gider ve tarih boyunca da böyle olmuştur. biraz dedikodusunu duyar, en fazla bu işte… sevişir bir iki, sever ve nabzı da yükselir hatta sevilir biraz ve sevildiği için hoşuna da gider bu. ait olmak, sahip olmak filan da hoşuna gider belki… ama libidosu azdır. nedir libido? anlamı abartma yeteneğidir. heyecansız, hayretsizdir libidosu olmayan. bence libidosu olmayan -cinselliği zayıf yaşamayı bırakın- sanat da yapamaz, âşık olamaz, hırslanamaz ve işin doğrusu bence çok akıllı da olmaz. libido deyince aklımda devamlı canlanan görüntü nedense nietzsche’dir. böyle buyurdu zerdüşt’e bir bakın bakalım, o kitap nasıl yazılır taşan, fışkıran bir libido olmadan.
yeteneğiniz var diyelim… bir âşık olucu, hayatı boyunca hiçbir objeye âşık olmadan önce ölebilir ki genelde öyle olur. yetenekler, yani kristalin ışığını fark etme yeteneği bulunduğu hâlde şans işte, karşısına doğru kristal açısı çıkmamıştır. hasretini çektiği bir şeyler olduğunu sezer durur ve acı çeker, özler ama olmaz, olamaz. sever belki bir iki, sevişir biraz yanlış bedenlerle… işte bu kadar… ölüp gider. çünkü doğru kristal beş yüz yıl önce ölmüş veya beş yüz yıl sonra doğacak olan, başka kıtadan bir pırıltıdır. denk gelmemişlerdir. şans işte…
âşık olmayı başardınız! yo, siz başarmadınız; mâruz kaldınız. aşkın mâruziyetine uğradınız. güneş, kristale doğru açıyla vurdu ve siz de doğru yerdeydiniz. meftun oldunuz, aç kaldınız, uyuyamadınız, şiir yazdınız, şarkı söylediniz, gözleriniz parladı, varoluşun dört dehşetini unuttunuz ve sadece tek şeyi, o ışığı istediniz ve zevkiyle yandınız. evet zevk… aşk, zevk ve acıyı aynı anda yükseltir. zevk galebe hâldedir tabii acıya. sadece bu hisle bile çok nadir bir şans buldu sizi. az evvel saydığım iki gruptan sıyrıldınız. kavuşmaktan filan bahsetmiyorum! bu da nesi! sadece âşık olmaktan, olabilmekten, mâruz kalmaktan, o zevki ölmeden önce tatmaktan söz ediyorum. bu kadar. bu hâlinizle nadirsiniz. âşık olduğunuz objenin haberi filan da olması gerekmez, sizi bilmesi de. âşık oldunuz ve şanslısınız, bitti! tamam, başkalarını sevdiniz biraz. birkaç yanlış bedenle seviştiniz ve diğeri ile evlendiniz ve öldünüz.
diyelim ki şansınızı zorlamak istiyorsunuz ve âşık olduğunuz ile olmak istiyorsunuz. olabilirseniz, yani âşık olduğunuz, sizi kovmaz da alıştığı için biraz severse, son derece nadir bir şey yaşanıyor demektir. hatta belki o sosyoekonomik sınıfsal bir kurum olan evlenmek ile birleştiniz diyelim. âşık olabilen, aşkıyla aynı çağda yaşayan, olan, olduğuna açılan ve imza atan olduysanız, bu beş katlı bir şanstır. ve bir insanın sahip olabileceği en yüksek romantik zevk seviyesidir. böylece aynı evde hayat boyu hayran kalma hakkına sahip olursunuz ama olunan taraf için sağlıksız olabilir.
aşkın sağlıklı olduğunu değil zevkli olduğunu söyledim. iyi olduğunu değil şans olduğunu… kıskançlığı ve öfkesi yıkıcıdır; töre tanımaz, ananeyi gözü görmez ve yalnızca âşık olduğuna gözlerini diker. çocukları filan da önemsizdir… sevabını, günahını, ayıbını, bilmem neyini de dikkate almaz ve kesinlikle bir delilik çeşididir. yani davranışlarının sorumluluğunu almaz âşık. o mâruzdur. doğuştan gelen bir hastalığa müpteladır. genelde çok sevilen mutlu olsa da âşık olunan taraf acı çeker çünkü âşık olan da çekmektedir. bu bir kalp virüsüdür ve ölene kadar sürebilir. mutlak bir ıstırap ve bitmez bir zulümdür. hayat yaşanmaz da olur bahar bahçe olmasının yanında. tuhaf bir hâl ve kader…
şunu da ekleyelim ki saçmaların saçması, abeslerin abesi olan bir imkânsızdan, bir mitten, bir destan ve masaldan bahseder toplum devamlı: “âşık(!) olup evlendiler!”
ne!
bu da nesi! bunu diyen aşkı hiç bilmiyor demektir. hiç hem de… âşık olmak çift taraflı değil tek taraflıdır. iki taraf aynı anda olmaz âşık. birisi âşıkken diğeri çok seven olabilir belki, o ayrı. buradaki abes de tesadüfe bakın ki aynı anda âşık olan iki kişi aynı zamanda evleniyor, evlenebiliyor. saçmalık…
işte aşkın hakkında söylenmiş en saçma şey de iki taraflı olabildiğidir. bir kişinin yalnızca âşık olabilme yeteneğine sahip olabilmesi bile ender bir durumken, bir de âşık olduğu objenin de kendisine aynı anda ve çoklukta âşık olması saçmalıktır. obje, vaziyetten keyif alabilir, kendisine âşık olunması hoşuna gidebilir, âşık olan tarafı biraz sevebilir, o ayrı. aynı anda olunmaz, olunamaz. büyük ikramiye bir kişiye bir kere çıkar, iki kere değil. buna inanan safdiller durmaz, öyle bir deli saçması daha uydurur ki parmak ısırtır! o da şudur: falanca filancaya âşık, çok; filanca da falancaya âşık, çok; bu iki ayrı kişi her nasılsa aynı zaman diliminde, aynı coğrafyada, aynı jenerasyonda, kültürde ve sınıftalar ve evleniyorlar! evet, hem ikisi aynı anda birbirlerine âşıklar hem de evleniyorlar! böyle bir olasılık nasıl mümkün olabilir! gözü kapalı on ikiden vurmaya benzer. optik testte kafadan atarak, derece yapmaya benzer. dedik, evlenmek sınıfsaldır, sosyoekonomiktir. iş ortaklığı gibidir. sevmek bile ön şart değildir evlenmek için. bir de daha komiği, “evlenmek aşkı öldürür mü?” diye tartışıyorlar. aşk varsa evlilik ölüdür zaten! kediyi hatırlayın! yetişemediği ciğere “murdar” dedi. niçin? rahatlaması gerekiyordu ve yetişemiyorluk ile yaşayamıyordu. o yüzden evlilerin kendilerine âşık demesini yeriz işte. hatta bir de iki ayrı fiilden garip bir tek eylem üretmişizdir: “âşık olup evlendiler”. artık, o iş nasıl oluyorsa… biri tarif etsin…
biri, birini niye sever? bir adam kadını mesela? ruh diye kutsallaştırır çoğu kişi sevme objesini de bedencileri aşağılar. kimisi bedeni sevip, deruniliğine göre bölgelere ayırır, salt ruh diyemediği için. onlara göre; göze şiir yazılır da kalça beğenisi kabalıktır, ayıptır. ya da sese ölünür de ‘kadın bacakları’ şiirinin şairi bile tekmelemiştir kendi şiirini. sevdiğinin saçlarına hayran olmakla ne farkı var başka bir uzva duyulan hayranlığın? hiç anlayamadığım şeyse beden ruh diye ayıklama yaparken, soğandan zarını soyar bir hassasiyette yaptıkları bu sıyırmayı niçin yaptıklarıdır. o beden o ruhta tesadüfen konuk olmadığına göre o ruh da o bedenden şöyle bir geçiyor değildir. bunlar yapışık ve özdeşikse ya beraber alınır ya beraber atılır. aynı şekildedir kutsilik kısmı da şiiri de şarkısı da. memeye tutturulan şarkı neyse, kalbe yazılan da odur. sonra, dışarıdan bakınca ruhu nasıl gördüler acaba o beden aşağılayıcılar? beden bu kadar önemsizse aynı ruh bir farede olsa da sever miydin aynı şekilde, yoksa bundan iğrenir miydin? aynı ruh bir örümcekte, bir yılanda olsa? ama şuna evet diyeceksin; bir hastalıkla bozulsa bedeni, sevgin sürer miydi? evet deme sebebin yaşadıkların olabilir ki beden ve ruhun dışında en önemli sevdirici şey, hatıralardır. onları severiz biz asıl. beden bozulur, ruh değişir ama hatıralar hatırlatıcılarda diri kalır, yaşar. çünkü orada senin ve sevdiğinin bedeni de ruhu da genç ve diridir ve o an, o hatıra güzel ve coşkundur ve bu karışım öyle leziz, öyle el değmemiştir işte…
tamam, hatıraları fotoğraflarda sevin, armağanlarda ve rüyalarda… sevdiğimizin bedeni bozulsa, mesela kötürüm kalsa, ruhu değişse, mesela alzheimer olsa, yine seviyor olur muyduk? eğer cevap evetse, bu çok tuhaf çünkü her şeyi değişti yani o artık, o değil. her şeyi değişen bir şeyi hâlâ o yapan şey nedir? dünyadaki üç milyar karşı cinsten birisi artık o. niçin o? niçin bir başkası değil? eğer sadakat ve verilen sözlerse konu, bu sevgiyi değil, bakıcılığı açıklar. sevgiyse, niçin o? bu soru mühim çünkü sevmek bir bakıma dünyadaki üç milyar kişiyi terk etmek demek. bu acımasız toplu terk ediş için bu kadar güçlü olan sebebimiz nedir? durduk yere midir?
bence bedendi, ruhtu, şuydu buydu, hava durumu ve kıyafetimiz, tanışma ânımız ve o andaki ruh hâlimiz de dâhil, yaşımız ve biz de bu değişkenlerden birisi şüphesiz, her şey bu denklemde yerini alıyor. her bütün gibi tüm parçaları eksiksiz olunca tam çalışıyor, birini çekince tüm bina yıkılıyor. yani formülde her şey mükemmel olduğu için o an onu sevdik ve bir yıl sonra da alışmış olduğumuz için devam ettik. niye sevdiğimizi bile tamamen unuttuk. soranlara da gözleri filan diye saçmalıyoruz. sormazlar mı adama, “dünyada üç milyar göz var, niye onunki?” diye.
bir milyon tesadüfi faktör ile oluşan bu sevgiye inanıyoruz da yine üç milyar karşı cinsten birisi ile tekrar olmasını dünyanın en büyük ahlâksızlığı olarak görüyoruz. öyle değil mi? on beş yaşında karşı cinse bakar olduk ve yirmisinde birisine yemin ettik. tam kırk yıl boyunca aralıksız, üç milyar terk edişi aktif olarak yapacağımıza dair bir yemin! buna da inandık, kendimiz ve karşımızdaki adına. başkasına sulanış… tatbikatta değilse bile duygusal olarak bunun önüne geçmenin bir yolu yok kanımca. karşındaki, diğer üç milyardan birisini muhakkak isteyecek ve yapabilirse de gidecektir. pek çok yerde bir işe yaramayan toplum, o ikiyüzlü toplum, burada devreye kınama silahıyla var gücüyle girer de olası aile dağılmalarının önüne geçer. yoksa bu çılgın yalana bu kadar toplu inanılıyor görünülmesinin başka bir açıklaması olamaz. herkes bilir ki kendisi dünyanın en güzeli değildir, öyleyse bile bu kalıcı değildir. en güzel seven olarak görür bu yüzden birçok kişi kendisini ki bu da tam bir avuntudur çünkü çok seven, hele ki gençlerde çok seven boldur. çok seven bir genç bulmaktan daha kolay ne vardır? yani nadir olan tek bir şey vardır, hatıralar ki o da zaten karşımızdakinin kalbinde bir kopyası ile mevcuttur. netice olarak bağlayan tek şey olarak, o hep kızdığımız toplumun burnunu sokucu, her şeyi kurcalayıcı tarafı kalıyor geriye.
ya da tabii kimileri için bu, üç maymunluk bir aktivite de olabilir. madem kaçınılmazdır, olacak olan her şey olur, mesele depremsiz kapanır ve herkes bilmiyormuş gibi yaparak yaşamaya devam eder, çünkü bu imzalı birleşim -cemiyette saygın bir yer işgal etmek gibi- başka şeylere de hizmet etmektedir.
bu karamsar tabloya birçok kişi “aşk” ile karşılık verecektir ama unutulan şey, âşık olunan şey ile birlikte olmanın imkânsızlığıdır. aşkı gönül seçtiği ve kendisi son derece mantıksız seçimler yaptığı için, bir çınar ağacına âşık olmamızı talep ediyorsa âşık oluruz ama onunla evlenmeyi falan başaramayız. muhitimizden, sınıfımızdan, ailesi ailemize denk, yaşı uygun, boyu uygun, dili, dini, ırkı uygun, mümkünse bizi istemekte olan birini bulur imza atarız belediyenin huzurunda ve ondan çocuklarımız olur. bunlar gayet mantıklı, makul kararlardır da gönlün sana hiç bakmadan karşıya baktığı için seninle uygunluğunu filan düşünecek hâli yoktur. aşk o yüzden aşktır. evlilikte sana da bakılır çünkü denklik aranır ama aşkta bırak sana, dünyaya, evrene bile bakılmaz; yalnızca mâşuka, ille de mâşuka bakılır. sonsuzca ve sonsuzca… ayaklarla resim yapmak, sağır beste yapmak, on dili konuşabilmek gibi milyon kişide bir denk gelen, allah vergisi bir yetenek olan âşık olabilme becerisi, zaten nadirattandır. birçok safdilin kendini âşık sanması bir nabız problemi, kalp sektesi kabilinden bir göğüs marazı, damar hastalığıdır. bolca heyecanı ve kafasında uçuşan kelebekleri vardır, literatürde en uygun kelime diye “aşk” kelimesini yakıştırır, kullanır. olduğunu sanması yetmiyor gibi bir de imza attığı kişiye âşık olduğunu sanması son derece parmak ısırtıcı, şaşırtıcı bir durumdur. milyonda birlik bir yeteneği kendine yakıştıracak kadar kibirli bu heyecanlı genç, bir de bu âşık olduğu kişiyle imza attığını sanacak kadar şanslı olduğuna inanmaktadır. ama bundan bile çılgını var! bu imkânsız piyangonun kendisine vurduğunu sanan genç aynı zamanda karşısındakinin de bu vaziyette olduğunu sanmakta ve evet bu abese inanmaktadır. gençliğin verdiği sarhoşluk ve şaşkınlık hâlinden başka izahı olamaz bu piyango psikozunun çünkü nedense tüm gençlik bu vaziyettedir.
birileri âşık olur, birileri evlenir, birileri yalnız kalır ve bu devran hep böyledir.
ailenin, özel mülkiyetin ve devletin kökeni (almanca orijinal adı: der ursprung der familie, des privateigentums und des staats) friedrich engels’in 1884 yılında yazdığı ve devletin kökenini ve insanlık tarihinin ilk dönemlerini incelediği kitapta, insanların özünde poligam, yani çok eşli olduğunu, tek eşliliğin bir uydurma mülkiyet duygusundan kaynaklandığını söyler.
poligami iyidir veya monogami etiktir, denemez. evrensel olarak bu söylenemez. hindistan gibi yerlerde çok eşli kadınlar olduğu gibi arabistan gibi yerler de tersi var. hamile kalan taraf seçici olmak zorunda olduğu için genelde ikincisi çoktur tarihte ama şu doğrudur diye ayak üstü söylemek yanlıştır. doğru olan tek bir şey varsa tüm tarafların ortak rızası. bu rıza varsa dış gözlemciye yoluna gitmek düşer. parmağıyla işaret ederek “ahlâksızlığı” ifşa eden toplum önce ve sadece kendine bakmalıdır. eskimolar küser mesela sunduğu eşini kabul etmeyen misafirine. bunun gibi binlerce farklı örnek sıralanabilir tarihte. bu esneklik evlenme yaşı için de geçerli. burada biyolojik olanı takan yoktur ki. kültür sana şiddetle tepki göstermen gereken ayıbı öğretir, hem de bir açıklama bile yapmadan, sen de alır kullanırsın. bir sormalı bu ayıpların günahların referansı neresi, diye. tekrar söylüyorum, tüm tarafların rızasından daha kutsi bir şey olamaz. bizler içinde yaşadığımız zaman/zemin mahkûmları olarak perspektifimizi çok daraltıyoruz. tanrılara bakire kurban eden bir toplumda olsak bunu eleştirene ayıp ediyor derdik. senin öz gözlerinle gördüğün zaman dilimi, milyar yıllık dünyanın yirmi yılı ve gördüğün yer de koca dünyanın bir noktası olduğu için dar ve kabızsın. ahlâk, töre, ayıp, günah gibi kavramlar -pek çok şey gibi- coğrafya özelinde görecelidir. ah şu “bana ne” demeyi bir öğrensek…

şu konuyu da bir açıklığa kavuşturayım ki ömürlük meselem:
demiştim, eşyanın kendisinde mi var bir anlam? yoksa çıplakları giydiren, ruhsuza anlam veren biz miyiz? eşya konusunda detaylı gireceğiz ama estetik konusuyla ilintisinden dolayı belirtmek iktiza ediyor:
eşya ve hadiseler tamamen çıplak değildir. bir anlam potansiyeli, ham öz taşırlar. onlara bakar ve eşyadan önce anlamını görürüz. kendindeki anlamı ve bizim giydirdiğimizi… işte bizlerdeki libido sayesinde anlam abartması yapabiliriz.
bizler sesleri duymaz, ışıkları görmeyiz; bizler tat da almayız. bizler bir anlam cümbüşünü, doğrudan doğruya müşahede ederiz. en basit tahta masaya bile soluk cinsten de olsa biraz anlam yükleriz yoksa göremeyiz. evet, anlamı olmayan şeyi görmeyiz de.
eşyaya giydirilmiş emanet kumaş kaplamalarını alıp onarırız ve üzerinde çalışılmış anlamlar hâline getiririz. eşyanın özündeki bulunan ham potansiyelleri abartırız, dönüştürürüz; her kaplama, her anlam koku yapar. o kokuya duygu diyebilirsiniz. yani bir anlamda duygu tarafınızdan üretilir. sevgi, coşku, kıskançlık, nefret, pişmanlık, hüzün, burukluk… tarafımızdan abartılan anlamlardan, tüten koku kümeleri… elimizdedir yani. duygular enerji olduğu için düşünmek, öğrenmek, yaşamak ve hareket etmek için, duyguları doğru üretmek ve aşırıya, israfa kaçmamak gerekir. tabii cimri de olmamak…
bu konu hakkında bir söyleşi de yapmıştık
iki duygu tarafımızdan üretiliyor değildir. o yüzden mâruziyettir.
- 1-aşk
- 2-vâroluş anksiyetesi
aşkta durduk yere alınan zevk durduk yere çekilen acıdan çoktur. ikincisinde ise tam tersidir ama her iki mâruziyette de acı ve haz yüksektir. o yüzden cinnete yakındır. cinnet, delirme, cezbe, insanın kaldırabileceği zevkin ve acının üzerine çıkmakla olur. borsacıların “işlem hacmi” diye bir tabirleri vardır. gideni de geleni de toplarlar. total bir rakam çıkartılar… işte acı/haz toplamı arttığında -ki birlikte yükselir aromatize olduğu için- çıldırma eşiğine yaklaşılır ve cinnet korkusu başlar. kafatasının kemiği işte böyle sıkılmaya başlar terli avuçlar ile!
zannediyorum ki aşk yeteneği olanın varoluş anksiyetesi yeteneği de vardır ve birinden kaçarken ötekine tutulur.
durduk yere devam eden korku ve şüphe ve huzursuzluk temelli bir evrensel acı yayını gibi hayatın acılı-tatsız arasında gidip gelmesi ve varlığı ve ölümü devamlı fark ediş!
zeki demirkubuz filmlerinde olan şey budur. sartre’nin bulantı’sında anlattığı da. nuri bilge ceylan izleyin, andrei tarkovsky izleyin, lars von trier izleyin, michael haneke izleyin, yapabilirseniz gaspar noé ve béla tarr izleyin.
bir de şey, benim romanlarıma bakın. çok isterdim türkçede varoluşçu edebiyat olsun, biz de keyifli keyifli okuyalım ama bu çetrefilli dava benim cılız belime kaldı, çıtırdıyor. sorsanız çoğu edebiyatçı tanımını bile yapamaz, misaller verir dünyadan. maalesef durum budur.
bu varlık acısına sahip olan kişi, bunların üzerine giderse filozof olur, üzerine giderken o kristale tesadüf ederse âşık. kurtulmak için uyuşturuculara koşarsa da sarhoş.
işte hayat budur! aşk bu, vâroluş budur!
estetiği konuştuk.
estetiği konuştuktan sonra etiği konuşmanın esprisi de soren kierkegaard’a küçük bir selamdır belki, kim bilir…
*omurga 2.etik 3.estetik acı aforizma ahlak akıl anlam aşk ben bilim cemiyet değişim dolunay doğa duygu edebiyat estetik etik evrim felsefe insan kitap kötülük mimesis mutluluk nietzsche psikoloji sanat sevgi sinema sosyoloji söyleşi sürü tekamül tin us varoluşçuluk zeka çürüme ölüm özgürlük şair şiir şizofren
“Dünyada üç milyar göz var, niye onun ki?”
“Birbirimizi sonsuzluktan beri tanıdığımıza inanıyorum. “…Benim atomlarım ve senin atomların kesinlikle birlikteydi. Kim bilir, 13.7 milyar yıl içinde kaç defa daha bir araya gelmişlerdir. Benim atomlarım senin atomlarını tanıyor. Atomlarım atomlarını hep sevdi.“
I Origins
Aşık olunan bir çift gözün hikayesini anlatan bir filmdir.
Sevgiler