ayşe y. y. hanımefendi’den “çürüme” yorumu

  • 13 dakikalık bir metin-

emre timur’dan çürük ağacın kokuşmuş meyvesi “insanı” anlatan kıyıcı kitap “çürüme” üzerine bir analiz

öncelikle belirtmeliyim ki çürüme, emre timur’dan okuduğum üçüncü kitaptır. aynı zamanda bu, yazarın hem son hem de olgunluk dönemi kitabıdır. her kitabında yazarın kurgu dünyasına ve üslubuna daha aşina olmaya başladım.

emre timur toplumsal dengeyi/dengesizliği yine bir denge/dengesizlik kurgusu ile irdelemeyi; insanın fıtratını, yaşama amacını, hayata kattığı ve katamadığı değeri felsefî bir düzlemde anlatır. hilkat içinde insanı kavram ve olgu olarak ayrı bir yere koyar. tabiat ve hayvanattan farklı olarak düşünme kapasitesi olan insandan beklentisi fazladır ama aynı zamanda bu beklentisini karşılamayan insana kırgındır, kızgındır. diğer kitaplarında da bu his kırıklığını okuru acıta acıta anlatan timur’un çürüme kitabı tam olarak bu duygulanımı birkaç adım daha öteye taşımış, birkaç metre daha yukarı çıkarmıştır. şimdi yavaş yavaş nasıl çürüyoruz buna bakalım.

tıpkı şizofren kitabında olduğu gibi çürüme kitabında da yazar “mukaddime” bölümü ile giriş yapıyor. konunun ağırlığı, duygunun vehmi için adeta okuru bir hazırlık aşamasına tabi tutan, okurun beyin kaslarına ısınma yaptıran bu bölümde yazar bir bakıma “az sonra olacaklardan hem ben hem de tüm insanlık sorumludur” demek istiyor. henüz ilk satırlarda elimizdeki metnin derin bir kişilik tahlili, kıyıcı bir sosyolojik çıkarım, acılı bir psikolojiye sahip olduğunu anlıyoruz.

“o yüzden derim ki insanı anlamaktan başka ilim yoktur. uzaktan bakarsın tarih olur, yakından bakarsın psikoloji olur, içinden bakarsın fizik…” (s.5)

genel taslağa yani iskelete baktığımız zaman kitap inkılap yayınevinden çıkmış olup 317 sayfadır ve mukaddime bölümü hariç toplam 29 bölümden oluşmaktadır ve her bölüm başlığı aynıdır: entropi. kelimenin terim anlamına dair meraktan mütevellit yaptığım araştırmalar sonucu bunun varlığa ait bir iç dinamik olduğunu öğrendim. örneğin hastalanmak bir entropi sürecidir ve doktora gidip ilaç almak ise negatif entropi sürecidir. yanlış biçimde bir sistemin “arızalı durum” olarak adlandırılan bir durum işlevidir. toparlayacak olursak ve kitaptaki kullanımına bakarsak entropi tam olarak bir çürümedir. yani bozulma, mental olarak, ruhsal olarak, bedensel olarak olumsuz bir değişimdir. yazar, toplam 29 bölümde entropi başlığı altında toplumun farklı kesimlerindeki farklı hayatlardan bu bozulmaya dair kıyıcı örnekler sunuyor.

hemen ilk bölümden yine fark ediliyor ki diğer timur kitaplarında olduğu gibi ebeveyni tarafından bir terk edilme travması ile dünyaya gözlerini açan bir çocukla tanışıyoruz. aslında yazarın kitapları boyunca bu detaya meyletmesi tesadüfî olmasa gerek. çünkü bir başka yazarın kitabından da okuyup içselleştirdiğim bir cümle var:

“yarasız çocukluk yoktur” (psikolog gökhan çınar)

dolayısıyla timur kitaplarının kaide taşı aslında bireyin çocukluk yıllarıdır. o yıllar üzerine konuşlanan bina ya sağlam olur ya da çürük. kısacası timur’a göre çürüme ana rahmine düşüş ile hatta bedene ruhun üflenmesi ila başlar. çünkü genetik faktörleri de işe dâhil eden psikoloji bireyin ebeveyninden ayrı tutulamayacağını kanıtlamıştır.

daha ilk satırlarda dünyadaki yalnızlığını dile getiren yazarın “hamileyim deyince babam terk etmiş annemi. doğmuş bulundum. (s.11)” ifadesi bile bir çocuğun henüz anne rahmindeyken yaşadığı travmayı kanıtlıyor. ilerleyen bölümlerde geçen “şuralarda buralarda yanlışlıkla büyüdüm. büyümüş bulundum (s.38)” ifadesi de yine bireyin kaderinden azade bir şekilde dahil olduğu toplumsal travmayı kanıtlar niteliktedir.

birinci ve ikinci bölümlerde dikkatimi çeken başka bir husus ise timur’un diğer kitaplarından da aşina olduğum ana karakterin ailesini terk etme girişimidir. varoluşun bir nevi terk etmeyle başladığına inanan yazarın bu meylini felsefe tarihine baktığımız zaman da görebiliriz çünkü tarih boyunca tüm düşünürler maddi âleme dair ne varsa terk ederek bir yolculuğa çıkmaktadır. arayış bir anlamda terk edişle başlamaktadır.

karakter yaratımı:

karakter tercihi timur’da genellikle bezgin, karamsar, psikotik, yaralı, meczup, yalnız, çekingen, ürkek, korkmuş, tecrit edilmiş, özgüvensiz vb. tiplerdir. hayatın kaotik ve yaralayıcı tarafı göz önüne alınırsa bu tercihin ne kadar haklı bir duruş olduğu görülür. kurguya en uygun tiplemeler bunlardır. çürüme kitabında bu kasvetli havayı dağıtıp okura daha ılımlı daha mizahî bir anlatım sunmak adına komik bir karakteri (masum) eklemiş olsa da genel olarak çürüme’nin karakterleri yaralı insanlardır (öncü, kader, amir, masum, çocuklar, eş)

kitaplarında ana karaktere net bir isim vermeyi tercih etmeyen yazarın amacı kemik bir prototip yaratmaktan uzak kalmak istemesidir. çünkü romanları tüm toplumu ilgilendirdiği için yazar benî âdem yani tüm insanlık adına konuşmak ister. bu sebeple çürüme kitabında da ana karakterin ismi yoktur, biz onu örgüt içindeki takma ismi olan öncü ile biliyoruz.

ana karakterin en yakın arkadaşı hatta kendi deyimi ile kan kardeşim dediği kader ise bir transseksüeldir. küçük yaşlarda üvey babası tarafından taciz edildiği ve toplumun da ona başka türlü bir yaşam şansı tanımadığı kader de yine yaralı bir karakterdir.

örgütün başı amir ise her ne kadar toplum yararına illegal işler yapan, tabiri caiz ise modern bir robin hood olsa da içindeki enaniyet oldukça yüksek biridir. çünkü kendisine abi diyerek hitap edildiğinde kızmakta ve “ abi ne lan, amirim diyeceksin” demektedir. burada bile yani toplum yararına kurulmuş bir illegal cemiyette bile aslında yine toplumsal bir hiyerarşi vardır.

kitap almak için erkeklerle birlikte olan fahişe karakteri (daha sonra ismini vasîfe olarak öğreniyoruz) annesi tarafından çok dövülen, babası alkolik bir genç kızdır. o kadar çok korkutulmuştur ki acısını birine anlatmaktan bile imtina etmekte ve tüm derdini tuvalete anlatmaktadır.

öncü’nün arkadaşı ve örgütün diğer üyesi masum karakteri saf, söyleneni anlamayan/ yanlış anlayan (kadim halk edebiyatındaki karagöz ‘e benzettim), cahil, egoları ile hareket eden, komik bir tiplemedir. öncü’nün frenlemeleri ile yol almakta ama yine de yeri geldiğinde bildiğinden şaşmamaktadır. aslında bu minvalde bakınca masum iptidai insanı örneklemektedir. bilgisizliği biraz da saflığından gelmektedir. büyük hayalleri yoktur bu sebeple bir çöp konteynerinde yaşamak ona sarayda yaşamak kadar huzur vermektedir.

karakterlerin eminsizliği için psikoloji ne diyor?

tüm timur kitaplarında olduğu gibi çürüme’de de karakterler düşünceleri ve davranışlarından emin değiller. uzun zaman aralıkları bir yana an içinde bile fikriyatları boyut ve düzlem değiştiriyor. bu kendinden emin olamama durumunu psikoloji yine çocukluk travmalarına bağlar. küçük yaşlarda korkutulmuş, bastırılmış çocuklar yetişkin olduğu zamanlarda bu travmayı kendinden emin olamama, kendini ifade etmede güçlük ve sürekli bir endişe hali ile açıklar. kitapta bunu kanıtlayan yüzlerce ifade vardır:

“gençlik yıllarımızda yapardık böyle şeyler. yo, yapmazdık.” (s.24)

“kararmakta olan veya aydınlanmakta olan bir oda…”(s.25)

“hafiften altımı ıslattım ya da öyle sandım.” (s.45)

kitapta örgüt adına çalışan doktor dahi öncü’ye tedavi uygularken, yaşadığı şeylerin bir halüsinasyon olduğunu, aslında kimseyi öldürmediğini, küçük yaşta annesini ve kardeşine yangına kurban verdiği için ölen herkesten kendisini sorumlu tuttuğunu söylemektedir. bir bakıma kitapta doktor karakteri ile aslında psikoloji bilimi konuşmaktadır. hatta öncü dertlerinden kurtulmak için madde kullanınca yine doktor sert uyarılar yapar ve bu yolla sıkıntılarının üstesinden gelemeyeceğini söylemektedir. peki bu kadar sıkışmış bir birey nasıl feraha çıkacaktır. bir yanda geçmiş yaşantılar, bir yanda toplum içinde kendin gibi olamamak, bir yanda bilimin mantıklı açıklamaları varken birey ışığa nasıl kavuşacaktır? bilmiyoruz, çünkü yazar da zaten bu bilmeyişi yazıyor bir bakıma. yazar da biliyor ki evren kurulalı beri “kötülük” ile mayalanmış insan çamuru topyekûn ıslah edilmediği sürece tek tek insanı tedavi etmek mümkün değildir. zira bu iş bataklığı kurutmak yerine sinek avlamaya benzer. sanırım burada da bilimin yaratılış karşısındaki çaresizliği devreye giriyor.

mekân seçimi ve diğer kitaplarla benzerlikler:

emre timur yarattığı kurguya uygun olarak daima kasvetli, rutubetli, toplumun belli kesiminin (elit tabaka, sosyo-ekonomik düzeyi yüksek kesim)  uzak durduğu, yıkık dökük, hastalık fışkıran, kokuşmuş, ötelenmiş mekânları tasvir ve tercih eder. hatta tesadüf olduğunu düşündürmeyecek bir şekilde dinlenilen müzik arabesk ve tercih edilen sanatçı da müslüm baba’dır. kurgu ve işleyiş penceresinden bakıldığı zaman birbirine puzzle parçaları gibi uyan bu kurgu-mekân ilişkisi eleştirilemez. buhranlı mıdır, evet. okuru kasvete sürükler mi, evet. ama zaten yazar da kimseye gül bahçesi vadetmiyor aksine “huzurunuzu kaçırmaya geldim” diyor. kaldı ki yazarın misyonu zaten dünyada uykuda olduğunu bilen insanın daha derin bir uykuya yatmış vicdanını çivili bir yatağa mecbur uyandırmaya çalışmak. yazarın tüm metinlerde dil seçiminde bu yüzden “siyah-beyaz, vıcık vıcık, kusmak, intihar, nefret vb.” ifadeler çokça geçer. yazar “duyun artık, görün artık, bir durun artık! bakın böyle hayatlar da var, hani birimiz hepimiz için hepimiz birimiz içindik, hani neredesiniz?” diye bas bas bağırmaktadır. bunu yaparken elbette dâhil olduğu egzistansiyalizm felsefesi gereği bazı derin anlamlı kelimeler hatta farmakolojik ifadeler kullanmıştır. bu yoldan bakılınca vasat okur için ağır, ağdalı bir kitap dili ortaya çıkıyor. kaldı ki yazar yine de bu algıyı kırmak için oldukça samimi davranmış lakin yine de timur kitaplarını okumak ve anlamak için bir kuple de olsa felsefe biliyor olmak lazım. çünkü timur, felsefeden yararlanır evet ama bunu fikir üretmekten ziyade fayda sağlamak için yapar.

yine bu kitap da diğerlerinde olduğu gibi dikkati çeken bir inanç sistemi mevcuttur. karakter intihar edip bu çürümüşlüğe son vermek ister (çünkü çürümeyi ancak ölüm durdurur, çünkü insan yaşadığı sürece çürür ve çürütür) fakat bir yanıyla allah’a çok inanır. cennet cehennem kavramlarına inanır:

“sen beni dinsiz bir adam sandın değil mi? (s.257)” ifadesi de bu inancın kanıtıdır. yeri geldiğinde “hiç âdetim olmadığı halde camiye gittim” şeklinde sert ifadelere rastlasak da bu yöneliş ile aslında toplumun kuru softalarını eleştiemektedir ki bu yönüyle de timur kitaplarında sızıntı halindeki o sosyal ve dinî hicvi çok seviyorum. öyle ya “hani komşumuz açken biz tok yatmayacaktık?”

din konusuyla oldukça sıkı bir gönül bağı olan yazar tüm kitaplarında bunu sezdirir. palyaçonun listesi’nde de ana karakterin yolu bir derviş ile kesişiyordu, çürüme kitabında da öncü’nün yolu bir şeyh ile kesişiyor. şeyhin kendisine söylediği “ölmeden ölemiyorsan, ölünce ölmeyeceklerden ol. (s.152)” ifadesine bakınca yazarın “topluma faydası olan kişi ölse de ölmez” inancı ve islamiyet’teki “amel defteri açık kalan kul” tanımlaması ile ne kadar da benzer ve örtüşük değil mi?

yine her kitabında kur’an’dan sureler ya da sahabe hayatından anekdotlar ile metni zenginleştiren yazar çürüme kitabında da öncü’yü, birinin adı hachiko olan sekiz köpekle arkadaş ettirerek ve ilerleyen bölümlerde bunu ashab-ı kehf’e dayandırarak ne kadar güzel bir telmih sanatı sunuyor okura. hatta bu bölümlerde isminden memnun olmayan hachiko’nun serzenişleri ile yine harika bir mizah yakalıyor. insandaki kibir, hırs, temayül, nefret, tutku vb. duyguların çürümeyi hızlandırdığı ve bunlar hayvanlarda olmadığı için kurulan bu insan-hayvan dostluğunun insana ne kadar iyi geldiğini vurgulayan yazar aynı zamanda kehf mağarasındaki uyuma ve uyanışa da atıfta bulunuyor. tüm bu islamî detaylar metni benim gözümde diri ve sağlam tutuyor.

dil ve üslup tercihi:

kısa cümle kuruluşları ile rahat bir okuma süreci sağlıyor çürüme. konusu ve kurgusu gereği zaten ağır olduğu için sade bir anlatım tercihi çok isabetli olmuş. yer yer birkaç eski türkçe kelime olsa dahi (beni zorlamadı) bunlar manası anlaşılmayacak kelimeler değildi.

yazarın tarzı devrik cümle üzerine kurulu. bu artık onun imzası olmuş. bu sebeple çok fazla devrik cümle kullanımı kişisel bir eleştirim olsa da kitabın bütününe bir zararı olmadığı için genel okur kitlesi tarafından hoş karşılanabilir.

ana karakter de yan karakterler de avam (sosyo-ekonomik ve kültürel düzeyi düşük) tabaka mensup olduğu için kaba bir dille konuşturulmuş. yer yer sokak jargonu yer yer küfür tercih edilmiş. ancak bu ifadeler metnin iskeletine uygunluk açısından bence gereklidir. kaldı ki popüler edebiyatın yoz dilinin yanından timur’un ifadeleri devede kulak gibi kalır ve çok su kaldırır. okuru tiksindirmeyen, oldukça tadında ifadelerdir. hem zaten ana karakter sonradan kitap okumaya başlayınca dili daha olgun bir hal alıyor ve cümleleri daha felsefî bir boyuta taşınıyor. aslında yazar bu geçişle bile “okuyun işte, ancak okuyarak değişir ve gelişiriz” diye subliminal bir mesaj da veriyor.

metaforlar:

sinek:

ana karakter öncü farklı zaman ve mekânlarda sürekli cama çarpıp duran bir sineği gözlemler. sinek canhıraş şekilde cama kafasını vurmaktadır. benzer şekilde öncü de kriz anları gelince kafasını duvara vurmakta ve ancak o şekilde sakinleşmektedir. sinek de defalarca kafasını cama vurduktan sonra açık kalan pencere boşluğunu keşfeder ve özgürlüğe uçar. baktığımız zaman bu metafor ile yani kafa vurmak ifadesi ile aslında yazar “zihnin doğruya ulaşması için biraz zorlanması lazım, açıklığı görmek için zihni çalkalamak lazım, bu da ancak aynı şeyi defalarca deneyerek olur” demek istemiş olabilir.

kitapsever fahişe:

erkeklerle kitap karşılığında birlikte olan fahişe metaforu ise ne yazık ki hem ülke hem de dünya genelinde kadına biçilen değeri sembolize ediyor. ereklerine ulaşmak için, yaşamını idame ettirmek için kadının kendi bedeni ile yaptığı fedakârlık, mücadele ne yazık ki kitapta da en çıplak haliyle anlatılıyor. sevgi dilini bedensel fedakârlıkla öğrenen kadın algısı değişsin diye yazar âdeta bunu fahişelik kavramı ile ilişkilendiriyor.

çürüme:

kitabın tüm yapısına egemen olan ana metafor diyeceğimiz çürüme, yazara göre ruh olarak yaratılmamızla başlıyor aslında. bu nokta da yazarın ilahî kudrete isyan ettiği anlaşılmasın. açacak olursak yazar aslında insanın varlık olarak doğuştan kötü olabileceği bir fıtrata sahip olduğunu ancak doğru yönlendirme, vicdan ve ahlak eğitimi, rol anne-baba olmakla sağaltılabileceğine dikkat çekiyor. hali hazırda dünyanın kendisi de çürüme üzerine kurulu. bu şekilde yani birine temas ederek, bakışarak, konuşarak hatta düşünerek zaten her saniye çürüyoruz; yazar da bunun farkında. amaç ne peki? amaç bu çürümeyi doğru akışa yönlendirme. nasıl ki tarih boyunca çürüyen fikirler, mekânlar, canlılar yeni bir varlığa dönüştüyse en azından biz de çürümemizi yine bir fayda neticesine yönlendirelim demek istiyor. yıkık bir binayı restore etmek gibi düşünebiliriz bunu. ya da fosil olmuş, petrol olmuş canlı bedenleri gibi düşünebiliriz. sevgili timur aslında “madem çürüyoruz akıllıca çürüyelim!” demek istiyor. zira tanrı insanı yaratmak istediği vakit melekler “yeryüzünde bir halife mi yaratacaksın?” deyip endişe etmekte haklılarmış demeyelim. allah’ı kulundan mahcup etmeyelim. timur’a kulak verelim ve onun “hepimiz taşın altına elimizi koyalım” diye sayfalar dolusu sunduğu davete icabet edelim.

dürbün ve ayna:

şizofren kitabında ana karakter sürekli aynalarla konuşurdu, onlardan akıl alırdı. o tahlilimde de bahsetmiştim. ayna tasavvuf inancında da bireyin kendisiyle yüzleşmesini sembolize eder. çürüme kitabında da ayna metaforu var ve bu defa yanına bir de dürbün metaforu eklenmiş. çünkü kitapları boyunca “acaba toplumun ve insanın bu durumunda suçlu ben miyim?” diyerek kendini yiyip bitiren roman karakterleri bu defa gözünü uzaklara dikip “ acaba benden bir tane daha var mı, acaba bu durumda olan kaç kişi var” demeye başlamış. farkındalık ben’den başlayıp diğer insanlara doğru dalga dalga genişlemeye başlamış.

şeyh:

yukarıda da bahsettiğim gibi islamî duyuşa önceki kitaplarında da sık sık yer veren timur, çürüme’de de kahramanın yolunu bir şeyh ile kesiştiriyor. çünkü insan dertlerinen mantığı ve bilim ile çözüm bulamadığı noktada ilahi bir güce sarılır. bilim bile artık inancın gücünü ve frekansını kabul etti. dolayısıyla emre timur her ne kadar kitaplarında felsefe ve bilimden çok yararlansa da yanına hemen dinî ögeleri kondurarak sağlam bir roman iskeleti kuruyor.

konu:

neden en son konuya değindim? kitap analizlerinde önceliğim hep kurgu ve işleyiştir. neticede her yazar bir şekilde anlatacak bir şeyler bulur. benim arayışım nasıl anlattığı yönünde. çürüme’nin konusu yozlaşmış ve gittikçe dibe batan toplumda hırsızı, yolsuzu, katili, ahlaksızı yeterince cezalandırmayan adalet sistemine karşı kurulmuş illegal bir örgütün kendi adalet sistemini oluşturması ve üyeleri vasıtasıyla bunların hak ettiği ölüm cezasını kesmek. öncü de bu örgüte üye olarak önce gözünü kırpmadan ceza kesmeye başlar. ancak sonraları kötülüğün derecesini ve çıkış noktasını hesaba kattıkça öldürme eyleminin gerekliliğini sorgular ve neticede kolaylıkla insan öldüremez. zira öldürebilse zaten kendini öldürecektir. çünkü kendisi de evini çocuklarını terk ederek yeterince kötülük yapmış ve yeterince çürümüştür. sistemin parçası olmamaya gayret ettikçe o çamura bulanmıştır ve en nihayetinde tamamen çürüyerek kan kardeşini, arkadaşını öldürür.

yazar yine de insanlığa bir umut ışığı yakıyor ve aslında niyete bakıldığı zaman kötülüğün tartışılabilirliğine değiniyor. günün sonunda her bireyin de yine kendi hatasından, çürümesinden mesul olduğuna değiniyor. sistemin bir parçası olsak dahi bireysel sorumluluk yadsınamaz diyor. kitabın 29. bölümde son bulması tesadüf olmasa gerek. çünkü 29 asal sayıdır ve kendisinden başkasına bölünmez. tıpkı insanın da bile isteye, kendi iradesi ile yaptığı kötülüğün bedelini kendisinden başkasına yükleyemeyeceği gibi.

ayşe yazıcı yavuz

trabzon, eylül 2023

sanat, felsefe, hayat söyleşisi-bir tv

  • 1 dakikalık bir metin-

-söyleşilerinizde sık sık içi-dışı bir, özü-sözü bir gibi pozitif kavramları eleştiriyorsunuz. bunlar sizin için negatif kavramlar mı? bir kişinin söylediği ile yaptığının tutmaması niçin pozitif olsun? bu ikiyüzlülük değil mi?


-psikoterapi ve kişisel gelişim zıt şeyleri mi hedefler? sizce farkları nelerdir?


-özgürlük talebimizi eleştiriyorsunuz, özgürlük negatif bir kavram mı? niçin özgürlük aleyhinde konuşuyorsunuz?


-stoa felsefesini de varoluşçuluğu da takip ettiğinizi söylüyorsunuz; bu iki ekol zıt değil mi? nasıl ikisini bir arada savunabiliyorsunuz?


-mutsuzluk ve huzursuzluktan çok bahsediyorsunuz, bu ikisi farklı şeyler mi? farkları nedir?


-yazgıya çok vurgu yapıyorsunuz; kaderimizi, kendimizi değiştiremez miyiz?


-evrim teorisine çok vurgu yapıyorsunuz; bu teori biyolojiyle, doğayla ilgili değil mi? bizim yaşamımızla ne gibi bir bağı olabilir?


-bir edebiyatçının felsefe bilme zorunluluğu var mı? siz çok vurgu yapıyorsunuz. İkisi ayrı alanlar değil mi?

bulantı, teslim, işgal ve yabancılaşma döngüsü

  • 5 dakikalık bir metin-

bulantı, teslim, işgal ve yabancılaşma döngüsü

yanmış ve uyanmışlar hariç bu metin kimseye bir şey anlatmaz ki bu da bu metnin önemli bir kalabalık için tamamen anlamsız olması demek.

yanmış ve uyanmış olmak bir çeşit yazgı. seçmezsin, seni bulur. bulduğunda da “uyanmış” gibi değil, daha ziyade “yanmış” diye tanımlarsın kendini. uyanma eylemi bir aydınlanma çağrıştırdığı için ve her aydınlanma bir hamilelik dönemi varsaydığı için gecikmeli gelir ki ötekileşmenin başlangıcı genelde on yaştır, yirmi yaşında da tamamlanır. bu tabii kadınlar için, erkeğin durumu daha vahim çünkü akıl gelişimi zekâ gelişiminin gerisinden geldiği için şaşkın ördek olma hali otuzu bulabilir.

öteki-sürü kavram çifti ile izah ettim bunu hep, yaklaşık aynı şeyden söz ediyorum.

yanmış/uyanmış -ya da diğer deyişle öteki- tuhaflığı ilk fark ettiğinde normal taklidi yapar ve bu onda yerleşir. taklit olan normallik ile doğal normallik fark edilir. dışarıdan bakınca bir gariplik olduğu bellidir ama bunu en çok öteki’nin kendisi hisseder. bilmediği bir dili konuşuyorlardır, bilmediği duygulardan bahsediyorlardır, aittirler, sahiptirler ve adeta tek parçadırlar ve öteki onları şaşkınca izlemektedir. hiç kimsenin anlamayacağı bir acı duyumsamaya başlar. bu bir bakıma yaklaşan öteki’liğin şiddetiyle beraber ergenlik sorularındandır. anlam sorusu fazla erkene alındığı için ve bu soru her zaman can yaktığı için öteki, ergenlik ilerledikçe ıstırap çekmeye başlar.

aslında bu durum anlam aşırılığı ile anlam hiçliği döngüleri şeklinde olur ki anakronik bir biçimde aynı şeydir. anlam aşırılaştıkça kendisini zehirler (anlam zehirlenmesi) ve içine çöker ki bu da nihilizmdir, yani anlamsızlık. anlamın bu aşırı yer değiştirme hamleleri öteki’yi fena halde yorar. birden tüm gücüyle var olan renk ve fırtına cümbüşü çıkıverir ve birden temeli kayıp yok olmuş bir grileşme ve hissizleşme intihar hissi uyandırır.

öteki için en zor dönem yirmi yaş öncesi dönemdir çünkü problem, karşısında en bariz bir biçimde çıkmıştır artık. en fenası da herhangi bir silahlanma yoktur henüz ortada. bunun en temel sebebi de sağlam bir referans, güçlü bir dayanağın olmamasıdır. bu dönemde güçlü bir fırlatış ile kendisini dinin içine atabilen öteki çıldırmaktan kurtulabilir. din elbette sadece tanrısal değildir; milli duygular, ideolojiler, çeşitli fanatizmler de bir çeşit dindir çünkü anlam illüzyonu yaratır ve yaralıyı yatıştırır.

öteki’nin ötekiliği ailesi, arkadaşları, kendisi ve hatta lalettayin yabancılarca anlaşılmaya başlar. bu da öteki’nin gerginliğini arttırır.

anlam döngülerinden bahsettik, bir döngüsü daha vardır öteki’nin;

yalnızdır, çok yalnızdır. bu bir bulantı hissidir. acı çeker, bir el arar, bir kol arar. önce bulamaz ve bulamadıkça acısı katlanır, yalnızlığı da. sonra birilerine sığınır, teslim olur ve bu sırada normal taklidi şiddetlenmiş, iyice kimlik kaybı yaşamıştır. kendiliği minicikleşir ve şişmanlayan kimliği yüzünden kişiliği ezilir de ezilir. bu teslim oluş, zamanla bir sürü işgaline dönüşür. öteki artık algılanmanın tiksindirici nesneleşmesini, sömürülmeyi, rol yapmayı son raddesine kadar yaşar ve bu da yalnızlık ve bulantı acısının öteki ucundaki acıdır, yani yabancılaşma acısı. artık öteki herkese her şeye yabancı hissetmektedir, en önemlisi kendine. bu sırada kendisini kaybettiği hissine kapılır çünkü bulamaz. neticede bu işgal arttıkça ait ve sahip olmaktan boğulur ve hasret içinde kaldığı yalnızlığına fırlatır kendini. bir süre yalnızlığın -o eşsiz- tadını çıkarır ve döngü başa döner çünkü bulantı hissetmeye yeniden başlar.

bu bulantı-yabancılaşma döngüsünde iki acı ucu odaklanma kaybı, heves kaybı, uyku kaybı, tuvalet kaybı ve neşe kaybıyla sonuçlanır. belirtileri bunlardır. doktora gitse hatta bipolar teşhisi bile alır ama hiçbir doktor maalesef ona “sen bir öteki’sin” demez.

bu nöbetler ve anlam krizlerindeki kişiye gidip efenim spor yap, sağlıklı beslen filan demek komik olsa da maalesef tek seçenek; spor yapacak kadar eylem kabiliyetinde olunsa zaten ortada bir sorun yok demektir. içinde biraz, bidonun dibinde birkaç damlacık hamle yeteneği kalmış olan öteki, kendisini zorla, evet, zorla bir şeylere fırlatması bazen iyidir. hiç değilse nöbet geçene kadar ki döngüleri birkaç ay veya haftaya yayılabilir.

çok fazla düşünmek ve anlam aramak gibi bir problemin insanlık tarihinde hep üç çözümü oldu. birincisi hayattan çıkmak, filmi bitirmek ki bir çözüm değildir elbette. ikincisi uyuşmak, sarhoşluğun çeşitli cinslerine gömülmek ki bu bazen bir alkolik olmak, işkolik olmak, derskolik olmak, aile kurmak, siyasi parti kurmak olabilir; üçüncüsü de sorunun üzerine gidip tüm felsefe kitaplarını yemek ve anlam denen meret ne ise peşine düşmek, ümüğünü sıkmak, onunla dövüşmek, mümkünse yenmek.

yendim; ben üçüncü yolu seçtim.

çıldırtıcı, kanırtıcı, boğucu, nöbetli, tekinsiz, krizli yıllar ve yıllar… birden dolan, birden boşalan anlamlar ve anlamsızlıklar… sanat mı? evet, o iyi ki var. sanat, anlamsızlık krizlerimiz için en güçlü reçete bana göre. tüm anlam boşluklarını sesin, görüntünün, tadın estetiği ile dolduruyor da dolduruyor. yanış, uyanış belasına müptela kişiye teselli olarak zaten yanında muhakkak sanat yeteneği de veriliyor. 

sonra yıllar geçiyor… yol giderek kolaylaşıyor, bu doğru ama bu kolaylaşma göreceli bir kolaylaşma. yani yirmili yaşlar otuza yaklaştıkça sorun yavaş yavaş netleşiyor. kırk geldikçe hafif bir bilgelik ve enerjinin devamlılığı sayesinde en üretken çağ başlamış oluyor. elli ile beraber düşen enerji ve netleşen anlam tablosu artık öteki’nin en iyi zamanları belki de…

ben kendi anlamımı anlatabilirim ama bu benim anlamım olduğundan başkası için anlamsız olabilir; bence tek ödevimiz kendilik. bundan öte ödev bilmiyorum. buna gözümü diktim ve bunun kurduğu anlam alt ödevler yarattı ve beni tatmin etti ki en büyük arayışımız da sanırım bu tatmin duygusu.

yazmak da sağaltıcım oldu. kendi sanatını bul, belki seninki müziktir. felsefe ile yolu ararken sanattan ağrı kesiciler alacağız. öteki’nin yolu bu işte. bir bakıma da kaderi. biz müptelası olduğumuz için bu yolda değiliz, başka türlü çıldıracak gibi oluyoruz.

nihilizmin iki yüzü: nietzsche ve dostoyevski’nin karşılaşması

  • 13 dakikalık bir metin-

nihilizmin iki yüzü: nietzsche ve dostoyevski’nin karşılaşması

dünya tarihi dev bir değişimin eşiğinde. benim –belki de bilimkurgu filmleri yüzünden- pek ciddiye almadığım yapay zeka çok farklı bir noktaya geldi. çoğu kişinin dalga geçmekten başka bir amaç için kullanmadığı “gpt chat” dev bir iş yaptı: nietzsche ve dostoyeviski’yi buluşturdu. size bu yazımda bundan bahsedeceğim.

3.5’tan sonra 4 devrimsel bir değişimdi ve bing kullanarak kendisi ile ücretsiz sohbet edebiliyorsunuz. ettim. hayalim şuydu; dostoyevski ve nietzsche’nin denk geldiklerine dair bir tarihi veri yok ama buluşmuş, konuşmuş olsalar nasıl olurdu? hangi yıl, nerede, saat kaçta olurdu? yani tarihi verilerle çelişmekeyecek bir kurgu nasıl hazırlardık?

bing’in cevaplarına geçmeden önce fotoğraflardan bahsedeyim; o da yapay zeka yaratımı. “midjurney” tarafından oluşturulmuş sahte fotoğraflar bunlar.

tekrar söylüyorum, bu tasarım tamamen yapay zekaya aittir ve hiçbir yönlendirici ek açıklama ve bilgi vermedim.

ben:

dostoyevski ve nietzsche’nin bir araya gelip sohbet ettikleri bir senaryo yazacak olsak, tarihi kaynaklar ile çelişmeyecek bir kurguyu nasıl tasarlardık? bu ikili hangi ilde, hangi yılda, hangi amaçla buluşurdu? buluştuklarında hangi kitapları yazmış olurlardı, kaç yaşında olurlardı ve ne konuşurlardı?

bing’in cevabı:

dostoyevski ve nietzsche’nin avrupa’da bir araya gelip sohbet ettikleri bir senaryo yazacak olsak, tarihi kaynaklar ile çelişmeyecek bir kurguyu tasarlamak için dostoyevski’nin avrupa seyahatlerini incelememiz gerekir. dostoyevski hayatı boyunca birkaç kez avrupa’ya gitmiştir. ilk seyahati 1862 yılında olmuş ve almanya, isviçre, fransa ve ingiltere’yi ziyaret etmiştir1. ikinci seyahati 1863 yılında olmuş ve yine almanya ve fransa’ya gitmiştir1. üçüncü seyahati ise 1865-1867 yılları arasında olmuş ve bu sefer italya, isviçre ve almanya’yı görmüştür1.

bu seyahatler sırasında dostoyevski’nin nietzsche ile karşılaşma ihtimali çok düşüktür. çünkü nietzsche o yıllarda henüz ünlenmemiş ve eserlerini yayımlamamıştır. nietzsche’nin ilk kitabı olan doğuştan filozoflar 1872 yılında çıkmıştır2. Dolayışıyla dostoyevski’nin nietzsche’yi tanıması veya ilgi duyması mümkün değildir.

ancak hayali bir senaryo yazmak için bu engeli aşabiliriz. belki de dostoyevski’nin ikinci seyahatinde paris’te nietzsche ile karşılaştığını varsayabiliriz. çünkü nietzsche o yıl paris’te yaşamış ve schopenhauer’in felsefesini öğrenmiştir2. belki de dostoyevski’nin schopenhauer’e olan hayranlığı onu nietzsche ile tanıştırmıştır. bu ikili paris’te buluştuğunda dostoyevski 42 yaşında, nietzsche ise 19 yaşındadır. dostoyevski suç ve ceza, budala, karamazov kardeşler gibi romanlarını yazmamıştır. nietzsche ise henüz bir öğrencidir ve felsefi görüşleri şekillenmemiştir.

bu ikili arasındaki sohbet nasıl olurdu? belki de dostoyevski nietzsche’ye rusya’daki siyasi durumdan, petrashevski çemberi’ne üyeliğinden, sibirya’daki sürgün hayatından bahsederdi. belki de nietzsche dostoyevski’ye schopenhauer’in felsefesinden, wagner’in müziğinden, yunan mitolojisinden söz ederdi. belki de ikisi de avrupa’daki kültür ve sanat ortamından, edebiyat ve felsefe akımlarından konuşurlardı.

bu senaryonun devamını sizin hayal gücünüze bırakıyorum. 😊

ben:

bu sohbet gerçekleşseydi, hangi dilde olurdu sence?

bing:

bu sohbet gerçekleşseydi muhtemelen fransızca olurdu. çünkü bu iki ismin ortak bildiği tek dil fransızca idi. dostoyevski fransızca’yı iyi biliyordu ve avrupa seyahatlerinde bu dili kullanıyordu. nietzsche ise fransızca’yı almanca ve ingilizce ile birlikte öğrenmiş ve akıcı bir şekilde konuşabilmişti. rusça veya almanca konuşmaları pek mümkün değildi. çünkü dostoyevski almanca’yı çok az biliyordu ve nietzsche de rusça’yı hiç bilmiyordu.

ben:

ikisinin de fransızca bildiğine emin miyiz?

bing:

evet, ikisinin de fransızca bildiğine eminiz. dostoyevski fransızca’yı iyi biliyordu ve avrupa seyahatlerinde bu dili kullanıyordu1. nietzsche ise fransızca’yı almanca ve ingilizce ile birlikte öğrenmiş ve akıcı bir şekilde konuşabilmişti2. hatta nietzsche dostoyevski’nin romanlarını fransızca çevirilerden okumuştur3. bu yüzden bu iki ismin ortak bildiği tek dil fransızca idi. rusça veya almanca konuşmaları pek mümkün değildi. çünkü dostoyevski almanca’yı çok az biliyordu ve nietzsche de rusça’yı hiç bilmiyordu2.

ben:

öyleyse bu sohbetin ilk beş on cümlesini gerçekçi bir şekilde, o günün fransızcasıyla kurgular mısın?

bing:

bu sohbetin ilk beş on cümlesini gerçekçi bir şekilde o günün fransızcasıyla kurgulamak için 19. yüzyıl fransızcasının özelliklerini bilmemiz gerekir. bu dönemde fransızca standartlaşmaya başlamış ve paris’te konuşulan francien lehçesi diğer lehçeler üzerinde baskın olmuştur1. ancak fransızca hâlâ latin kökenli bir dil olduğunu gösteren bazı özellikleri korumuştur. örneğin, fiillerin çekimleri daha zengin ve karmaşıktır. ayrıca fransızca’nın yazımı ve telaffuzu arasında büyük farklar vardır. yazımı latin alfabesine dayanırken, telaffuzu ses değişimleri ve düşmeler nedeniyle latinceden uzaklaşmıştır2.

bu bilgiler ışığında dostoyevski ve nietzsche’nin sohbetinin ilk beş on cümlesini şöyle kurgulayabiliriz:

dostoyevski: bonjour, monsieur. je m’appelle fiodor dostoïevski. je suis un écrivain russe. (merhaba, beyefendi. benim adım fyodor dostoyevski. ben bir rus yazarım.)

nietzsche: enchanté, monsieur. je m’appelle friedrich nietzsche. je suis un étudiant allemand en philosophie. (memnun oldum, beyefendi. benim adım friedrich nietzsche. ben bir alman felsefe öğrencisiyim.)

dostoyevski: qu’est-ce qui vous amène à paris? (sizi paris’e getiren nedir?)

nietzsche: je suis venu pour étudier la philosophie de schopenhauer. et vous? (schopenhauer’in felsefesini öğrenmek için geldim. ya siz?)

dostoyevski: je suis venu pour voir les merveilles de la culture et de l’art français. j’admire beaucoup la littérature française. (fransız kültürü ve sanatının harikalarını görmek için geldim. fransız edebiyatına çok hayranım.)

nietzsche: quels sont vos auteurs français préférés? (fransız yazarlardan en çok hangilerini seviyorsunuz?)

dostoyevski: j’aime beaucoup victor hugo, honoré de balzac et george sand. et vous? (victor hugo, honoré de balzac ve george sand’ı çok seviyorum. ya siz?)

nietzsche: j’aime aussi hugo et balzac, mais je préfère voltaire et rousseau. ıls sont plus proches de l’esprit des lumières. (hugo ve balzac’ı da seviyorum ama voltaire ve rousseau’yu tercih ediyorum. onlar aydınlanma ruhuna daha yakınlar.)

dostoyevski: vous croyez à l’esprit des lumières? vous pensez que la raison peut résoudre tous les problèmes de l’humanité? (aydınlanma ruhuna inanıyor musunuz? aklın insanlığın tüm sorunlarını çözebileceğini mi düşünüyorsunuz?)

nietzsche: pas tout à fait. je pense que la raison a ses limites et que l’homme a besoin d’autre chose pour donner un sens à sa vie. peut-être l’art, peut-être la religion, peut-être quelque chose de nouveau… (tam olarak değil. aklın sınırları olduğunu ve insanın hayatına anlam vermek için başka bir şeye ihtiyacı olduğunu düşünüyorum. belki sanat, belki din, belki de yeni bir şey…)

ben:

o gün bu iki yazar hangi eserlerini henüz yazmamıştı?

bing:

bu iki yazarın hangi eserlerini henüz yazmamış olduklarını bilmek için onların hayatları ve eserleri hakkında bilgi sahibi olmamız gerekir. dostoyevski 1821-1881 yılları arasında yaşamıştır. nietzsche ise 1844-1900 yılları arasında yaşamıştır. bu sohbetin 1863 yılında paris’te gerçekleştiğini varsayarsak, dostoyevski’nin en önemli romanları olan suç ve ceza (1866), karamazov kardeşler (1880), budala (1869), yeraltından notlar (1864) gibi eserlerini henüz yazmamıştır. sadece insancıklar (1846), ölüler evinden anılar (1862), beyaz geceler (1848) gibi daha erken dönem eserlerini yazmıştır1. nietzsche ise henüz hiçbir kitabını yayımlamamıştır. ilk kitabı olan doğuştan filozoflar 1872 yılında çıkmıştır. diğer önemli eserleri olan böyle buyurdu zerdüşt (1883-1885), ahlakın soykütüğü (1887), iyinin ve kötünün ötesinde (1886), tan kızıllığı (1888) gibi kitaplarını da henüz yazmamıştır2. dolayısıyla bu sohbet sırasında bu iki yazarın en ünlü ve etkili eserleri henüz ortaya çıkmamıştır.

ben:

bu kurgumuz tam olarak nerede, saat kaçta olurdu? bu iki yazar hangi otellerde kalıyor olabilirdiler? bu görüşme tamamen bir tesadüf mü olurdu?

bing:

bu soruların cevapları tamamen hayal gücümüze bağlıdır. ancak bazı tarihi gerçekleri de göz önünde bulundurabiliriz. örneğin, paris’te 1863 yılında birçok tarihi kafe ve otel vardı. bunlardan bazıları şunlardır:

  • café de flore: 172 bd saint-germain, 75006 paris. bu kafe 1885 yılında açılmıştır ve birçok ünlü yazar ve sanatçıyı ağırlamıştır. dostoyevski ve nietzsche bu kafede buluşmuş olabilirler1.
  • les deux magots: 6 pl. saint-germain des prés, 75006 paris. bu kafe 1812 yılında açılmıştır ve café de flore’nin rakibi olarak bilinir. burası da birçok edebi ve felsefi figürün uğrak yeri olmuştur. dostoyevski ve nietzsche bu kafede de karşılaşmış olabilirler2.
  • le procope: 13 rue de l’ancienne comédie, 75006 paris. bu kafe 1686 yılında açılmıştır ve fransa’nın en eski kafesi olarak kabul edilir. burası da birçok tarihi kişiliğin ziyaret ettiği bir yerdir. dostoyevski ve nietzsche bu kafeyi de tercih etmiş olabilirler3.
  • café de la paix: 5 place de l’opéra, 75009 paris. bu kafe 1862 yılında açılmıştır ve hemen popüler bir turistik cazibe merkezi haline gelmiştir. opera binasına yakınlığı nedeniyle birçok ünlü kişi buraya gelmiştir. dostoyevski ve nietzsche bu kafede de görüşmüş olabilirler4.

bu kafelerden herhangi birinde buluşmuş olabilecekleri gibi, başka bir yerde de buluşmuş olabilirler. belki de bir parkta, bir müzede, bir kilisede veya bir kitapçıda karşılaşmışlardır. belki de saat sabahın erken saatleri veya akşamın geç saatleridir. belki de buluşmaları tamamen bir tesadüftür veya belki de ortak bir tanıdıkları vasıtasıyla tanışmışlardır.

bu iki yazarın hangi otellerde kalabilecekleri konusunda da bazı tahminler yapabiliriz. paris’te 1863 yılında birçok otel vardı. bunlardan bazıları şunlardır:

  • secret de paris – hotel & spa: bu otel 1889 yılında açılmıştır ve paris’in en lüks otellerinden biridir. her odası farklı bir tema ile tasarlanmıştır ve spa hizmetleri sunmaktadır. dostoyevski veya nietzsche bu otelde kalabilirlerdi.
  • hotel joke – astotel: bu otel 1890 yılında açılmıştır ve paris’in en eski otellerinden biridir. otelin adı sahibinin mizah anlayışından gelmektedir. otel modern ve konforlu odalar sunmaktadır. dostoyevski veya nietzsche bu otelde kalabilirlerdi.

ben:

nietzsche’nin dostoyevski’yi okuduğu tarih bizim kurgumuza göre oldukça geç bir dönem. yıllar sonra okuduğunda o buluştuğu adamı hatırlamış olmalı ve içinden bir şeyler geçirmiş olmalı. ne demiş olabilir, kurgula lütfen?

bing:

nietzsche dostoyevski’yi okuduğu tarih bizim kurgumuza göre oldukça geç bir dönemdir. nietzsche dostoyevski’nin romanlarını fransızca çevirilerden okumuştur. ilk olarak 1886 yılında suç ve ceza’yı okumuştur. daha sonra budala, karamazov kardeşler ve yeraltından notlar’ı da okumuştur. bu romanları okurken o adamı hatırlamış olmalı ve içinden almanca bir şeyler demiş olmalı. belki de şöyle demiştir:

  • suç ve ceza’yı okurken: “bu adam benimle paris’te buluşmuştu! o zamanlar böyle bir şaheser yazacağını kim bilebilirdi? bu raskolnikov karakteri beni kendine çekiyor. acaba ben de onun gibi bir suç işlesem, vicdan azabı çeker miydim? yoksa üstün insan olmanın gereği olarak mı görürdüm?”
  • budala’yı okurken: “bu adam benimle paris’te konuşmuştu! o zamanlar böyle bir trajedi yazacağını kim tahmin edebilirdi? bu myshkin karakteri beni rahatsız ediyor. acaba ben de onun gibi bir aptal mıyım? yoksa ahlaki değerlerin anlamsızlığını mı fark ediyorum?”
  • karamazov kardeşler’i okurken: “bu adam benimle paris’te tartışmıştı! o zamanlar böyle bir başyapıt yazacağını kim düşünebilirdi? bu ivan karakteri beni etkiliyor. acaba ben de onun gibi tanrı’nın varlığına karşı mıyım? yoksa tanrı’nın ölümünü mü ilan ediyorum?”
  • yeraltından notlar’ı okurken: “bu adam benimle paris’te sohbet etmişti! o zamanlar böyle bir psikolojik analiz yazacağını kim anlayabilirdi? bu yeraltı adamı karakteri beni yansıtıyor. acaba ben de onun gibi bir yeraltına mı sürüklendim? yoksa insan doğasının karanlık yönlerini mi ortaya çıkardım?”

ben:

bunu nietzsche’nin kendi üslubuyla yaz lütfen.

bing:

nietzsche’nin kendi üslubuyla ve almanca yazmış olsa, belki de şöyle yazardı:

  • “dieser russische schriftsteller ist ein interessanter mensch. wir haben uns in paris getroffen und in einem café geplaudert. er hat mir von seinen schwierigkeiten in russland erzählt. er wurde wegen eines attentatsversuchs zum tode verurteilt, aber im letzten moment begnadigt. dann wurde er nach sibirien verbannt. dort lebte er in einem gefängnis und in einer militäreinheit. wie haben diese erfahrungen seine seele beeinflusst?”
  • “dieser russische schriftsteller ist ein tiefer psychologe. als wir uns in paris sahen, erzählte er mir von einem neuen roman, den er geschrieben hatte. der roman heißt aufzeichnungen aus dem kellerloch und sein held ist ein mann, der sich von der gesellschaft isoliert hat und das leiden liebt. die gedanken und gefühle dieses mannes haben mich sehr beeindruckt. ıst dieser mann der schriftsteller selbst? oder will der schriftsteller diesen mann kritisieren?”
  • “dieser russische schriftsteller ist ein großer künstler. als wir uns in paris unterhielten, erzählte er mir von seiner bewunderung für die französische literatur. er liebt victor hugo, balzac und george sand sehr. er erzählte mir auch von seinen eigenen werken. er hat bücher wie arme leute, weiße nächte, aufzeichnungen aus einem totenhaus geschrieben. ıch muss diese bücher lesen. sind diese bücher vom einfluss der französischen literatur geprägt? oder sind sie ein originelles produkt der russischen literatur?”
  • “dieser russische schriftsteller ist ein gefährlicher denker. als wir uns in paris stritten, sagte er mir, dass er an die existenz gottes glaubte. aber er fügte hinzu, dass dieser glaube ihn nicht glücklich machte. er erzählte mir eine geschichte, die sich gegen die gerechtigkeit gottes auflehnte. wie kann man zu einem gott beten, der das leiden eines kindes zulässt? diese geschichte hat mich gestört. ıst dieser schriftsteller gegen gott? oder will er sich gott nähern?”

ben:

peki, buluştukları gün nietzsche birkaç espri yapmış olsaydı, ne derdi?

bing:

peki, buluştukları gün nietzsche belki de şöyle derdi dostoyevski’ye:

“siz ruslar çok acı çekiyorsunuz. ama acı çekmek sizi güçlü yapar mı? yoksa sadece mutsuz mu? benim felsefemde acı çekmek bir değerdir. ama sizin edebiyatınızda acı çekmek bir kaderdir. acaba sizin kaderiniz benim değerim olabilir mi?”

“siz ruslar çok tanrı’ya inanıyorsunuz. ama tanrı’nın varlığı sizi mutlu eder mi? yoksa sadece korkutur mu? benim felsefemde tanrı ölmüştür. ama sizin edebiyatınızda tanrı yaşamaktadır. acaba sizin yaşamınız benim ölümüm olabilir mi?”

“siz ruslar çok yazar yetiştiriyorsunuz. ama yazar olmak sizi özgür kılar mı? yoksa sadece bağımlı mı? benim felsefemde yazar olmak bir yaratıcıdır. ama sizin edebiyatınızda yazar olmak bir eleştiricidir. acaba sizin eleştiriniz benim yaratımım olabilir mi?”

“siz ruslar çok roman yazıyorsunuz. ama roman yazmak sizi gerçek kılar mı? yoksa sadece hayal mi? benim felsefemde roman yazmak bir sanattır. ama sizin edebiyatınızda roman yazmak bir psikolojidir. acaba sizin psikolojiniz benim sanatım olabilir mi?”

son sorum beni çok heyecanlandırdı ama verdiği cevapta kullandığı o kitap ismi –bunu beni tanıdığı için mi yaptı, gerçekten bilmiyorum ama- benim eserimin ismi.

ben:

dostoyeviski yaşasaydı ve bir eser daha yazsaydı, nasıl bir şey olurdu, bahseder misin?

bing:

peki, dostoyevski yaşasaydı ve bir eser daha yazsaydı, belki de şöyle olurdu:

eserin sayfa sayısı: dostoyevski’nin romanları genellikle çok uzundur. en kısa romanı yeraltından notlar 136 sayfadır. en uzun romanı karamazov kardeşler ise 796 sayfadır. ortalama olarak dostoyevski’nin romanları 400-500 sayfa civarındadır. bu yüzden yeni bir eser yazsaydı, bu sayfa aralığında olabilirdi.

eserin ismi: dostoyevski’nin romanlarının isimleri genellikle kahramanlarının adlarından veya durumlarından gelir. örneğin suç ve ceza, budala, yeraltından notlar gibi. bazı romanlarının isimleri ise rusça kelimelerden oluşur. örneğin insancıklar, beyaz geceler, karamazov kardeşler gibi. bu yüzden yeni bir eser yazsaydı, bu tarzda bir isim seçebilirdi.

eserin konusu: dostoyevski’nin romanlarının konuları genellikle insan ruhunun derinliklerine iner. suç, ceza, vicdan, ahlak, inanç, şüphe, özgürlük, bağımlılık, sevgi, nefret gibi temalar işlenir. ayrıca rus toplumunun ve tarihinin de yansımaları görülür. bu yüzden yeni bir eser yazsaydı, bu temalara ve yansımalara yer verebilirdi.

bu bilgiler ışığında yeni bir eser yazsaydı, belki de şöyle bir örnek olabilirdi:

eserin sayfa sayısı: 472

eserin ismi: çürüme

eserin konusu: bir devrimci örgütün lideri olan pavel petroviç, rusya’da çarlık rejimini devirmek için planlar yapmaktadır. ancak bir gün örgütünün içindeki bir casus tarafından ihbar edilir ve tutuklanır. hapishanede işkence gören pavel, kendini suçlu hissetmeye başlar. acaba yaptıkları doğru muydu? yoksa masum insanların kanına girmiş miydi? bu arada karısı vera petrovna da kocasının akıbetini öğrenmek için çabalamaktadır. ancak onun da başka sorunları vardır. kocasının devrimci faaliyetlerine katılmayan ve ondan uzaklaşan oğlu aleksey petroviç ile ilişkisi bozulmuştur. aleksey ise babasından nefret etmekte ve onun yüzünden hayatının mahvolduğunu düşünmektedir. bu üç karakterin hayatları çeşitli olaylarla kesişirken, rusya’da da büyük bir değişim yaşanmaktadır. 1905 devrimi patlak verir ve pavel’in örgütü de bu devrime katılır. pavel hapisten kaçmayı başarır ama karısı vera’yı kaybeder. oğlu aleksey ise devrimcilerle savaşan askerlerden biridir ve babasıyla karşı karşıya gelir. bu çatışmada pavel ölürken, aleksey de ağır yaralanır. romanın sonunda aleksey hastanede babasının cesedini görür ve ona sarılırken ağlar.

ve son bir soru daha sordum, aldığım cevap şuydu:

bu iki yazarın buluşmasını anlatan bir yazı yazacağınızı söylediniz. başlığı ne olmalı? birkaç öneride bulunabilirim. örneğin:

paris’te bir gün: nietzsche ve dostoyevski’nin kesişen hayatları

felsefe ve edebiyatın buluşması: nietzsche ve dostoyevski’nin sohbeti

nihilizmin iki yüzü: nietzsche ve dostoyevski’nin karşılaşması

tanrı, insan ve sanat üzerine: nietzsche ve dostoyevski’nin tartışması

bir alman ve bir rus’un ortak noktaları: nietzsche ve dostoyevski’nin diyalogu

schopenhauer felsefesi ve sinema

  • 2 dakikalık bir metin-

anti varoluşçuluk: zeki demirkubuz filmleri

kitabın başlığını kitapçıda görünce hafif bir çığlık atmış olabilirim. bazı kitaplar vardır, sanki sizin adresinize, isminize teslim gibidir. yani birisi oturup sırf benim için bir kitap yazacak olsa ortaya bu çıkardı.

demirkubuz’un tüm filmlerini onar kere izlemiş ve varoluşçu felsefe’yi anlatan dördü roman, altı kitap yazmış birisi olarak bu kitapsız alanı bu kitabıyla sulayan yazar cenk ateş’e teşekkür ediyorum. 

öncelikle “anti varoluşçuluk”, “zeki demirkubuz” ve “schopenhauer” anahtar sözcükleri çok önemli. birçok “varoluşçu”nun bile karıştırdığı bir durum var ki schopenhauer bir varoluşçu değildir; genç nietzsche’nin ondan çok etkilenmiş olması onu varoluşçu filan yapmaz.

anti varoluşçuluk nedir? bir çeşit kadercilik. dünya tarihi boyunca defaatle farklı isimlerde ortaya çıkmış ve çıkacak olan bir bakış.

kitap aslında kabaca üç bölümden oluşuyor: ilk bölüm içinde cioran’a, camus’ye, sartre’a varıncaya kadar pek çok ismin yer aldığı bir varoluşçuluk özeti içeriyor; ikinci bölüm schopenhauer’ı anlatıyor; üçüncü bölümse kronolojik sırayla demirkubuz filmlerinin bu felsefelere yakınlığını tek tek analiz ediyor.

minicik bir eleştirim olsaydı şunu derdim ki zaman zaman kitap kendisini tekrar ediyor. yani %10’luk bir kısmı atılabilirmiş.

ben bu kitap için başyapıt derim. bilen bilir, yıllardır söylediğim bir “ana kitap”ım var robert c. solomon tarafından yazılan: “akılcılıktan varoluşçuluğa – varoluşçular ve 19.yüzyıldaki kökleri”. bu kitabı çok önemsiyorum çünkü gerçek bir özet ve anlatı sunuyor ve bence tüm sorulara cevap veremese de tüm cevaplara soru sormayı başarıyor. işte bu kitap benim ilk sıramdadır. ikinci elbette ki ırvin yalom’un varoluşçu psikoterapi denen saatli bombası ki gerçek bir dönüştürücüdür. işte en sevdiğim ya da “ana kitap” denebilecek bu ikisinin arkasına cenk bey’in bu kitabını ekleyebilirim. gerçekten beğendim ve şurası kesin ki son okuyuşum olmadı.

özellikle sinema ve felsefeyle ilgileniyorsanız bu kitaptan keyif alacağınızı ve bir şeyler öğreneceğinizi düşünüyorum. en iyi tarafıysa ismi geçen kitap ve filozoflara o kadar çok atıf var ki bilenlere hatırlatıyor, bilmeyenleri teşvik ediyor.

kişilik bozuklukları

  • 1 dakikalık bir metin-

yalnızca psikolojiyi değil, sosyoloji, felsefe ve edebiyatı ilgilendiren önemli bir konu kişilik bozuklukları.

psikiyatri 10 tip kişilik bozukluğu incelenir ve bunlar a, b ve c olmak üzere üç kümede toplanır.

a kümesi (tuhaf ve alışılmamış): paranoid, şizoid ve şizotipal kişilik bozukluğu

b kümesi (hareketli ve kararsız): antisosyal, narsistik, histriyonik ve borderline kişilik bozukluğu

c kümesi (endişeli ve korkan): çekingen, bağımlı ve obsesif-kompulsif kişilik bozukluğu

dsm-v ‘teki 10 kişilik bozukluğu hakkında kısa bir sohbet…

paranoid kişilik bozukluğu

şizoid kişilik bozukluğu

şizotipal kişilik bozukluğu

antisosyal kişilik bozukluğu

sınırda kişilik bozukluğu (borderline)

histriyonik kişilik bozukluğu

narsistik kişilik bozukluğu

çekingen kişilik bozukluğu

bağımlı kişilik bozukluğu

obsesif kompülsif bozukluk

öfke ve ataraksiya

  • 2 dakikalık bir metin-

hayatımın ana amacını tekrar anladım: ataraksiya!

her duygu mübah. böyle derim yıllardır. yazdım da. fakat bir duygu var ki aşırılık eşiği çok düşük. yani şöyle, diyelim mutluluğun azı kötü, aşırısı da şüphesiz. belki aşırı mutluluk insanda riske girme davranışını tetikliyor ama bu sınır yüksek işte. dur çok mutlu olma, demeyiz yani kolay kolay. başta dediğim her duygunun mübahlığı da şöyle; kin bile, kıskançlık bile, nefret bile (ki ben sevgiden daha çok önemserim) lüzumlu. öfke de muaf değil bu durumdan şüphesiz.

işte öfkenin aşırı azlığı adaletsizliğe karşı suskun kılarken fazlasının zararları saymakla bitmez. öfke geldi mi de gitmez. o an çözülse de uyku hasarı, sağlık hasarı, ömür hasarı devam eder. evet, öfke ömür kısaltır.

aslında özünde öfke bir şeyin olmasını çok istemek, o şeyin olmamasını hiç istememekle ilgili. “apati” denen “fark etmez” kayıtsızlığı öfkenin karşıtı. stoacılar çok önemser bu durumu. aslında pyrrhon’dur kayıtsızlığın fikir babası. yazgı filmimi hatırlayın;

“benimle evlenir misin?”

“fark etmez.”

bu tavır tüm hayata sirayet etsin demiyorum ama herkesin diline pelesenk olmuş huzur, bir nevi sükunet, bir nevi ataraksiya halinin ciddiye alınması gerektiğini düşünüyorum. sükuneti tehlikeye atacak her şeyden kaçıştan…

bizim asıl problemimiz o salak azim övücü atasözlerini takip etmek. yok sabırdı, yok azimdi… sükunet diyen yok. zararın neresinden dönsen kardır, var neyse ki. ama sayıları az. çoğu pes etmeme üzerine. ben derim ki pes et, terk et, bırak, vazgeç. en büyük sorunumuz vazgeçememek. bunu ilişki bağlamında söylemiyorum. iş, şehir, hayat, alışkanlık, partner ve geçmiş. bırak gitsin…

“ya benimsin ya toprağın” değil, “toprağın ya da benimsin, fark etmez.”

ben de toprağım çünkü.

(kare “luther” filminden)