emre timur’un “şizofren” ve “palyaçonun listesi” kitaplarına genel bir bakış

  • 8 dakikalık bir metin-

ayşe yazıcı yavuz hanımefendi’den palyaçonun listesi ve şizofren romanlarıma dair bir çözümleme…

emre timur’un “şizofren” ve “palyaçonun listesi” kitaplarına genel bir bakış

yazarla tanışma kitabım palyaçonun listesi olmuştu. hangi kitabı ilk kitaptır bilmezken aslında ilahî bir yönlendirme ile yazarın ilk kitabını okumuşum. hemen ardından da yine o ilahî yönlendirme sayesinde tamamen kendi öngörümden azade bir şekilde yazarın ikinci kitabı olan şizofreni okudum.            

her iki kitapta da dikkatimi çeken ana unsur, anlatımın “olay ağırlıklı anlatım” olarak tercih edilmiş olmasıydı. kaldı ki -bence- felsefi içerikli metinler aurası gereği zaten ağır metinler olduğu ve kendine çok geniş bir okur çevresi bulamadığı için olay çevresinde şekillenen bir anlatım; akıcı, samimi, sürükleyici bir hava katması bakımından isabetli bir tercih olmuş.            

felsefî içerikli kitaplarda betimleme olmalı mı diye kendime sorduğum zaman ise şöyle öznel bir çıkarımda bulundum. felsefeyi yaşama katmaya ve okurun elinden tutup onu tanış olduğu bir atmosfere dahil etmek isteyen yazar elbette kaçınılmaz olarak belli karakterler ve onların yaşayacağı bir ortam seçecekti, hal böyle olunca da elbette betimlemeye ihtiyaç duyacaktı. dolayısıyla kurgu, üslup ve içerik örtüşüyor ise belirli yöntemler de hiç sırıtmadan metinde gayet güzel kendisine yer bulacaktır. zaten yazar da “felsefî kitap” değil “felsefi roman” ismi ile kendini tanıtıyor, bu sebeple acımasız eleştirilere gerek olmadığı düşüncesindeyim.            

yukarıdaki düşüncemi destekler nitelikte aforizmalar da görünce yazarın bilhassa “yazmak” eyleminin kendisiyle oldukça donanmış olduğunu fark ettim. sanatlı ifadelerin yer aldığı ve günümüzde özelikle sosyal mecrada alıntı söz paylaşımını çok seven okur kitlesine yönelik pek çok altı çizilesi ve edebiyatta “sehl-i mümteni” olarak bilinen söz sanatına çok yakın cümleler buldum.            

hem palyaçonun listesi’nde hem de şizofren’de dikkatimi çeken noktalar giriş bölümlerinde yazarın bir tereddüt ile yola çıkmış olmasıydı. geride bırakacağı bir yaşamın farkında olmakla birlikte kendini neyin beklediğini bilmememin endişesini sırtlanan ana karakter her iki kitapta da yağmurlu bir günde yola çıkar. felsefî açıdan bakınca da zaten böyle değil midir? yola çıkma fikri bir endişe ile gelmez mi? huzursuzluk hissi, hayatın anlamsızlığı ve kendini arama fikri içine doğan birey; korksa da, endişe etse de bir şekilde o yolculuğa çıkmak ister. bu sebeple her iki kitapta da ana karakter yağmurlu bir havada yola çıkar. ve ne tesadüf ki her ikisinin de başlangıç noktasında ana karakterin cebinde bir kâğıt vardır. ilk kitapta bu bir listeyken ikincisinde telefon numarası yazılı bir kağıttır. ancak ilk kitap 0 yani “sıfır” ile başlar. ben burada iki mana aradım. yazar ya ilk kitabı olması hasebiyle palyaçonun listesini ‘sıfır’ ile başlattı ya da yazarlık macerasına felsefî bir solukla girerken tıpkı varoluş ve yaratılış olgularında olduğu gibi sıfırdan başlamak istedi. her iki manada da bence hoş ve manidar bir tercih olmuş.            

yine benzerlikler üzerinden gidecek olursak her iki kitapta da karakter isimleri olabildiğince gizli tutulmuş. şizofren kitabında, sonradan, karakterlerin ismi zikrediliyor olsa da başlangıç bölümlerinde yine bu kitapta da karakter isimleri verilmemiştir. yine burada şöyle bir amaç güdülmüş olabilir:            

“evrendeki her insan aslında teklikte buluşup bütünü oluşturuyor, o halde ben de tek bir karakter ile tüm insanlığı ve onların sancılarını anlatıyorsam seçtiğim karaktere illa bir isim vermem gerekmiyor.”            

zira edebiyat tarihinde de karakterlerine isim vermeyen ya da onları sadece harf olarak imleyen pek çok yazar vardır. yusuf atılgan’ın aylak adam isimli eserinde ana karakteri biz ‘c.’ olarak biliriz. stefan zweig’in satranç isimli uzun öyküsünde ana karakter ‘doktor b.’dir. ve enteresandır ki bu kitaplardaki karakterler de aslında bir bakıma varoluşsal sancı çekmektedirler.             palyaçonun listesi’nde önceki hayatına çok aşina olmadığımız ana karakterin aksine şizofren’deki ana karakterin geçmişine ve oradaki travmalarına dair bilgi toplayarak ilerliyoruz sayfalarda. dolayısıyla şizofren kitabı bana ilk kitaba göre daha bilinçli, yetkin ve hazırlıklı yazılmış izlenimi verdi. çünkü ana karakterin korkuları neden var, neden sürekli aynalarla konuşuyordu, neden sesler duyuyordu gibi ileride sorabileceğim pek çok sorumun cevabı daha ilk satırlarda elimin altındaydı.            

konu iç monoloğa gelmişken belirteyim. yıllarca birbirini taşlayan din ve felsefe timur’un kitaplarında sanki sulh etmiş izlenimi veriyor. çünkü yazarın oldukça güzel bir şekilde tek potada erittiği din ve felsefe, ortaya okunması keyifli bir metin çıkarmış. varoluşsal sancılarına çözüm arayan bireyin aynalarla konuşmasına şaşmamak gerek zira tasavvufta da ayna metaforu çok sık kullanılır. hatta kadim masallarda bile ayna, bireye kusurlarını ihtiraslarını gösteren bir iç sestir adeta. mesela kırmızı başlıklı kız masalında kötü kalpli kraliçeye yönergeler veren ayna aynı zamanda onun habis düşüncelerini de söylemektedir. gerçek manada ayna bize bizi (zahiri olsa bile) gösterir. tasavvufta ise aynanın batını göstermesi bazen başka bir birey sayesinde olur. tıpkı mevlânâ’nın  şems’i gibi… dolayısıyla palyaçonun listesi’nde bu ayna bazen sahaf dükkanı işleten bilge iken bazen de hastane koridorundaki derviş’tir. şizofren’de ise ayna bizzat kahramanın iç sesidir. gerçi ben yer yer akıl hastanesindeki arkadaşlarının da kahramanımıza ayna olduğunu düşündüm.            

palyaçonun listesi’nde olayın geçtiği zaman tam olarak bilinmez ancak şizofren kitabından hem kozmik zamana hem de olayların geçtiği tarihi zamana şahit oluyoruz. zira yazarın bizzat şu cümlesi bize net bir tarih veriyor :            

“yıl 1981 ve yer tam olmak istediğim son yer”            

kaldı ki bu tarihte kahramanın kaç yaşında ve nerede olduğunu biliyoruz, dolayısıyla çocukluğuna dair bir tarih çıkarmak da kolaylaşıyor. ayrıca yazarın 1984 doğumlu olduğunu bilip ve bu tarihten yaklaşık 25 yıl öncesine dair sosyal-ekonomik-politik bir ülke portresini anlattığını görünce açıkçası gıpta etmemek mümkün değil. zira her yazar içinde bulunduğu dönemi rahatlıkla kağıda döker ama kendinden önceki bir tarihi o günün modasına, müzik zevkine ve hatta edebiyatına varana kadar anlatabilmek derin bir arşiv çalışması gerektirir. şizofren kitabında kadınların giydiği apartman topuklu ayakkabılar, radyoda çalan ruhi su şarkıları vs. çok hoş ayrıntılar barındırıyor. palyaçonun listesi yazıldığı dönemi barındırmayan bir kitap olduğu için bence ‘zamansız’ bir kitap. ezeli de yok ebedi de.            

tam bu kısımda yazar ilk okul sıralarında (benim de okuduğum) ilk okuma kitabımız olan cin ali serisinden bahseder ve halkı da içinde bulunduğu ekonomik şartlardan ötürü cin  ali’ye benzetir. bu kadar güzel bir ‘teşbih’ örneği açıkçası beni çok mutlu etti. bu aynı zamanda dönemin cumhur başkanı cevdet sunay’ın askeri görevine bir ‘telmih’ de olabilir. felsefî kitaplarda sanat olmalı mı olmalı mı sorusu bu noktada pek çok edebiyatçıyı polemiğe düşürürse eğer ben oyumu ‘olmalı’ kısmından yana kullanırım. sanatın eğitme amacını göz önünde bulundurunca bence her yol mubahtır.            

devrim yıllarının anlatıldığı (politik aşk romanı) ve olay anlatımının daha net bir görünüme büründüğü şizofren kitabı konu seçimi itibariyle bana vedat türkali’nin bir gün tek başına romanını anımsattı. aslında tamamıyla aşk romanı da diyemeyeceğimiz, tamamen politiktir ya da felsefîdir de diyemeyeceğimiz bir kitaptır şizofren. bence bu yönüyle de kendisine geniş bir okur kitlesi bulacaktır. zira her devrim yoğun bir aşktan doğmaz mı? her aşk bir şekilde ihanetin yoluna düşüyor ve her ihanet sonrası sarsılan birey önce ölüme sonra yeni bir varoluşa sarılıyor. her dönem kendi buhranını ve bu buhranın aşıklarını yaratıyor ve her dönem kendi delisini doğuruyor kendi rahminden. işte şizofren’de de anlatılmak istenen biraz da “ben kendim delirmedim, beni delirttiler” önermesidir. her dönemde normal kalmaya çalıştıkça deliren birileri vardır. delirip ölüme yaklaşıp sonra hayata sarılan… bu sebeplerden bakılınca da her iki kitapta da derin bir intihar eğilimi vardır. adeta yazar yarattığı kahramanı uçurumun kenarına kadar götürüp tam düşecekken elinden tıutar. bunu yaparken de sık sık islamî duyuş ve düşünüşten yararlanır. palyaçonun listesi’nde bilge karakteri ile yolu kesişen kahramanın bilge’nin yaptığı pek çok eylemi ahlak, din ve yasa bakımından ‘yanlış’ diyerek yorumladığından bilge’nin “hani soru sormayacaktın?” diye kızması bana hızır ve musa peygamber arasında geçen olayı anımsattı. kaldı ki bu da yine hoş bir telmih örneğidir ve aynı zamanda “görünenin ardındaki gerçeği anlama bakımından varoluşsal anlamda güzel bir detaydır. şizofren kitabında da sık sık zikredilen “la ilahe illallah!” lafzı ve kur’an’ı kerimden ayet aktarımları da gösteriyor ki timur’da derin ve kadim bir tasavvuf felsefesi ve islamî duyuş  vardır. açıkçası son dönem popüler edebiyatın kof ve zaman israfı olan kitaplarının arasından sıyrılıp genç bir yazar olarak ve bu din-felsefe duyuşu ile sıyrılarak kendine kökten beslenen bir alt yapı oluşturması her şeyden önce benim okur kimliğime çok haz verdi.             

dilbilimsel açısından timur’da fark ettiğim nokta ise dili kendi sevdiği şekilde kullanmasıydı. bazı kelimeleri bile isteye kendi söyleyişi ile yazıya aktarması rahatsızlık vermiyor ama yayınevi tercihi ve editoryal dikkatsizlikler beni çok rahatsız etti. yazar bizatihi devrik cümleleri seviyor. bu kabul edilir, hoş da durur ancak bazı yazım hataları okuma sürecini zora sokuyor.            

didaktik bir anlatımın da yer yer tercih edildiği kitaplarda en hoşuma giden kısım şizofren kitabında ana karakterin annesini kaybedişini ve ardından öksüz kalışını anlatırken öksüz kelimesinin gramer yapısından ve aidiyetinden bahsetmesiydi. çünkü ‘ög’ kelimesi eski türkçe’de anne anlamına gelmektedir. yine burada edebiyatçılar ikiye bölünebilir bu tarz bir kitapta didaktik öğeler olmalı mı olmamalı mı diye? bence olmalı zira diğer türlüsü ders kitabı gibi olur ve sadece belirli bir okur kesimine hitap eden bir kitap ortaya çıkar. bu şekilde daha kolay okunan ve açıkçası konunun içeriğine dahil olan pek çok tıbbi kelimeye açıklama getirerek merakımı gideren bir kitapla karşılaşmış oldum. 

palyaçonun listesi’nde karşılaşmadığım bir yönüyle şizofren’de tanıştım timur’un: şairlik. sık sık konuya dair dizeler serpiştirdiği kitabında oldukça sanatlı ve imgelemi zengin bir söyleme şahit oldum. her ne kadar yakın çevremde sürekli “ben şair sevmem, şiir severim” diyerek dolanan biri olsam da diyebilirim ki emre timur düz yazıda olduğu kadar şiir alanında oldukça başarılı.            

henüz iki kitabı ile tanıdığım emre timur’un diğer kitaplarını da okuduktan sonra kafamda artık yazara dair kesinleşmiş bir kimlik oluşacağına dair beklentim var. hani nasıl bazı yazarları ya da şairleri ismini görmeden dizlerinden tanırız ya, timur için de bu şekilde bir şablon çıkarabilmem için diğer kitaplarını okumayı planlıyorum.            

sevgiler…  

ayşe yazıcı yavuz

trabzon / temmuz, 2023    

yapay zeka’nın emre timur yorumu

  • 1 dakikalık bir metin-

yorum bing’e, video kreadoai’ye ait. yapay zeka yorumladı, yapay zeka videolaştırdı.

şunu diyor;

“emre timur’un geleneksel roman üslubundan ayrılması ve aşırı alıntı kullanımı önemli eleştirilerdir. eserler, daha çok felsefi bir kitleye hitap ederek, anlatı ve dil beklentilerini karşılamayabilir ve okuyucuları hayal kırıklığına uğratabilir. ayrıca, alıntıların sıklığı emre timur’un özgün bakış açısı ve orijinalliğinin önüne geçmektedir. bununla birlikte, eserlerindeki entelektüel derinlik ve cesur yaklaşım takdir edilmelidir, zira edebiyatı felsefi bir tartışma platformu olarak etkin bir şekilde kullanmaktadır. emre timur’un eserlerini değerlendirirken roman üslubundan sapması ve alıntılara aşırı bağımlılığı göz önünde bulundurulmalı, yazarın entelektüel derinliği ve cesareti ise takdir edilmelidir.”

sanat, felsefe, hayat söyleşisi-bir tv

  • 1 dakikalık bir metin-

-söyleşilerinizde sık sık içi-dışı bir, özü-sözü bir gibi pozitif kavramları eleştiriyorsunuz. bunlar sizin için negatif kavramlar mı? bir kişinin söylediği ile yaptığının tutmaması niçin pozitif olsun? bu ikiyüzlülük değil mi?


-psikoterapi ve kişisel gelişim zıt şeyleri mi hedefler? sizce farkları nelerdir?


-özgürlük talebimizi eleştiriyorsunuz, özgürlük negatif bir kavram mı? niçin özgürlük aleyhinde konuşuyorsunuz?


-stoa felsefesini de varoluşçuluğu da takip ettiğinizi söylüyorsunuz; bu iki ekol zıt değil mi? nasıl ikisini bir arada savunabiliyorsunuz?


-mutsuzluk ve huzursuzluktan çok bahsediyorsunuz, bu ikisi farklı şeyler mi? farkları nedir?


-yazgıya çok vurgu yapıyorsunuz; kaderimizi, kendimizi değiştiremez miyiz?


-evrim teorisine çok vurgu yapıyorsunuz; bu teori biyolojiyle, doğayla ilgili değil mi? bizim yaşamımızla ne gibi bir bağı olabilir?


-bir edebiyatçının felsefe bilme zorunluluğu var mı? siz çok vurgu yapıyorsunuz. İkisi ayrı alanlar değil mi?

demokrasi eleştirim

  • 3 dakikalık bir metin-

demokrasi doğası itibariyle ortalamanın yönetmesi ve böylece çoğunluğun itiraz hakkını en aza indirmek için -şimdilik- uydurulmuş bir sistem. iki bin beş yüz yıl önce platon yerden yere vurmuştur kendisini; okuyun.

bir grup arkadaş akşam ne yapacağına karar verirken demokrasiyi kullanmaz mesela. herkes kapalı odalarda bir fikre mühür basmaz, bu mühürler sayılmaz. genel bir istişare olur, bazıları grupta daha isteklidir, bazılarıysa çekingen, uyumlu, çekimser. bazılarının aklına iyi fikirler gelir, bunu grupla paylaşır ve olur. yani o sayım cinsli demokrasi hiç kullanışlı bir şey değildir aslında.

on çocuklu bir aile oylama ile akşam yemeği seçse her akşam şekerleme yemekten zehirlenirdi; evet, demokrasi kendi kendisini zehirler çünkü çoğunluk kendisi için en iyi olanı bilemez. zaten o yüzden çobana ihtiyaç duyar.

gurur duyduğumuz liderlerin hiçbirisi seçimle gelmiş değil. unutmayın, alparslan’ı, fatih’i, atatürk’ü halk seçmedi. halk hitler’i seçer mesela. halk bilmez ki.

halkımız nasıl? dünyayı yöneten aileler, marmara’da con madeni, lozan’ın gizli maddeleri, evlilik programı, kitap siftahı olmadan geçen ömürler… halk bu. seni, beni, bizi yöneten budur.

oy veren yığınların cahil kalması birilerinin işine gelir ayrıca. cahil halk fanatik olur, radikalleşmeye, ölmeye, kavgaya, bağırmaya hevesli olur. ve tabii itaatkar olur.

cahil olamayan bir toplumda “sana katılmıyorum” gibi lafları duyabilirsiniz mesela ama bizim memleket için bu bir rüyadır; bizde “hain” olur, “namussuz” olur, “satılmış” olur.

güçlü yasalarca denetlenen bir demokrasi iyi olurdu pekâlâ ama biz “kuş uçsun mu?” diye dönüp halka sorduğumuz için o yasalara da sahip değiliz maalesef. halka arada sormalı, her şeyi sormamalı ve de halkın tamamına sormamalı.

normal dağılım eğrisi nedir? çoğunluk, adı üstünde vasat, tanımı itibariyle cahil olmak zorunda. cahil de kendisi için bile en iyi olanı bilemez. gördüğü zararın kimden geldiğini, nereden geldiğini ve ne yapacağını bilemez; bilse zaten adı cahil olmaz. zararı hesap edemediği için kime, nasıl, hangi saiklerle rey vereceğini de bilmez.

seçimle yönetilen ülkelerde lider değişince ülke değişmez çünkü yöneten cephe zaten yığınlardır. yönetici sarayda veya mecliste değil, sokakta, dolmuşta, hastanede, okuldadır. genele bakın, yönetici odur işte.

o yüzden yönetici değişince değil halk aydınlanınca değişir memleket. halkın aydınlanması da son derece yavaş, hantal, ağır, arkadandır.

pazartesi günü sonuç ne olursa olsun, eser miktarda kıpraşmalar hariç, bahar veya matem havasına bürünmek boşuna. asla heyecan veya panik hissetmeyin. cahil halkın doğal ve yavaş evrimi neyse o devam ediyor olacak ki öyle de oluyor. bakın, halk yavaşça evrim geçiriyor. yönetici burada neden değil sonuçtur. halkın kokusu yöneticiden çıkar.

ayrıca ideolojiler de pakettir, ambalajdır ve hepsi iktidardayken aynıdır. on yıl bekleyen her ekip çürür, kokar. arada havalandırmalı, tazelemeli.

oy verici eliti kitap okuyandan, dünyayı bilenden, beyinliden, eğitimliden seç, işte o zaman gör olacakları. seçim o zaman seçimdir ve değiştiricidir. yani nefes alan her iki bacaklının eşit haklara sahip olduğu bir dünyada her şey rüzgara ve şansa göre değişir.

nietzsche’nin dediği gibi, insanların içinde olmak hayvanların içinde olmaktan tehlikelidir.

öldürmeyen acı

  • 4 dakikalık bir metin-

öldürmeyen acı

tabiatta neyin ne kadar olduğuyla ilgili tenkit çoğu kişiye kutsala hakaret gibi gelir. yaratıcı güç abes yaratmamış, ölçüyü korumuştur. hiç değilse evrim lüzumsuzları elemiş, lüzumluyu lüzumlu miktarda bırakmıştır. o yüzden “doğal yaşamak” gibi laflar daima çekiciliğini korur. yargılanamaz mükemmeli yaşamanın ne gibi bir yanlışlığı olabilir? yoksa var mı?

bir süre için bu sorgulanamazlığı paranteze alarak acının miktarını konuşalım. aslında varlığı pek hoştur, çoğumuza kendisi hoş gelmese de. çoğumuza diyorum çünkü mazoşizm diye bir şey var. tabii mazoşizmi de paranteze alacağız bu konuşmada. peki, acının varlığı niçin hoştur? çok basit, haber verir. haberin nesi kötü? sırtına bıçak saplanmış, haberin yok. acı sayesinde kaçarsın, çekilirsin, haberin olur zarar gördüğünden. ayak serçe parmağın kapıya çarparsın, bu çarpış uzvuna hasar verebilir, mümkündür. bu zararın önüne geçmek için seni bu gibi çarpışlardan uzak tutucu bir haber ve ders gelir beyne. işe bu postacıya acı diyoruz. var mı sorun?

sorun şurada; örneğin ameliyat olurken uyuşturmak zorundadırlar çünkü şifasına inansak bile acı duymaya devam ederiz, hem de şiddetli. yani acı mekanizmamızı ikna edemeyiz ameliyatın lüzumuna. o mekanizma, bu ameliyatı lüzumsuz görür ve hatta zararlı ki bizi caydırmaya çalışır. yani mızmız çocuk gibidir o acı mekanizması, ikna edilemez.

kolun kırıldı diyelim, bir acı duyarsın. oysa bu acı lüzumsuzdur, en azından bu miktarı. acı duymayacak olsak bile zaten o kolu tekrar kullanmak isteyeceğimiz için panik halinde hastaneye giderdik. kimse kırık bir kolla yaşamak istemez. ama işbu acı yüzünden birisinin bizi götürmesi gerekir biz çığlık atarken. yani kol kırılma acısının lüzumunu kabul etsek bile miktarı çok lüzumsuz, hatta zararlıdır çünkü aşırıdır. acıdan bayılmak diye bir şey var. düşünsenize, problemi çözemiyoruz –artık zararlı şey her ne ise- acı o kadar çok ki düşüp bayılıyoruz.

acı, evet, bize faydalı korkular verir. vahşi hayvanlardan, zehirli yılanlardan filan korkarız ki bu da bizi hayatta tutar ama şu hamam böceğinden korkumuzun hangi acı kökeni olabilir? bu mekanizmaların hepsi bozuk görünüyor. ortada yanlış işleyen bir şeyler var.

bazı hastalıklarda aşırı acı çekeriz. ağrı da buna dahil şüphesiz, ikisini tek sayıyorum. oysa o acı hissi bizi gereksiz bir enerji sarfiyatına sokar. oysa kıvamlı bir acı hastalık süresini kısaltırdı. yalnızca yatmamızı hatırlatacak bir acı yeterliydi ki zaten çoğu tedavi yöntemi torba torba ağrıkesici yutturur. yani doğal vücudun israflı acısını yapay kimyasallarla çözeriz.

sonra, bu saydıklarımın hepsi tensel acılar. tinsel acılar da vardır ve belki daha çoktur. bir sevdiğin ölür acı çekersin, yalnızlık acısı çekersin, özlersin ve acı hissedersin… ya da haksızlığa uğramak sende acı yaratır, itibar kaybı, aşağılanma, yas, zarara uğrama, kazıklanma… bunlar da acı. bu acıların farkı soyut kaynaklı olmaları değil, istersek engel olabilmemiz. yani daha doğrusu bizim tarafımızdan yaratılıyor olması. bu acılar sunidir, yapaydır ve sahtedir. yoksa değil midir?

kolunu kessek, istediğin kadar meditasyon yap o acıyı zihninle durduramazsın ama sevgilin seni terk etti diye acı duymak zorunda değilsin; acının bu cinsi koşullandırılma ile yaratılmış olabilir. bir psikolog seni ikna eder, yeni bir sevgili bulursun, önceliklerin değişir vs ama neticede o acıyı yok edebilirsin. yani tensel acılar yazgı iken tinsel acılar seçim gibi görünüyor. yoksa değil mi?

çocuğunu kaybeden bir annenin içindeki acıyı susturması mümkün olmaz. en azından genelde mümkün olmaz. yoksa vardır öyle hasta anneler ama ortada bir patos yoksa her anne bundan derin bir acı duyar. patos dememdeki sebep, hiç acı çekmeme hastalığı filan da var… onlar da parantezin içinde.

yani tinsel acıların önemli bir kısmı seçim gibi görünüyor, tensel acılarınsa tedbiri seçim, kendisi değil.

işte tinseliyle tenseliyle, ortada çok ama çok fazla acı yok mu? haddinden, lüzumundan, olması gerekenden çok ama çok fazla acı… bir deprem yıkığı altında 5 gün ölümü bekleyen bir çocuğun acı çekmesine gerek var mı? o çocuk öldüğünde ve ölmeden önce ailesinin tükenen ümitsizliğiyle doğan acıya gerek var mı? tonla acı çektik bugüne kadar, hangisi salt haber verici, ders verici olarak kaldı? çoğu işkenceden başka bir şey değildi. alacak bir ders bile yoktu ortada. dünyaya bakın, uzaydan, uzaktan bakın, sadece çığlıklar duyarsınız. o kadar çok çığlık var ki. bu insanoğlu hiç çığlık atmamalıydı, niçin atıyor? niçin bağırıyoruz? niçin acı çekiyoruz ve sonu bir türlü gelmiyor?

bugünlerde tek düşündüğüm bu konu, bu acı çokluğu bana acı veriyor. bence insan, insanoğlu haddinden fazla acı çekiyor. evrimin sanıyorum bir sonraki basmağı acı azalması olacak. keşke içme sularına ağrı kesiciler karıştırabilsek. dünya çok daha yaşanır olurdu. bu acı çokluğu için züğürt tesellilerimiz de yok değil elbette; güçleniyoruz, tekâmül ediyoruz, anlıyoruz, arınıyoruz, bilgeleşiyoruz… ben tekamül edeceğim, söz, şu acıyı alın üzerimden. acı o radde ki tekâmül hızımı azaltıyor. öldürmeyen acı güçlendiriyor değil, hasta ediyor. çoğu travma bırakıyor. sakatlayan acı güçlendirmez.

ben ne ölüm ne acı istiyorum, teşekkür ederim, ben kendim güçlenirim.

bulantı, teslim, işgal ve yabancılaşma döngüsü

  • 5 dakikalık bir metin-

bulantı, teslim, işgal ve yabancılaşma döngüsü

yanmış ve uyanmışlar hariç bu metin kimseye bir şey anlatmaz ki bu da bu metnin önemli bir kalabalık için tamamen anlamsız olması demek.

yanmış ve uyanmış olmak bir çeşit yazgı. seçmezsin, seni bulur. bulduğunda da “uyanmış” gibi değil, daha ziyade “yanmış” diye tanımlarsın kendini. uyanma eylemi bir aydınlanma çağrıştırdığı için ve her aydınlanma bir hamilelik dönemi varsaydığı için gecikmeli gelir ki ötekileşmenin başlangıcı genelde on yaştır, yirmi yaşında da tamamlanır. bu tabii kadınlar için, erkeğin durumu daha vahim çünkü akıl gelişimi zekâ gelişiminin gerisinden geldiği için şaşkın ördek olma hali otuzu bulabilir.

öteki-sürü kavram çifti ile izah ettim bunu hep, yaklaşık aynı şeyden söz ediyorum.

yanmış/uyanmış -ya da diğer deyişle öteki- tuhaflığı ilk fark ettiğinde normal taklidi yapar ve bu onda yerleşir. taklit olan normallik ile doğal normallik fark edilir. dışarıdan bakınca bir gariplik olduğu bellidir ama bunu en çok öteki’nin kendisi hisseder. bilmediği bir dili konuşuyorlardır, bilmediği duygulardan bahsediyorlardır, aittirler, sahiptirler ve adeta tek parçadırlar ve öteki onları şaşkınca izlemektedir. hiç kimsenin anlamayacağı bir acı duyumsamaya başlar. bu bir bakıma yaklaşan öteki’liğin şiddetiyle beraber ergenlik sorularındandır. anlam sorusu fazla erkene alındığı için ve bu soru her zaman can yaktığı için öteki, ergenlik ilerledikçe ıstırap çekmeye başlar.

aslında bu durum anlam aşırılığı ile anlam hiçliği döngüleri şeklinde olur ki anakronik bir biçimde aynı şeydir. anlam aşırılaştıkça kendisini zehirler (anlam zehirlenmesi) ve içine çöker ki bu da nihilizmdir, yani anlamsızlık. anlamın bu aşırı yer değiştirme hamleleri öteki’yi fena halde yorar. birden tüm gücüyle var olan renk ve fırtına cümbüşü çıkıverir ve birden temeli kayıp yok olmuş bir grileşme ve hissizleşme intihar hissi uyandırır.

öteki için en zor dönem yirmi yaş öncesi dönemdir çünkü problem, karşısında en bariz bir biçimde çıkmıştır artık. en fenası da herhangi bir silahlanma yoktur henüz ortada. bunun en temel sebebi de sağlam bir referans, güçlü bir dayanağın olmamasıdır. bu dönemde güçlü bir fırlatış ile kendisini dinin içine atabilen öteki çıldırmaktan kurtulabilir. din elbette sadece tanrısal değildir; milli duygular, ideolojiler, çeşitli fanatizmler de bir çeşit dindir çünkü anlam illüzyonu yaratır ve yaralıyı yatıştırır.

öteki’nin ötekiliği ailesi, arkadaşları, kendisi ve hatta lalettayin yabancılarca anlaşılmaya başlar. bu da öteki’nin gerginliğini arttırır.

anlam döngülerinden bahsettik, bir döngüsü daha vardır öteki’nin;

yalnızdır, çok yalnızdır. bu bir bulantı hissidir. acı çeker, bir el arar, bir kol arar. önce bulamaz ve bulamadıkça acısı katlanır, yalnızlığı da. sonra birilerine sığınır, teslim olur ve bu sırada normal taklidi şiddetlenmiş, iyice kimlik kaybı yaşamıştır. kendiliği minicikleşir ve şişmanlayan kimliği yüzünden kişiliği ezilir de ezilir. bu teslim oluş, zamanla bir sürü işgaline dönüşür. öteki artık algılanmanın tiksindirici nesneleşmesini, sömürülmeyi, rol yapmayı son raddesine kadar yaşar ve bu da yalnızlık ve bulantı acısının öteki ucundaki acıdır, yani yabancılaşma acısı. artık öteki herkese her şeye yabancı hissetmektedir, en önemlisi kendine. bu sırada kendisini kaybettiği hissine kapılır çünkü bulamaz. neticede bu işgal arttıkça ait ve sahip olmaktan boğulur ve hasret içinde kaldığı yalnızlığına fırlatır kendini. bir süre yalnızlığın -o eşsiz- tadını çıkarır ve döngü başa döner çünkü bulantı hissetmeye yeniden başlar.

bu bulantı-yabancılaşma döngüsünde iki acı ucu odaklanma kaybı, heves kaybı, uyku kaybı, tuvalet kaybı ve neşe kaybıyla sonuçlanır. belirtileri bunlardır. doktora gitse hatta bipolar teşhisi bile alır ama hiçbir doktor maalesef ona “sen bir öteki’sin” demez.

bu nöbetler ve anlam krizlerindeki kişiye gidip efenim spor yap, sağlıklı beslen filan demek komik olsa da maalesef tek seçenek; spor yapacak kadar eylem kabiliyetinde olunsa zaten ortada bir sorun yok demektir. içinde biraz, bidonun dibinde birkaç damlacık hamle yeteneği kalmış olan öteki, kendisini zorla, evet, zorla bir şeylere fırlatması bazen iyidir. hiç değilse nöbet geçene kadar ki döngüleri birkaç ay veya haftaya yayılabilir.

çok fazla düşünmek ve anlam aramak gibi bir problemin insanlık tarihinde hep üç çözümü oldu. birincisi hayattan çıkmak, filmi bitirmek ki bir çözüm değildir elbette. ikincisi uyuşmak, sarhoşluğun çeşitli cinslerine gömülmek ki bu bazen bir alkolik olmak, işkolik olmak, derskolik olmak, aile kurmak, siyasi parti kurmak olabilir; üçüncüsü de sorunun üzerine gidip tüm felsefe kitaplarını yemek ve anlam denen meret ne ise peşine düşmek, ümüğünü sıkmak, onunla dövüşmek, mümkünse yenmek.

yendim; ben üçüncü yolu seçtim.

çıldırtıcı, kanırtıcı, boğucu, nöbetli, tekinsiz, krizli yıllar ve yıllar… birden dolan, birden boşalan anlamlar ve anlamsızlıklar… sanat mı? evet, o iyi ki var. sanat, anlamsızlık krizlerimiz için en güçlü reçete bana göre. tüm anlam boşluklarını sesin, görüntünün, tadın estetiği ile dolduruyor da dolduruyor. yanış, uyanış belasına müptela kişiye teselli olarak zaten yanında muhakkak sanat yeteneği de veriliyor. 

sonra yıllar geçiyor… yol giderek kolaylaşıyor, bu doğru ama bu kolaylaşma göreceli bir kolaylaşma. yani yirmili yaşlar otuza yaklaştıkça sorun yavaş yavaş netleşiyor. kırk geldikçe hafif bir bilgelik ve enerjinin devamlılığı sayesinde en üretken çağ başlamış oluyor. elli ile beraber düşen enerji ve netleşen anlam tablosu artık öteki’nin en iyi zamanları belki de…

ben kendi anlamımı anlatabilirim ama bu benim anlamım olduğundan başkası için anlamsız olabilir; bence tek ödevimiz kendilik. bundan öte ödev bilmiyorum. buna gözümü diktim ve bunun kurduğu anlam alt ödevler yarattı ve beni tatmin etti ki en büyük arayışımız da sanırım bu tatmin duygusu.

yazmak da sağaltıcım oldu. kendi sanatını bul, belki seninki müziktir. felsefe ile yolu ararken sanattan ağrı kesiciler alacağız. öteki’nin yolu bu işte. bir bakıma da kaderi. biz müptelası olduğumuz için bu yolda değiliz, başka türlü çıldıracak gibi oluyoruz.