bu ibare buddha’nın öğretisinden çıkardığım bir aforizma. belki de şöyle devam etmeli,
az iste kurtul!
bu eski hint çağrısı üzerinde çok düşünüyorum son günlerde. mutluluk üzerine çalıştığım uzun yıllardan sonra bazı sonuçlara vardım. onları özellikle de buddha öğretisi ve stoa öğretisi perspektifinde özetlemek istiyorum. bizzat tatbik etmeye çalıştığımı, deneme yanılma sürecinden geçirdiğimi de eklemek istiyorum.
1-mutluluk temel gayemiz. ona nasıl ulaşacağımız ve tanımı kişiye göre değişiyor ama ana gaye hep o.
2-kendi tanımımca; sıkıştırınca haz, çok sıkıştırınca orgazm olan, gevşetince huzur olan şeyin adı mutluluk.
3-mutluluğa nasıl ulaşmalı formülleri genelde çöptür ama nasıl yıkılacağını kesine yakın biliriz. o yüzden onu yıkanların uzaklaştırılması suretiyle kendiliğinden diriliyor, diyebiliriz.
4-acı diye bir şey var ama türlerine bakılırsa plastiği ve orjinali var. esas acı tensel acıdır ve onu doğa bizden çok evvel icat etmiştir ama tinsel acı, bizzat bizim tarafımızdan icat edilmiş ve kullanılagelmiştir. yani tensel olan maruziyet, tinsel olan vehim.
5-tensel acılardan aklı kullanmak suretiyle biraz kaçılabilir ama hayatta sahip olduğumuz acıların çoğu baş ağrısı, yanık, kesik, karın sancısı, mide bulantısı gibi şeyler değil, ayrılık, utanç, hasret, özlem, hınç, nefret gibi acılar.
6-acıların azaltılması bizi mutsuz kılan şeylerden uzaklaştırıyor, yani dolaylı olarak mutlu ediyor.
7-bu önerme çok önemli; istekler mutsuz eder. mutsuz ediciler içinde en büyük alanı istekler kaplar. buna döneceğim.
8-mutsuz edici ortamlar vardır, kaçmalı; mutsuz edici kişiler vardır, terk etmeli; mutsuz edici durumlar vardır, bakış açısı revize edilmeli.
9-bir şeyi istemek demek bir şeyin şu an eksik olması demek. nesnesi bulunmayan ihtiyaçlara nesne uydurmak demek. susamış ve ağzım kurumuş ise canım limonata istiyor değildir. öyle sanırsam hem susuzluğun acısını, hem limonatasızlığın acısını çekerim, yani acımı arttırmış olurum. oysa susuzluk, bir nesneye sahip değildir.
10-isteklerimiz hiç tam olarak doymuyor ve devamlı artıyor. doyar gibi olduğu an yerini yenisi alıyor. hep istiyoruz, daha çok istiyoruz ve isteklerimizi ihtiyaç sanmaya başlıyoruz. o şey bir bakıma zorunlu bir asgari oluyor ve aşağısında mutsuz olunması gerekiyor. oysa istemek yalnızca istemektir.
11-isteklerden arınmak teknik olarak mümkün görünmüyor ama ihtiyaç görünümlülerini tekrar istek formuna dönüştürmek fena bir ilk adım sayılmaz. istek olanları ise tercihe dönüştürmeli. evet, istekleri tercihlere dönüştürmek hafifletici.
12-hiçbir isteğin rasyonel bir temeli olamaz. yani onu istemenin lüzumu hakkında bir kitap da yazanız boştur çünkü istemek kişisel ve keyfi bir seçimdir. diploma istemek, bir eş istemek, iş istemek, işe gidecek bir araba istemek, çocuk istemek, güzel görünmek istemek… hepsi de temelsizdir.
13-istemeklerle birlikte şüphesiz istememekler de var. yani istemiyor olduğumuz şeyler de mutsuzluk kaynağı. o da şu anın, tam şu anın fazlalıklara sahip olduğu varsayımına dayanıyor. özlenen şey tamlık. isteyerek eksiklik şikâyeti, istemeyerek fazlalık şikayeti var. oysa şu anı olduğu haliyle kabul etmek bizi istemek belasından kurtarıyor.
yani özetle, çoğu acı arzudan doğar, çoğu arzu da keyfidir.
“cehalet mutluluktur” sözü meşhur; farklı deyicilere atfedilir.
mutluluk yaratan şeylerin ne olduğunu düşününce garip bir şeyle karşılaştım; onları bulamadım. haydi, huzur desek mutluluk yerine, yine pek öyle ele gelir cinsten yok bir şey. peki biz nasıl mutlu ya da huzurlu oluyoruz?
huzurlu kılıcılar yok, huzursuz kılıcılar var kanımca. öyle ki bunların olmaması huzurlu kılıyor. yani sırttan o pis yük inince önce mutlu olunuyor, uzun mutluluğa tahammül edilemeyeceği için de tatlı bir huzur kalıyor geriye. dört pis huzursuz kılıcı var:
bir; merak. bilgi de derdim ama bilginin derli toplusu, kravatlısı var, ulvisi, kutsisi, erdemlisi var. bilgi diyeceksem de tikel bilgi derim. yani uzayın sonsuz olup olmadığı pis merak sayılmazken yan komşunun özel hayatını bir bardak vasıtası ile mercek altına almak pis merak, kaka merak. yani demek ki neymiş, tikel merak birinci huzursuz kılıcıymış.
iki; keşke’ler de kılar huzursuz. gidip geçmişi değiştiremeyeceğin için “şu olsaydı bu olurdu” denklemleri ile eziyet çekilir devamlı. ilacı kader sevicilik.
üç; istekler. istekleri tercihlere dönüştürmekten bahsetmiştim bir yazımda. çok kıymetlidir. çoğu kişi bu isteklere -dua gibi- çeşitli masumiyetler yükleyerek kendileri yüzünden ıstırap çekmeye devam eder. evet, istek işkencecidir, tercihse umut verici. tercihte bir tevazu varken istek vahşi bir şey. tercihte bir felek selamı varken istekte yaratım iddiası var. istek hırsa dönüşür, oysa tercih hep bir vazgeçilecek olanın kararsızlığıdır. yani demem o ki az iste kurtul!
üç sayısını severim ama maalesef dörttür efenim huzursuz kılıcıların sayısı.
dört; kıskançlık. çeşitli tanım ihtilafları varsa da ben şemsiyeyi geniş tutuyorum. onda var, bende de olsun, onda olmasın, sadece bende olsun, ben tek olayım, tapın bana, ben ondan iyi olayım, ben hepinizden iyi olayım’ların genel toplamına verilen isim. aslında bu istek maddesinin alt başlığı olabilecekken öneminden dolayı müstakil bir madde oluverdi.
bir ve dört geniş zamanla ilgili, iki geçmiş, üçse gelecek. bu dört pis aşağı çekiciden kurtulunca önce mutluluğun, sonra huzurun gelmesi kaçınılmaz oluyor efenim ama devamlı savaş, devamlı mücadele mühim. bunlar en insani duygular (düşünceler) olduğundan devamlı savaşmak icap ediyor.
sual; sevgiline kavuşunca mutlu oluyorsun, öyleyse mutluluk bir kurtuluş ile değil kavuşma ile başlamış oldu ve baştaki iddianız çöküverdi.
el-cevap: sevgiline kavuşmak istiyordun ve kavuşunca o kavuşma isteğin doydu ve yitti. yani isteğinin bitişi seni mutlu etti, isteksiz kaldın.
sual; bir kağıtta kocanızın sizi aldatıp aldatmadığı, evlatlık olup olmadığınız ve gelecek seçimlerin sonucu yazıyor olsa, o kâğıdı zarfından çıkarıp okur musunuz?
el-cevap: okumam çünkü merak mutsuz kılıcıdır. sonuçların üçü de olumlu olursa mutluluğum değişmez ama ya üçte bir olasılıkla memnuiyet duymayacağım bir şey okuyacak olursam, mutsuz olmaz mıyım? yo, mutluluk riske atılamaz. bu üç tikel bilgiyi öğrenmeyi reddediyorum ve işime gelecek şekilde olduklarını hayal etmeyi tercih ediyorum.
sual: o halde kendini kandırıyorsun.
el-cevap: evet.
sual: hep felsefe felsefe diyorsunuz, felsefe hakikat’i aramak değil mi? nereden çıktı bu mutluluk merakı? siz inek misiniz?
el-cevap: felsefe iki cinstir; yaşam biçimi ve düşünce biçimi olarak felsefe. ikincisi salt hakikat’i ararken ilki hakikat’in yaşanır kısmıyla ilgilenir. ben ikincisi ile, yani pratik felsefeyle ilgileniyorum ve benim hayatımda yalnızca katlanabileceğim gerçeklere bir davet var. beni zora sokacak olanları büyük bir süratle inkar etmeye ve ertelemeye hazırım. mutsuzluk verici bilgi için evimde koltuk yok ama kapı ağzında beş dakika konuşabilirim.
sual: gayeniz hakikat değil mi yani?
el cevap: bir tanecik hayatımın -en fazla- otuz yılı kalmışken yolda olmaklar, hakikat aramaklar, saç ve bıyık yolmaklar ile fazla vakit harcamayı düşünmüyorum artık. yeterince saf episteme düşündüm, artık biraz da iki şey ile ilgilenelim: pratiğe bakan teorik ile teorisi olan pratik. yani pratiksiz teoriği ve teoriksiz pratiği teptim.
yalnızlık… terk edilebilir olmayan tek şey… gittiğin yere seninle giden, kovsan da gitmeyen… kalabalığa hasret ve meftun yanlarımıza koşut, tiksinti ve kaçışlar ve yalnız kalışlar… emânet gülüş veya borç selamlar, ikinci el dostluk ve günü geçmiş insanlar… her şey, her şeyin geçmiş son kullanma târihi. çürümüş. vicdanlar gibi cemiyetler de çürümüş ve tabiî, bu ikisi arasının sıkışmışı insanlar da öyle. mide bulandırıcı samimiyet rolleri, rol olarak bile kötü. kendi simülasyonuna benzemeye çalışan, maskesini kendi sanan tek tür… insanlık, ah o insanlık… ölümden önce ve bir anlık…
“ben” derken “sen olmayan” dediğinin farkında, severken buna mecbur olmadığını ve sevilirken alternatifsiz olmadığını anlayan, tepesinden tırnağına irrasyonel seçimler ve kıvranışlarda olduğunu sezerek yaşayan, korku ve şüphe içinde bir zavallı olarak öleceğini bilen, olabilecek miyiz?
tiksinti… beş para etmez bir zavallı ile farkımızın kalmadığını anladığımız inkâr dolu anlar ve tiksinti… hayat boyu küfrettiğimiz ile tek fark aynamızdaki! yaşamak için mi, ölmek için mi sebepler buluruz veya ararız? hangisi lâzım bize?
bana mutluluğun hayatını yaşayabilir misin abidin?
ısrarlı bir melankolik ve kadim bir depresif olarak kendime sık tekrarladığım birkaç öğütten bahsedeceğim. genelde birçoklarımızın içinde bulunduğu sarhoş mutluluğu ve ayyaş sorumsuzluğu ile savaşırken kantarın topuzunu biraz kaçırdığım doğrudur. kadercilik eleştrisini aşırı yapınca ortada bir depresyon kutsayıcılık kalabiliyor. izah edeyim,
aslında tüm tatava “gerçekler acıdır” mottosundan çıkıyor. mottolar zehirlidir. sorgulamadığımız için kolay sızar, kolay yönetirler. giren çıkan her fikre hes kodu, tc numarası sorarız da iş mottolara, atasözlerine filan geldi mi serbest geçiş kartını uzatıveririz. mutluluk gibi en ana hedefimizi böyle basit bir formülün içine sokmak nicedir beni de rahatsız ediyordu ama aydınlanmanın ilk basamaklarında bu motto bir hava atma vesilesi bile olabilir.
en yüksek utku, nihai hedef ve varılmaz gaye nedir? ne için yaşamaktayızdır?
işte bunun mutlak cevabı mutluluk. (eudaimonia der aristo)
mutluluk ama bunu demekle konu kapanmış olmuyor, daha beter açılıyor. içini doldurmak icap ediyor. nasıl bir mutluluk?
bazıları o soruya huzur da diyebilir şüphesiz ki aynı nevdendir. ulaşılmaz olduğu için mi bilmem coşku veya çılgın mutluluk gibi cevaplar pek verilmez nedense. huzur diyenler de sanırım mutluluğu elde edilmez bir hedef sayıyor olabilirler. hatta bazıları huzur demeye bile çekinir de bıyık altından, karından konuşarak gibi “iç huzur” filan derler mıymıy sanki huzurun dış cinsi varmış gibi. epicurus gibi siz de haz diyebilirsiniz ki olmaz şey değildir. mutluluk da haz verir, huzur da ama haz kelimesi malumunuz, çoğumuza ahlaksızlığı çağrıştırır niyeyse. böyle saçmalıkları ayıklamak işte felsefenin işi. dondurma yerken veya sevgilimle sevişirken aldığım hazzın nesine kafayı takıyorlarsa. dondurma da sevgilim de haz vermekten şikayetçi değilken üstelik.
schopenhauer, “haz ve tutkularının kölesi olan, ulaştığı noktayla yetinmeyip hep daha fazlasını isteyen kişi nasıl mutlu olacak? sonunda ıstıraba ve can sıkıntısına düşer. kişinin yaşadığı böyle bir dünyayı iyi diye nitelendirmesi mümkün müdür?” der.
yani biraz haz ve mutluluğun zıt görülme hâli de var.
bir de mutluluğun gerçeklerle zıt görülen tarafından bahsettik. yani gerçekler geldikçe mutluluk gidecektir şayet varsa ve şayet bu motto asıllıysa.
ama şurası kesindir ki bizim istememizle birdenbire gelen bir şey değildir kendisi. yani bizim kendisi için yaşıyor olmamız yeter sebep değildir. gelmeyici, naz yapıcıdır ve elmas gibi az olduğu için değerlidir ve hakkında hep yanlış şeyler söylenendir. Oysa ne büyük saçmalıktır ki mutluluğu hak etmiş filan değilizdir ve tabii asla bu çöplüğe mutlu olmak için gelmiş değilizdir; yani dünyanın bize bir mutluluk borcu ve vaadi yoktur.
üzerinde epeydir düşünüyorum ve şu mutluluk işini bir çözeyim istiyorum. ilgisiz olan parametreleri bir eleyelim hele.
hazla ilgili değildir; ters veya doğru orantılı değildir. genelde birlikte görülür yani aralarında pozitif korelasyon vardır, o kadar. ters veya ön şart, olmazsa olmaz veya olursa olmaz değildir. (örnekler bulunuz)
gerçeklerle ilgili değildir. öyle gerçekler vardır ki mutlu eder veya mutsuz eden gerçekler de vardır şüphesiz. o gerçekler bilinmez iken gereğinden fazla mutluysak belki gerçekler bir miktar mutsuz etmek suretiyle ortaya doğru çeker veya aşırı mutsuzları da yükseltir. salt amaç mutluluk ise gerçekler kenara bırakıldığında bunu bir madde bağımlılığı bile sağlayabilir ama bizim burada konuştuğumuz cinsi, gerçekleri terk etmeden elde edilebilir olan cinsi. yoksa birkaç gram kokain de veriyordur aynısını.
sarhoş ve ayyaşların ve vurdumduymaz atgözlüklülerin ve televizyon bağımlılarının içerisinde bulundukları hal mutluluk da olsa mutsuzluk da olsa ilk hedef zaten sahicilik, gerçekçilik, hakikat olmalı ki mutluluğu bir kayıt, yan hedef, ikincil varış olarak konuşalım. yoksa gerçeklikle işi olmayanın mutluluk talebi bir sırıtma makyajı yapmak kabilinden olabilir pekâlâ.
mutlulukla birebir ilintili parametreler nelerdir? bunların haz veya gerçeklik olmadığını anladık. ama nelerdir?
ilki ve en çoğu bence istektir. istek bizim tarafımızdan bizzat ve kasten ve gayet de ayık kafayla belirlenen, hiçbir kadersel veya maruziyet tarafı bulunmayan bir çizgidir. o çizgiyi biz kendi elcağızlarımızla çizer ve karşısına geçip ağlarız. veya bazen güleriz. evet, isteklerimiz bize kalmıştır. o çizgiyi en tepelere de çizebiliriz, nefes almaya şükrediyor da olabiliriz. işte bize kalmış olan o çizgiyi öyle seri, öyle şuursuz, öyle çaktırmadan çizmişizdir ki kendimizin bile haberi olmamıştır. ev, araba, evlilik, iki çocuk, mutlu hayat masalına kapılıvermişizdir. kendimiz çizdik sandığımız bu çizgi cemiyet tarafından mı çiz(dir)ilmiştir, sistem tarafından mı, aile tarafından mı? işte ana parametre bu. çünkü istekler oldukça mutluluk bir yan ürün olarak zaten yağmaktadır ve gerçekleşmeyen istekler depresyon yaratmaktadır. peki o istediğimiz şeyleri niçin, kim için istemekteyizdir ve varınca güya ne olacak, başımız göğe mi erecektir? yoksa yeni istekler, varılması mümkün olmayan yeni hedefler mi yaratılacak, yeniden mi mutsuzluk döngüsü başlayacak?
yani lüzumsuz yere mutsuz olmaktayızdır.
ikinci parametre eğilimler. otomobilin el frenini indirdiğinde kendiliğinden kaymakta olduğunu görürsün. işte bir şey yapmazken olan tabii kaymalara eğilim diyoruz. bazen bazı kişiler doğal olarak tahammülsüz olmaya, keyifsiz olmaya eğilimlidir ki bunun da bir yığın kimyasal tarafı olabilir. işte bu mevzuyu çıkış yaptığı şey olan kimya ile (beslenme düzeni, uyku gibi) düzelteceğiz ve düşünsel kısımda mümkünse biraz mutluluktan yana torpil geçeceğiz. aynısının gereksiz mutlu olanlar için de söyleyebiliriz. dünyada bu kadar acı var, sen sırıtıp geziyorsun, diyebilir kendi kendisine mesela.
üçüncü parametre, gelecek ve geçmişte kalış. geçmişten şimdiye taşınan acılar ve gelecekten bugüne çekilen ümitler birer muzaffer işkencecidir. onları yenmek mümkün değil çünkü ölülerle savaşılamaz. ölüler daima kazanır. o hep söylenen şimdiye taşınma işi öyle kıymetli ki. geçmiş ve geleceğin lüzumsuz kısmı olabildiğince terk edilmeli. niceliksel bir çağda yaşıyoruz, rakam vereyim. dün ve yarını hiç düşünmemek sanırım bu içinde yaşadığımız modern hayatın planları için uygun görünmüyor. ay veya haftalık döngüler benim şahsen dengemi koruyor. Kellemi yormasına izin verdiğim süreyi ikiye bölerim; içinde bulunduğum hafta yarısı, yarısı da şimdidir. bu bana yetiyor da artıyor.
aslında felsefi anlamda mutsuzluğa en büyük darbeyi vurduğumda yaşadığım şok inanılmazdı. ben sanıyordum ki okudukça mutsuz, melankolik olacağım ki öyle de oldu bir yere kadar. hakikat ve hayatla temas ettikçe aşağılara inecek yaşama istencim ve ağız tadım. böylece en bilge aslında en mutsuz olandı. bunu felsefenin anlam krizi bahsini araştırırken keşfettim ki asla öyle değilmiş.
eşya kendisinde bir anlama sahip olmayan. atomlar güzel değil, çirkin değil, iyi değil, tatlı değil, acı değil… atom sadece atom. birisi mi öldü, acı değil. ben verdiysem verdim o anlamı. evet, belki hızlı verdim ama ben verdim. bir yavru kedi, aslında sevimli değil. ona sevimli diyen benim. ben anlam veriyorum. yani demek ki,
anlamak yok anlam vermek var.
işte anlamı veren taraf da bensem ki benim, bu anlamı işime geldiği gibi veririm. bana fazla pragmatik diyebilirsiniz ama öyle. işime gelmek kısmı, mutlu etmesi demek. yani anlamlar koku yapar ki biz buna duygu diyoruz. duygular yakıttır, hareket yaratır ki ilk yarattığı hareket düşüncelerdir. düşünceler de mutsuz eder, mutsuzluk mutsuz düşünce üretir, o düşünce tekrar mutsuzluk tüter, bu koku mutsuz fikirleri döndürür ve çember döner durur, düğüm olur. düşüncelerimi doğru harekete geçirecek olan anlamı en başta vererek bu zinciri baştan kırarım.
kötü düşünce de şu aslında; hep, hiç, daima gibi kelimeler kullanmak moral bozmaya bozuyor, sahibi bunları gerçek de sanıyor ama düpedüz saçmalıktır. iş görüşmelerinden hep ret yiyor değilimdir, beş kere yemişimdir. yani bunun bir adedi vardır. hep işim ters gidiyor değildir, on kere ters gitmiştir. on birinci kez düz gidebilir. düşünce hataları mühim mevzu.
aslında bunu ilk fark ediş gerçekten de depremli. yaşayın isterim. düşünsenize, en güzel manzaralar, en çekici kadınlar, en minnoş tavşan yavruları ve uçan kuşların, göğün ihtişamı kendilerinde değil; onlara bunları diyen sadece benim. benim gibi bu anlamı veregelmiş başka benler yanyana gelip “biz” illüzyonuna kapılıyorsa da bin yıldır bir milyon bakışın o bakış izini bırakmış olması benim de aynı bakmak zorunda olduğum anlamına gelmiyor. tekrar söylüyorum, atomların anlamları tıktıkları bir cebi yok.
vallahi ben öyle enerjilere ve evrende “yasa” denen -dürüstlükmüş, çekimmiş- saçmalıklarına inanmam, inanamam ama iyi düşünmek şans getiriyor gerçekten. bunun açıklaması şu ki hiç değilse özgüven veriyor, enerji, dayanıklılık, yılmazlık, teselli gibi şeyleri bir paket halinde bohçalayıp uzatıyor.
işte mutsuzluğun felsefesi, işte yaşam… aslında tüm bu metinden şunu çıkartmak lazım,
olumlu düşünmek kadar olumsuz düşünmek de gerçekçi değil ama gerçekten uzaklaşacaksam bunu fazla olumlu düşünerek yapmayı tercih ederim. gerçek sadece gerçektir. ne iyi ne kötüdür. gerçekler acı filan değildir. evren bize karşı sonsuz kozmik bir kayıtsızlık içindedir. bu ruhsuz atom yığınlarının arasında sadece varız. bu kayıtsızlık, anlamsız bile değil. her şey her şeye karşı kayıtsız. işte bu dipsiz kayıtsızlık içinde bile isteye verdiğim anlam bu:
ne yazık, kendine acıdın da dönüştüğün kendin oldun. resim diye kendini yaptın, beste diye kendini çaldın.
adam olsun için kırbaçladın da geriye kâr diye yara izlerin kaldı. ne adam oldun ne kendini kırbaçlamak eklemlerine iyi geldi.
ahlâkta sandın kurtuluşu da en ahlâkçı sen oldun. sonunda kaybettiğin uykun ve mutluluğun oldu.
doğru olmak, doğru yaşamak, doğru ölmek istedin hep. güzel nerede, iyi neredeydi?
hani bir zaman yemin etmiştin hayatı iyice anladığına da elindeki boş kavanozu dıştan yalayan olmuştun oysa ki. dilin yorulmadı mı kavanozları parlatmaktan?
hani bir zaman sen bilendin, görendin, anlayan ve anlam verendin. bin yıllık yalanları bin kere tekrar ettin yollarda yürürken. telkinler de orada tutamadı seni.
kafa kemiklerini sıkıştırdın parmaklarınla ve rüyâlarında boğulan oldun. bir çırpıda özetleyen şablonların sansürlüyordu hayatı da delil karartan oldun, söverken ona buna.
şablonlarına, formüllerine, tariflerine uymuyor diye hayata kızdın durdun. oysa hayat sadece hayattı; şabloncular kör oldu, geriye kalanlar kazandı.
ışığın kokusunu, baharın sesini duydun uzaktan devamlı. inkâr edecek çizgiyi geçince de bildiğin, inandığın, gördüğün ne varsa yıktın da kurdun. yandın. yanmasan, yakamayacaktın gemini de. hamdın. dolaşıp aynı çöplüğe yandın da geldin.
yeni bir lügat -en temizinden- ve yeni târifnâme lâzım geldi sana da bu sefer göklere dalmak yerine bakan oldun olan bitene. bir duyunu kaybetmek bir dünyanı kaybetmekti. sense hüzünle hatırladın duyuları aşağıladığın günleri.
dans ediyor sanıldın uzaktan; oysa kavgaydı ettiğin en kallâvîsinden. sen kusarken çıkan sesleri duyanlar alkış tuttu. şiir sandılar yardım çığlığını ve sen yine yalnız kalan oldun.
lânet ve küfür yemeden, aforoz edilmeden mi aydınlığa çıkacağını sandın? hâlâ seni terk etmeyenler kaldı. kurtul prangalarından. sevilmeyen olmadan olamazsın hikmeti seven. hikmeti sevmek için ödemen gerek bedeli öde de çık. senden bahşiş, sadaka bekleyen yok.