mutsuzluğun felsefesi

  • 7 dakikalık bir metin-

ısrarlı bir melankolik ve kadim bir depresif olarak kendime sık tekrarladığım birkaç öğütten bahsedeceğim. genelde birçoklarımızın içinde bulunduğu sarhoş mutluluğu ve ayyaş sorumsuzluğu ile savaşırken kantarın topuzunu biraz kaçırdığım doğrudur. kadercilik eleştrisini aşırı yapınca ortada bir depresyon kutsayıcılık kalabiliyor. izah edeyim,

aslında tüm tatava “gerçekler acıdır” mottosundan çıkıyor. mottolar zehirlidir. sorgulamadığımız için kolay sızar, kolay yönetirler. giren çıkan her fikre hes kodu, tc numarası sorarız da iş mottolara, atasözlerine filan geldi mi serbest geçiş kartını uzatıveririz. mutluluk gibi en ana hedefimizi böyle basit bir formülün içine sokmak nicedir beni de rahatsız ediyordu ama aydınlanmanın ilk basamaklarında bu motto bir hava atma vesilesi bile olabilir.

en yüksek utku, nihai hedef ve varılmaz gaye nedir? ne için yaşamaktayızdır?

işte bunun mutlak cevabı mutluluk. (eudaimonia der aristo)

mutluluk ama bunu demekle konu kapanmış olmuyor, daha beter açılıyor. içini doldurmak icap ediyor. nasıl bir mutluluk?

bazıları o soruya huzur da diyebilir şüphesiz ki aynı nevdendir. ulaşılmaz olduğu için mi bilmem coşku veya çılgın mutluluk gibi cevaplar pek verilmez nedense. huzur diyenler de sanırım mutluluğu elde edilmez bir hedef sayıyor olabilirler. hatta bazıları huzur demeye bile çekinir de bıyık altından, karından konuşarak gibi “iç huzur” filan derler mıymıy sanki huzurun dış cinsi varmış gibi. epicurus gibi siz de haz diyebilirsiniz ki olmaz şey değildir. mutluluk da haz verir, huzur da ama haz kelimesi malumunuz, çoğumuza ahlaksızlığı çağrıştırır niyeyse. böyle saçmalıkları ayıklamak işte felsefenin işi. dondurma yerken veya sevgilimle sevişirken aldığım hazzın nesine kafayı takıyorlarsa. dondurma da sevgilim de haz vermekten şikayetçi değilken üstelik.

schopenhauer, “haz ve tutkularının kölesi olan, ulaştığı noktayla yetinmeyip hep daha fazlasını isteyen kişi nasıl mutlu olacak? sonunda ıstıraba ve can sıkıntısına düşer. kişinin yaşadığı böyle bir dünyayı iyi diye nitelendirmesi mümkün müdür?” der.

yani biraz haz ve mutluluğun zıt görülme hâli de var.

bir de mutluluğun gerçeklerle zıt görülen tarafından bahsettik. yani gerçekler geldikçe mutluluk gidecektir şayet varsa ve şayet bu motto asıllıysa.

ama şurası kesindir ki bizim istememizle birdenbire gelen bir şey değildir kendisi. yani bizim kendisi için yaşıyor olmamız yeter sebep değildir. gelmeyici, naz yapıcıdır ve elmas gibi az olduğu için değerlidir ve hakkında hep yanlış şeyler söylenendir. Oysa ne büyük saçmalıktır ki mutluluğu hak etmiş filan değilizdir ve tabii asla bu çöplüğe mutlu olmak için gelmiş değilizdir; yani dünyanın bize bir mutluluk borcu ve vaadi yoktur.

üzerinde epeydir düşünüyorum ve şu mutluluk işini bir çözeyim istiyorum. ilgisiz olan parametreleri bir eleyelim hele.

hazla ilgili değildir; ters veya doğru orantılı değildir. genelde birlikte görülür yani aralarında pozitif korelasyon vardır, o kadar. ters veya ön şart, olmazsa olmaz veya olursa olmaz değildir. (örnekler bulunuz)

gerçeklerle ilgili değildir. öyle gerçekler vardır ki mutlu eder veya mutsuz eden gerçekler de vardır şüphesiz. o gerçekler bilinmez iken gereğinden fazla mutluysak belki gerçekler bir miktar mutsuz etmek suretiyle ortaya doğru çeker veya aşırı mutsuzları da yükseltir. salt amaç mutluluk ise gerçekler kenara bırakıldığında bunu bir madde bağımlılığı bile sağlayabilir ama bizim burada konuştuğumuz cinsi, gerçekleri terk etmeden elde edilebilir olan cinsi. yoksa birkaç gram kokain de veriyordur aynısını.  

sarhoş ve ayyaşların ve vurdumduymaz atgözlüklülerin ve televizyon bağımlılarının içerisinde bulundukları hal mutluluk da olsa mutsuzluk da olsa ilk hedef zaten sahicilik, gerçekçilik, hakikat olmalı ki mutluluğu bir kayıt, yan hedef, ikincil varış olarak konuşalım. yoksa gerçeklikle işi olmayanın mutluluk talebi bir sırıtma makyajı yapmak kabilinden olabilir pekâlâ.

mutlulukla birebir ilintili parametreler nelerdir? bunların haz veya gerçeklik olmadığını anladık. ama nelerdir?

ilki ve en çoğu bence istektir. istek bizim tarafımızdan bizzat ve kasten ve gayet de ayık kafayla belirlenen, hiçbir kadersel veya maruziyet tarafı bulunmayan bir çizgidir. o çizgiyi biz kendi elcağızlarımızla çizer ve karşısına geçip ağlarız. veya bazen güleriz. evet, isteklerimiz bize kalmıştır. o çizgiyi en tepelere de çizebiliriz, nefes almaya şükrediyor da olabiliriz. işte bize kalmış olan o çizgiyi öyle seri, öyle şuursuz, öyle çaktırmadan çizmişizdir ki kendimizin bile haberi olmamıştır. ev, araba, evlilik, iki çocuk, mutlu hayat masalına kapılıvermişizdir. kendimiz çizdik sandığımız bu çizgi cemiyet tarafından mı çiz(dir)ilmiştir, sistem tarafından mı, aile tarafından mı? işte ana parametre bu. çünkü istekler oldukça mutluluk bir yan ürün olarak zaten yağmaktadır ve gerçekleşmeyen istekler depresyon yaratmaktadır. peki o istediğimiz şeyleri niçin, kim için istemekteyizdir ve varınca güya ne olacak, başımız göğe mi erecektir? yoksa yeni istekler, varılması mümkün olmayan yeni hedefler mi yaratılacak, yeniden mi mutsuzluk döngüsü başlayacak?

yani lüzumsuz yere mutsuz olmaktayızdır.

ikinci parametre eğilimler. otomobilin el frenini indirdiğinde kendiliğinden kaymakta olduğunu görürsün. işte bir şey yapmazken olan tabii kaymalara eğilim diyoruz. bazen bazı kişiler doğal olarak tahammülsüz olmaya, keyifsiz olmaya eğilimlidir ki bunun da bir yığın kimyasal tarafı olabilir. işte bu mevzuyu çıkış yaptığı şey olan kimya ile (beslenme düzeni, uyku gibi) düzelteceğiz ve düşünsel kısımda mümkünse biraz mutluluktan yana torpil geçeceğiz. aynısının gereksiz mutlu olanlar için de söyleyebiliriz. dünyada bu kadar acı var, sen sırıtıp geziyorsun, diyebilir kendi kendisine mesela.

üçüncü parametre, gelecek ve geçmişte kalış. geçmişten şimdiye taşınan acılar ve gelecekten bugüne çekilen ümitler birer muzaffer işkencecidir. onları yenmek mümkün değil çünkü ölülerle savaşılamaz. ölüler daima kazanır. o hep söylenen şimdiye taşınma işi öyle kıymetli ki. geçmiş ve geleceğin lüzumsuz kısmı olabildiğince terk edilmeli. niceliksel bir çağda yaşıyoruz, rakam vereyim. dün ve yarını hiç düşünmemek sanırım bu içinde yaşadığımız modern hayatın planları için uygun görünmüyor. ay veya haftalık döngüler benim şahsen dengemi koruyor. Kellemi yormasına izin verdiğim süreyi ikiye bölerim; içinde bulunduğum hafta yarısı, yarısı da şimdidir. bu bana yetiyor da artıyor.

aslında felsefi anlamda mutsuzluğa en büyük darbeyi vurduğumda yaşadığım şok inanılmazdı. ben sanıyordum ki okudukça mutsuz, melankolik olacağım ki öyle de oldu bir yere kadar. hakikat ve hayatla temas ettikçe aşağılara inecek yaşama istencim ve ağız tadım. böylece en bilge aslında en mutsuz olandı. bunu felsefenin anlam krizi bahsini araştırırken keşfettim ki asla öyle değilmiş.

eşya kendisinde bir anlama sahip olmayan. atomlar güzel değil, çirkin değil, iyi değil, tatlı değil, acı değil… atom sadece atom. birisi mi öldü, acı değil. ben verdiysem verdim o anlamı. evet, belki hızlı verdim ama ben verdim. bir yavru kedi, aslında sevimli değil. ona sevimli diyen benim. ben anlam veriyorum. yani demek ki,

anlamak yok anlam vermek var.

işte anlamı veren taraf da bensem ki benim, bu anlamı işime geldiği gibi veririm. bana fazla pragmatik diyebilirsiniz ama öyle. işime gelmek kısmı, mutlu etmesi demek. yani anlamlar koku yapar ki biz buna duygu diyoruz. duygular yakıttır, hareket yaratır ki ilk yarattığı hareket düşüncelerdir. düşünceler de mutsuz eder, mutsuzluk mutsuz düşünce üretir, o düşünce tekrar mutsuzluk tüter, bu koku mutsuz fikirleri döndürür ve çember döner durur, düğüm olur. düşüncelerimi doğru harekete geçirecek olan anlamı en başta vererek bu zinciri baştan kırarım.

kötü düşünce de şu aslında; hep, hiç, daima gibi kelimeler kullanmak moral bozmaya bozuyor, sahibi bunları gerçek de sanıyor ama düpedüz saçmalıktır. iş görüşmelerinden hep ret yiyor değilimdir, beş kere yemişimdir. yani bunun bir adedi vardır. hep işim ters gidiyor değildir, on kere ters gitmiştir. on birinci kez düz gidebilir. düşünce hataları mühim mevzu.

aslında bunu ilk fark ediş gerçekten de depremli. yaşayın isterim. düşünsenize, en güzel manzaralar, en çekici kadınlar, en minnoş tavşan yavruları ve uçan kuşların, göğün ihtişamı kendilerinde değil; onlara bunları diyen sadece benim. benim gibi bu anlamı veregelmiş başka benler yanyana gelip “biz” illüzyonuna kapılıyorsa da bin yıldır bir milyon bakışın o bakış izini bırakmış olması benim de aynı bakmak zorunda olduğum anlamına gelmiyor. tekrar söylüyorum, atomların anlamları tıktıkları bir cebi yok.

vallahi ben öyle enerjilere ve evrende “yasa” denen -dürüstlükmüş, çekimmiş- saçmalıklarına inanmam, inanamam ama iyi düşünmek şans getiriyor gerçekten. bunun açıklaması şu ki hiç değilse özgüven veriyor, enerji, dayanıklılık, yılmazlık, teselli gibi şeyleri bir paket halinde bohçalayıp uzatıyor.

işte mutsuzluğun felsefesi, işte yaşam… aslında tüm bu metinden şunu çıkartmak lazım,

olumlu düşünmek kadar olumsuz düşünmek de gerçekçi değil ama gerçekten uzaklaşacaksam bunu fazla olumlu düşünerek yapmayı tercih ederim. gerçek sadece gerçektir. ne iyi ne kötüdür. gerçekler acı filan değildir. evren bize karşı sonsuz kozmik bir kayıtsızlık içindedir. bu ruhsuz atom yığınlarının arasında sadece varız. bu kayıtsızlık, anlamsız bile değil. her şey her şeye karşı kayıtsız. işte bu dipsiz kayıtsızlık içinde bile isteye verdiğim anlam bu:

gerçekliğin içinde mutluluk verici anlamlar hayal etmek.

“mutsuzluğun felsefesi” için 4 yorum

kanaatiniz nedir?

%d blogcu bunu beğendi: