Etiket: aşk
var kılıcı
bazen boş evde bir başıboş sinek sizden kaçıverir de var kılmış olur sizi. algılanmak istersiniz. bazı var kılıcılarınız artık yoktur çünkü. bu yüzden duvarları ellersiniz. evet, eşyayla konuşmak, onlara sessizce selam vermek de var kılar sizi ama aklınızda hep şu vardır; lütfen nefret ediyor olsun benden! tiksinme de olur, çöpe atma, karalama ve beddua hatta. keşke hakkını haram etse bana var kılıcım. büyü yapsa, tuzak kursa, kafama taş atıp kaçsa… kötülüğüne hasretim!
-hiçlik notları
“çürüme” çıkıyor
kalemimi romanla tanıyan ve benden nicedir bir roman bekleyen okuruma müjde: artık altı çocuk annesiyim.
yeni romanım çürüme, türkiye’nin en köklü kitabevi inkılâp’ta.
bugün çürüme ön-siparişte, 25 nisan pazartesi itibarıyla da okuruyla buluşuyor.
huzurunuzu kaçırdığım ilk günden beri rahatsız etmeyen kitapları çöpe attığınızı biliyorum. yazılan kitap kesilen ağaca değsin istedim ve bu yüzden yeni romanımı kokuşmuş adalete ithaf ettim.
çürüyen çağın romanı…
delilik, normallik, yazarlık, varoluşçuluk
0-kitaplarınızdan bahseder misiniz?
1-delilik ve normallik nedir?
2-varoluşçuluk nedir ve varoluşçu roman ne demektir?
3-kitap yazmaya nasıl başladınız? ileriki kitaplarınız hangi konularda olacak?
4-tasarlayarak mı, ilhamla mı yazarsınız?
5-mimarlık yapmak edebiyatçılığınıza mani olmuyor mu?
6-türkiye’nin okuma ve yazmada seviyesi sizce nasıldır?
7-yazarlık sizce bir meslek midir?
8-sinemadan çok beslenen bir romancısınız, etkilendiğiniz filmler ve yönetmenler var mı?
9-şiir, roman, sinema, felsefe, mimarlık… bu kadar çok alanla ilgilenmek yorucu olmuyor mu?
10-niçin hep alt sınıfı anlatıyorsunuz? elit kesimden, burjuvadan hikâye çıkmıyor mu?
*omurga 2.etik 3.estetik acı aforizma ahlak akıl anlam aşk ben bilim cemiyet değişim doğa duygu edebiyat estetik etik evrim felsefe insan kitap mimesis mutluluk nietzsche psikoloji roman sanat sevgi sinema sosyoloji söyleşi sürü tekamül tin us varoluşçuluk zeka çürüme ölüm öteki özgürlük şair şiir şizofren
bir hayalim var: kitap devleti
martin luther king’in o meşhur “bir hayalim var” konuşmasını hatırlayın. işte benim de bir hayalim var ama benimki siyahilerin hakları hakkında değil.
öncelikle şu söyleyeyim ki kitap okumanın faydalarını konuşmak ayıptır. ben hicap duyuyorum. yemek yerken ağzı şapırdatmamanın ve sokağı tuvalet olarak kullanmamanın faydalarını anlatmak gibi bir şeydir bu. “fayda” denen şey nemenem şeyse, bir ikisini söyleyeceğim fakat önce hayalimden bahsedeyim.
“kitap devleti” diye bir hayalim var. teorim şu ki bir ülkeyi en insani yöneten şey kitaptır. yazıyı bulana kadar milyonlarca yıl evrimleştik ve binlerce yıl sonra da matbaayı bulduk. işte doğanın en mütekâmil şeyi: insan beyninden insan beynine bilgi, duygu, bakış, fikir aktarmaya yarayan araçlar, kitaplar… bilgi, duygu, bakış, fikir beynin içinde elektrik sinyaliyken dile dönüştürülür de onu okuyanda aynı nöron aktivitesi ateşleniverir. sihir gibi… insana bakın… iyi-kötü, akıllı-akılsız, eğitimli-eğitimsiz, güzel-çirkin filan var ama kitapla haşır neşir olanla olmayan arasındaki devrimsel fark hiçbir ayrımda yok. beşeri insan kılan, insanı incelten şey nasıl yönetir bir devleti?
- ülke, kitap okuyan ve okumayan olarak keskin bir şekilde ayrılır. evet, yegane ayrımcılık bu olacak. kitap okumayı tercih etmeyen vatandaşlar sınır dışı edilmeyecek tabii ama oy verme hakkı elinden alınacak.
- okulda sadece kitap okuma alışkanlığı kazandırılacak. hiçbir şey öğretilmeyecek kitap okumaktan başka. eğitim on yıl olacak ve bu on yılın sonunda sadece kitap okuyanların geçebileceği bir sınav yapılacak. sınavda zamanla yarış filan olmayacak. böylecek hızlanmak değil yavaşlamak teşvik edilecek. iki saatte yüz soru cevaplanacak ve en çok kitap okuyan en yüksek puan alacak.
- üniversiteler bu puana göre alım yapacak. üniversitelerde meslek eğitimi dışında yan eğitimler olmayacak. bunun yerine yüzde ellilik bir kitap okuma eğitimi devam edecek. sözgelimi hızlı okuma teknikleri, imla, okuduğunu yazılı ifade edebilme gibi dersler…
- tüm toplu taşıtlar kitap barkodu ile çalışacak. böylece okumasa bile elinde bir kitap ile dolaşma teşvik edilmiş olacak. ayrıca aynı kitap ile bir aydan uzun giriş yapılamayacak. bu da hileciler için.
- ağaç kesmek, kedi öldürmek ve insan öldürmek eşit cezalara sahip olacak. verilen zararlar da öyle.
- sağlık sorunlarından dolayı kitap okuma engeli bulunanlar mazur görülecek. devlet, ücretsiz sesli kitap desteği verecek.
- her mahallede bir kütüphane olacak. kitap çalmanın cezası kütüphane temizliği olacak. su, ekmek ve kitaptan vergi alınmayacak.
- çalışma hayatına bir aylık yoğun kitap okuma kampı için ara verenlere devlet maaş verecek. her çalışanın bu hakkı olacak.
- kitap okuma alışkanlığı edinemeyenler kulüplere, okuma gruplarına, danışmanlara sevk edilecek. ücretsiz özel ders alabilecek.
- hapishanelerde düzenli kitap okuyanlar için ceza indirimi uygulanacak.
- tıpkı bebek bakıcıları gibi saatlik tutulan sesli kitap okuyucular olacak ve bu kendi başına bir meslek olacak.
- psikologlar, sosyologlar, öğretmenler devamlı kamu spotlarında görev alacak. kitap sevmeyenler kınanacak.
- devlet memurlarının günlük bir saatleri kitap okuma seansı olarak geçecek ve gevezelik edenler uyarılacak. üç kere uyarı cezası alan uzaklaştırma alacak.
- kitap sevdirme için gayret sarf edenlerin vergi cezaları, trafik cezaları, banka borçları hafifletilecek.
- kitap okuma alışkanlığı olmayanlar hiçbir yönetim kademesinde görev alamayacak. kitap bakanlığı kurulacak.
- kitapta yasak, sınır, sansür olmayacak. ne kadar sapkın, ideolojik olarak ne kadar uç olursa olsun herkes her kitabı okumakta hür olacak.
- kitap tartışma grupları teşvik edilecek belediyelerce ve akşamları ücretsiz çay-kahve eşliğinde kitaplar konuşulacak.
odanıza girip “aa ne kadar çok kitabın var… hepsini okudun mu?” diye soranların çoğu sanır ki kitap bilgi verir. kitabın asli görevi bilgi vermek değil. hocaların ağızlarından, internetten, eğitim platformlarından da o bilgileri alırsınız. kitap okumak bambaşka bir şey yapar. bakış verir o ayrı ama sizi koparmayı sağlar kalabalıktan. bu mühim. fazla geveze, fazla yapış yapış bir toplumuz. temel kitap okuyamama sebebimiz asla yalnız kalamıyor oluşumuz. tamamen sessiz ve yalnız bir anımız yok. bunun türlü cezalarından sadece biri aslında okuyamıyor olmak. kitap okumamak kendi başına bir neden değil, aynı zamanda sonuç da. yani bu sessizliği ve en önemlisi yavaşlamayı hiç yakalayamayan günümüz insanına verilmiş bir ceza. yavaşlayın, desen kimse anlamaz. işte kitap okumak ancak yavaşlayarak yapılabilen bir şey olduğu için eşsiz. ikinci bahane de dikkat dağınıklığı. bu da yanlış. dikkatsiz olduğun için okuyamıyorsun değil, hiç okumadığın için dikkatsizsin bu bir. ikincisi yine yavaşlamakla ilgili: hızlı kişi dikkatsizdir. devamlı koşturuyoruz. hiç susmuyoruz ve hiç durmuyoruz. zihnen, ruhen ve bedenen durmaya ihtiyacımız var.
iddia ediyorum ki kitap okuyan toplumda çocuk gelinler, kadın cinayetleri, trafik ihlalleri, her türlü şiddet eğilimi, cinci hocalar, uyuşturucu bağımlılığı azalır. dikkat dağınıklığı azalır, aile içi şiddet azalır, israf azalır ve kandırılma ihtimali azalır. televizyonlar kapanır, fena mı?
tüm bunlar birçokları için fazla hayalperestçe geliyor ama yanlıyorsunuz. fazla fanatik bir toplumuz. her problem fanatizmle çözülüyor. kitap okumak fanatizmi köreltir. ikincisi öfke patlamalarını çözer. üçüncüsü depresyonu azaltır. duygu kontrolü değil mi tüm sorunlarınızın kökeni? daha kültürlü olma kısmına hiç girmiyorum bile. mağara adamlığımız incelir işte, fena mı?
okuyun!
bu hayali birlikte kuralım!
sevgi kötü kılar
sevgi kötü kılar. çok sevgi çok kötü kılar. az seven faydalı değilse de zararsız; en büyük zararı fazla faydasız oluşu. sevginin tüm engelleri aştığını işitmediniz mi? ne demek bu? ahlak mı dayanır sevginin seline, acı mı, söz mü, yemin mi, memleket mi? sevgi tehlikeli bir şeydir.
az sevenleri toplayın çevrenize. budur öğüdüm size.
sevgi sizin cemiyetten alacaklı olduğunuz da değil; hak edin! kimsenin size sırf varsınız diye sevgi borcu yok. var olan trilyon şey varken uçan her kuşu sevmekle kim yorulsun? yani o kadar sevgi açıysan dostum, bana seni sevmem için iyi sebepler sunmalısın. yoksa sevgimi değerlendireceğim daha iyi kaynaklar var.
allah yarattı diye sevecekmişim güya her şeyi! bir laf bu kadar salak olur. allah bile sevmiyor kendi yarattığı her şeyi. kızıyor şeytanına, nankörüne, hainine, zalimine. bende belki pek çok şey sonsuzsa da -bilmiyorum henüz- sevgi değil sonsuz.
bu kadar zor bulunur bir yakıtı, bu kadar bol harcayan birini buldun mu, kaç! işte kötü kılar, dediğim o. yüksek gerilim hattı risk demek, yüksek enerji demek, deprem demek. küçük sevginin yelinden korkma da güçlü sevginin fırtınası uçurur adamı.
sevgi dengesiz kılar. sevgi bipolar kılar. sevgi uykusuz kılar ve sevgi intikamcı kılar. hırssız bir seven görmedim ben hiç.
sonra seni sevenlerin senden teşekkür beklemesi aptalcadır. sana zorla bakım verene ödeme mi yapacaksın? talep etmediğim şeyin teşekkürünü de etmem. talep benden gelmeli. hem sevgi sevenden sevilene giden bir şey değil ki. sevenden çıkıp sevilenden seken, tekrar sevene sokulan bir şey. sevgi sevende dönen bir şey. kendi kalbindeki gargaranın hesabını senden sorandan kaç. sevgi bir kişisel mastürbasyon. kimsenin mastürbasyonuna meze olmamanı öğütlerim sana.
sen seversen seni seveni, burada tek değil iki ilişki var. iki ayrı ilişki tevafuk etmiş aynı uzay-zamanda. tadını çıkarmaya bakmalı ama sevgi aşırısı için tedbirleri elden bırakmamalı. tehlikeli bir şeydir fazla sevmek. bir bakmışsın, ölçü kaçıvermiş. eziyet oluvermiş seven ve sevilen için…
en güzel bir iyilik ve şefkat-vari bir duygudaşlık, bir hasret, bir özgecilik, bir merhamet ve birlik gibi pazarlanan o tehlikeli duyguyu anladın mı şimdi? sinsice her yere sokulan ve kendini bir borç gibi pazarlayan. evet, sevileni borçlu ve köle kılan… kaçın ondan.
türkiye’nin ilişki raporu
vallahi öyle ilişki koçu filan değilim ama hani “örüntü gözü” denir ya, işte tekrarlayan örüntüler ve vıcık klişeleri bir sürü kişide epey gözlemledikten sonra bunları derleme fikri hasıl oldu. bunları üreme çağındaki bir erkek olarak değil, noel baba olarak yazıyorum; öyle sayın.
tüm hayvanlarda olduğu gibi insanlarda da ilişkiler dış hoşlantı ile başlar. herkese göre güzel olanın sana çekici gelmiyor olması seni dışa bakmıyor kılmaz; kendince, sana göre, belki hatta senin bozuk gözlerine göre tırnak içinde bile olsa “güzel” olmalı baktığın şey.
kokuya da bakar beynimiz ama maalesef ter kokusunu örten rollonlar ve üç gün kalıcı çakma parfümler yüzünden kokular saptırıldığı için isabet ihtimali düşüktür. asıl beğeneceğimizi parfümünden dolayı karalar, genlerimizin nefret edeceğini de parfümünden dolayı sevesimiz gelir. yani saptırıcı parfümler saptırır beğeneceklerimizi.
ağırlıklı olarak dışçıyız fakat bu dış, eskilerin “dış” dediği şey olmaktan çıktı. babaannelerimiz “iç” derken yüreği kasteder “dış” derken yüzü kastederdi ama simülasyon çağında yüzün üzerinde makyaj, onun da üzerinde filtre ile çekilmiş fotoğraf var. yani şurası kesin ki kişi kendisini nasıl göstermeyi arzu ediyorsa tam olarak o şekilde görmeye mahkumuz. yani evine dürbünle bakmadığımız sürece herkes kendisini kendi istediği miktarda ve mahiyette sunar. buna da razı gelmek zorundayızdır. kokudan sonra ikinci kaza da budur.
kant, eşya var ama bir de o eşyanın özü var ki gözler göremez kulaklar işitemez, derken ikili bir sistemden söz ediyordu ama bu çağda görünüşü isterseniz bir hafta aralıksız kazın, hala öze ulaşamayabilirsiniz. o yüzden öz, özün görünüşü, görünüşün görünüşü, görünüşün görünüşünün makyajı diye dört katmandan söz etmeli.
iltifatlar başladı diyelim… şusun, busun… gözlere güzel diyen romantik de kalça iltifatı niçin sapkın? vücudu değerlerine göre bölgelere ayırmak saçmalıktan başka bir şey değil. asıl sapkınlık budur. bedenin her kılı eşit derecede masum ve suçlu. masum da nesi!
canım cicim dönemlerinin hemen sonrasında başlayan “asıl” ilişki dönemi kıskançlık tatbikatıdır. evet, ilişki bir kıskançlıklar dansıdır. kendisi budur. yani demem o ki, havadan sudan konuşulan ilk köpük dönem bitince başlayan ve ilişki bitene kadar devam eden süreç şudur: “like” atma, o atan kim, kalp atma, o atan kim, gülücük atma, o atan kim, mini giyme, eve erken git, falancaya selam verme, verirse alma, arkadaşlarını azalt, sosyal olma, bizi paylaş, benden bahset, yanında ara… bu süreç aslında beş yıl önceye kadar ergenlere hasken şu an kırk yaş grubunun ilişkileri de bu seviyede. yine bu sürecin ayrılmazı, varlığını tamamlayamamışlarca tek hesap, tek giyim, tek arkadaş grubu, tek hayat şeklindeki iç içe ergimedir. bu ergime kişiler kendi kişiliklerini yitirene kadar devam eder. arkadaşına selam verirsin, sevgilisi cevap verir.
ilişki krizi aslında başta, yani sen henüz karşı tarafı değiştirmeye çalışıp bozmadan önce sevimli gelen her şeye tek tek müdahale edip tanınmaz hale getirene kadar sürer. sonra kriz filan kalmaz çünkü ortada sevilecek bir şey kalmaz. yani sevmeyi bırak, hayran kalacak kadar beğendiğin her şeyi -belki güç gösterisi uğruna- değiştirdikten sonra ortada o kadar da sevimli bir şey kalmaz. sonra devam eden sevgi güce ve köleye duyulan sevgidir. yani sevgi tür değiştirmiştir.
savaşarak sevişenler üzerine çok yazdım ki başlı başına bir ansiklopedi konusu. özet şu, bir bebeğin ağlayarak var olması, yani var olduğunu hatırlatması gibi bazı yetişkinler de ölümü unutmak ve var olduğunu fark etmek için devamlı itişmeye ihtiyaç duyar çükü huzur onlara ölümü hatırlatır. sahiden de öyledir; “huzur içinde uyusun” deriz ölene. huzur… tehlikelidir savaşarak sevişen için. o yüzden savaşmak zorunda, savaşlar yaratmak zorunda, hayali veya gerçek problemler masaya koymak zorunda ama devamlı itişmek zorundadır. yani ilişkinin devam biçimi itişmek olur. sonsuza kadar mutlu yaşadılar aşaması hiç başlamaz çünkü cennet bile olsa ölüm ölümdür. yani devamlı terk eder gibi yaparak, blöf yenmezse bağırarak, terk edilmesi sağlanarak ve özür dilenerek, ara verme talebi gibi, ilişkiyi dondurma talebi gibi saçmalıklarla partnere gittikten sonra arkasından gelecek cevap ne olursa olsun isyan ve patlayış ve hatta küçük kaprisler, tripler ile ilişkiyi canlı tutmaya çalışma çabası… yani ayda beş kere ayrılıp barışan bir ilişki canlıdır, yani savaşmak bir sevişme türü olagelmiştir. savaşarak sevişenlerin en sevmediği tipler huzurcu, ayrılmayı bir kerelik görenler.
aslında ilişki içinde kişiler bence kabaca dörde ayrılır;
1-iyi kalpli ve geçimli, ideal
2-kötü kalpli ama geçimli, yani sinsi
3-iyi kalpli ama geçimsiz, kavgacı
4-kötü kalpli ve geçimsiz, nursuz
bu modelde kulağa en hoş gelen bir numara da olsa bizler rasyonel varlıklar değiliz. kendi kaçıranımıza âşık olan sendromlular da olabiliriz. şurası mühim ki tarafların dışarıdan yapılan değerlendirmeleri genelde boştur. kişilerin talepleri sapıkça da olsa uyumluysa uyumlulardır. konu da kapanır. mesela bir narsisist ile bir bağımlı kişilik yapısına sahip kişi, dışarıdan bakınca sömürü ilişkisi gibi görünse de en uyumlu ilişki. birisi sömürmekten sevk alıyor, diğeri sömürülmekten. hiç sorun yok.
en hızlı kaçılası tipler bence paranoyak kıskançlar. insanın ömrünü en hızlı kısaltan tipler bunlardır. bu teşhis biraz konduğu an derhal yok olmalı ve yok etmeli ki bu hastaların freni tutmadığı için işin sonu daima karanlıktır ve mazeret hep hazırdır: çok seviyorum!
yine daha önceden de eleştirisini çok yediğim poligami konusu var. ben sanki hepimiz çok eşli olalım, demişim gibi linç yedim. oysa dediğim şey şuydu, ahlakta kural tarafların rızasıdır. tarafların rızası varsa konu kapanmıştır. toplum o meraklı burunlarını her yere sokuşturmaya çalışmasın. onları hiç ilgilendirmez. üç kişilik bir ilişkide taraflar mutlu mu? konu kapanmıştır. efenim, sibel üresin çıkmıştı “kocama arkadaşımı önerdim” demişti ve ortalık karışmıştı. bu hiç kimseyi ilgilendirmez diyorum. ikinci eş olmayı kendisi isteyen birine karışılmaz çocuk değilse. çocuksa, her şeyine karışılır ama gelir on sekizine, isterse “yedi kocalı hürmüz olacağım” der. haydi toplumcum, çayın bittiyse sen yavaş yavaş gidiver.
kadına şiddet konusu gırla ama konuşulmayan bir şey de silahla poz veren serserilere, sağa sola sataşan zibidilere, kabadayılara meraklı bir kız cinsi de var. yani “tehlikeli erkek fantezisi” içinde. tercihtir, bir şey denemez ama neticesi de bellidir.
türkiye’de en çok rastlanan erkek tipi sümük erkek. bu pardon filminde “asuman benim, demişim bir kere; ortada edilmiş bir laf var” diyordu. yani kara toprağın değilsen o herifin kalmak zorundasın. hayır mayır hak getire… ne demek “hayır”? o “belki” demektir bu sümüklere göre.
cemiyete ekstrem gelen her ilişki türü için aynı şey geçerli. “ahlaksız” buluyorsan sen yapmazsın, olur biter. gidip niçin milleti zorla döve döve cennete sokmaya çalışıyorsun?
bir tek tane ahlak yok efenim. tüm tatava oradan çıkıyor. herkesin ittifak edeceği bir tek tane ahlak olsa da biat edip kurtulsak. yok. her dinde yüz mezhep var, onlar bile ittifak halinde değil. filozoflar ahlak tartışıyor, içinden çıkılmış değil. o değil, bu değil… yani netice olarak mutabakata varılamıyor. tek bir şey kalıyor geriye; az evvel dediğim gibi tarafların rızası her konuyu çözer. rıza yoksa devlet polisiyle, askeriyle, dedikoducu teyzesiyle oraya çöker. olması gereken budur.
ahlaklı ile beraber bir de ahlak-çı var. bu biraz şöyle, problemler hep ahlaki ikilemlerden kaynaklanır bunlara göre. yani her anlaşmazlıkta bir haklı bir de haksız vardır. yani bir şey ya doğrudur ya yanlıştır. siz de böyle düşünüyorsanız, siz de bir ahlakçısınız. oysa o bir yönü. işlevli-işlevsiz parametresi var (yani iyi-kötü), güzel-çirkin parametresi var. yani iki kişi son derece ahlaklıdır ama ayrılabilir. son derece mümkündür. ille de tarafların birisini ahlaksız ve -hatta genellikle ahlak kategorisi gibi gösterilen- sevgisiz ilan etmeye filan gerek yok. uygun değillerdir, karakterleri uymamıştır, kader ayırmıştır, koşullar ayrı düşürmüştür vs. ne demek ahlak? ikisi de ahlaksız olunca ne oluyor peki? mutlu olamıyorlar mı? biri ahlaksız olunca ilişki bitiyor da ikisi ahlaklı olunca mı bitmiyor? böyle saçmalık mı olur?
ahlakçılık bir çocuksu bir bilişsel seviye aslında. ben ahlakçılarda şunu çok görüyorum, birisini eleştirecekse ahlaksızlığını eleştirebiliyor sadece. yani kişinin başka hiçbir olumsuz vasfı olamazmış gibi. genelde o ahlaksızlık da tutarsızlık üzerinden gidiyor ki malum tutarsızlık en büyük ahlaksızlıktır ahlakçıya göre. hazret-i tutarlılık da tek eleştiri silahlarıdır oysa kendi tutarsızlıkları bir şekilde örtbas edilmektedir. kendilerinden bahsederken de ilkelerinden bahsedip dururlar, yani olanlardan değil olması gerekenlerden konuşurlar.
sevgiye çok fazla anlam yüklenince en çok yapılan da sevgi yarışı. kimin çok sevmiş olduğundan kime ne! plaket veren mi var? sen mutlu musun? ya insan sevişmek için sevmez mi ya? ilişki niçin kurulur? ne bu sevgi yarışı, ahlak hesapları falan…
sevgi demişken, cinsi üstbaşlıkta cinsel ilişki olsa da altbaşlıkta anaçlık şerhi filan da olabilir. yani birtakım anaç kadınlar, mağarada avcısının dönmesini bekleyen diğer kadınlar gibi değildir, kendilerine emzirecek bir evlat aramaktadırlar. böylece karşılarındaki adamı evlatlaştırmak isterler. erkeklerin üçte biri bir göğüste uyumak, sarılmak gibi meraklara sahipse de geneli avcı ruhlu olduğundan beş yaşından beri bir göğüste uyumuş değillerdir. okşanmaya müsait olmayan bir başı zorla okşamak saçları dökmekten başka bir şey yapmaz. çoğu erkek için meme, üzerinde uyunacak bir şey değil, ısırılacak bir şeydir.
zayıf cinsel coşkunluk içinde olanların yarı arkadaşımsı ilişkileri -tarafların ikisi de libidosuzsa- gayet sağlıklı olabilir. belki de en uzun ömürlü olanı budur çünkü fırtınanın olmadığı yerde tatlı yeller eser ve hiçbir yel ağaç, ev, direk devirmez.
libidosu yükseğe sapık, düşüğe engelli gözüyle bakmak sakıncalıdır. bu tamamen tarafların rızası ve uyumu ile ilgilidir. günde on kere çiftleşen bir tavşan çifti mutluysa, gelin sizi tedavi edeceğim, denmez.
ilişkilerde aşk çok fazla gevelenir de daha evvel çok anlattığım için hızlı geçiyorum; aşk çok nadir bir patolojidir, sadece seçkin bir zümre aşık olabilir, aşık olup evlenme diye bir şey yoktur, evlilik bir sosyal müessesedir ki on kişiyle yapılır. bu saydıklarım aşk hakkında, sevgi başka… seversin canım, o ayrı. ilk görüşte aşk olur mu? bal gibi de olur. inanmayanlar artık diretmesin kendileri olamadı diye, var efenim. insan hayatı boyunca kaç kere aşık olur? on kere de olur, yüz kere de. bunun sayısı olmaz, yani tekrar olunabilir. bununla ilgili de bir “kristal parçaları” anlatımım var, bakınız.
sosyal medya aşkları bir saçmalıktan ibaret. kişiler, kendilerini göstermek istediği gibi gösteren birilerini kafalarında canlandırmak istediği gibi canlandırıyor, adına da aşk diyor. aşk demek ten demek. içinde ten, ter, koku, doku olmayan şey yok hükmündedir. ona flört veya, arkadaşlık veya tanışma, sohbet dostluğu gibi şeyler söylenir ama o bir cinsel ilişki türü değildir. nitekim sayısı arttı, tabii doğal olarak hayal kırıklıklarının da. o yüzden bir kere, bir saniye bile olsa yüz yüze gelinmiş kişi ile kurulan dijital ilişki belki daha az patolojiktir. o dijital ilişkiler gerçeğinin yerine geçsin diye değil, gerçeğine hazırlık olsun diyedir. yoksa, elektrik gidince yok olan şeye sevgili mi denir?
bir yıl yazışırsın da sonra karşına bir dağ sıçanı çıkar, şaşırırsın. gölgelerin gölgeleriyle sevişmesin gölgeleriniz.
aslında bence kaliteli ilişkiler için bolca ayrılık antrenmanları iyidir. yani farklı kişilerden farklı sebeplerle ayrılıp, bunları yüksek kaliteye çıkartmaya çalışmalı. ilişki başlar zaten, başlamak dediğin nedir, devam da eder başlamışken ama ayrılık, ah o ayrılık…
müstakil yazılarım var o konuda.
en yaygın ayrılma hastalığı, ahmak-akıllı, okumuş-cahil, genç-yaşlı herkesin içinde düştüğü ayrıldığını karalama tuzağıdır. bu bir psikolojik baraj. yani orayı aşması zor. o kadar dev bir mantıksızlık birden bire nasıl da kaplıyor herkesin hayatını, bilen yok. yani bela filan okunuyor. anlamak çok güç. ya, ayrılmak dediğin şey bir doğa kanunu. niçin beddua ediyorsun? ayrıca severken o kadar sevmeyeydin. sevgiyi bir sadaka gibi, karşılığı verilmesi gerek bir şey gibi görüyorsan bir haberim var: sevgi senin beyninde bir kimyadır. allah razı olsun sevdiğin için ama bana bir şeyi ulaşmıyor beynindeki zevkin. zaten ayrılmak için birleşilir. ayrılmayan çift olmaz, ayrılmaya fırsat bulamadan ölmüş olan çiftler olur. insan ömrü beş yüz yıl olsa bugünkü çiftlerin hepsinin bittiğini görürdük bir gün. ayrıca şunu düşünün, bir ömür nasıl tek bir kişiyle sevişilir?
ötekine baktı diye sevgiline kızma ve sevgilin sana sadece senden hoşlandığını söylüyorsa kaç çünkü delidir. evet, hastadır sadece seni seven. sadece senden hoşlananı değil, ilişki için, sevgili olmak için seni seçmiş olanı istiyorsun sen. dört milyar hemcinsin varken ve genlerinizin %99,9’u aynıyken, sadece ama sadece senden hoşlanan kişi fetiştir. sen de hoşlanmıyorsun zaten sadece ondan. yok eğer böyle değilse sen de bir hastasın. senden de kaçalım.
bir de ayrıldıktan sonra devam eden sadakat var. bu anlaşılır şey değil. birliktelik içi sadakati anladık diyelim de hesap verme kaç yıl daha sürer ki? işte bunlar o tatlı “iyi gelme” aktivitesini nasıl hasara uğrattığımızı gösteriyor. ilişki şu an bittiyse, bir saat sonra yeni bir denize yelken açmış olabilirsin suçluluk hissetmeden. zaten ayrılık bu demek. sırf bu yüzden cinayetler işleniyor.
bizimki gibi doğulu toplumlarda bir bekâret miti var. sen erkeksen, o senin ilkin olmak zorunda değil ama sen onun ilki olmak zorundasın. tabii bir de bunun psikolojik uzantısı var; ilk aşk! o yüzden derin bilinçdışı düzeyinde kendisini “kirlenmiş” sayan kişi, hep “asıl ilk aşk”ını revize eder tarihte. böylece bir süre daha “temiz” kalır. bu düpedüz saçmalıktır. sevişmek insanı kirli kılmaz, insan kılar. bunlar hep tabu tabii…
bir de günümüzde ertelenmiş cinsellik meselesi var. kriz şu; dindar bir çocuk otuzunda evlenene kadar karşı cinsin elini tutarken kendisini kirlenmiş hisseder ve kaçınır. nihayetinde on beş yıldır cinselliğini tuta tuta hastalanmış bir nevrozlu çıkar ortaya. bu dediğimin daha sıkısı tabii ki dindar kız için geçerli. bin bir korkuyla, cinsellik gibi bir doğallığın ne olduğunu bile tam anlamadan birbirlerine “helal” olduktan sonra ilk gittikleri yer de evlilik danışmanı olur. on beş yıl sıkmak ne demek! tabii dindar olmayan versiyon çok farklı sayılmaz. doyasıya yaşıyorsa toplum linç eder. toplum doymuşu kaldıramaz. zirveyi görmemeli hiçbir fert. her zevk suçluluk içerir o yüzden. dünya tarihinde kendi cinselliğine en yabancı çağdayız. tarih boyunca -ömürler hep kısa olduğu için -insan sevişmekte acele etti. yirmi yaşına geldiğinde herkesin iki çocuğu vardı. şimdi adam-kadın otuzunda, hala düşünüyor.
doğum için de durum öyle. sevişilmekten yedi milyar olmuş insan nüfusunun eğitimli şehirlisine ne olmuşsa olmuş, doğum olayına uzaylı gibi bakmaya başlamış. sanki ilginç bir şeymiş gibi. o kadar tasarlanan, hesaplanan bir şey değildir ki bu! hep doğurduk, doğuruyoruz ama nedense yeni kentli hamile eşine bakarken gözleri doluyor, hamileler de kendisini bir mucize gibi görüyor. mucize, bin yılda bir olan şeye denir. bir suriyeli mahallesine gidin de görün mucizeyi. yedi çocuğun çöpte büyümesidir mucize. sevişirsin ve çocuk doğar; var mı anlaşılmayan kısım? tekrar edeyim mi?
demem o ki ilişkiler kutsallaştıkça üzerine yüklenen sorumluluk büyüyor. doğal yanlarımıza her geçen gün yabancılaşıyoruz. siz biliyor musunuz aile kavramı icat edilmiş bir şeydir. komün toplumlarında her bebek babasızdı. bugün “piç” bir hakarettir. bir kişinin kendi babasını seçemediğini düşünürsek, annesiyle sevişmiş bir adam yüzünden doğduktan sonra o adamın ortada olmamasından çocuğa ve sana ne? bir şeylerin üzerine anlam yükledikçe hantallaşır ve travmatize olur.
sağlıklı ilişkiler…
(ilgili yazı: aşık olmamak, sevmemek, ayrılmak, aldatmak)
boğazlanan bir çocuk
boğazlanan bir çocuğun kanı akıyor az ilerideki şehirde
ve deprem ve sel ve fırtına
ve pipolu çıplak kadın
sen de dinle
diş fırçasını sende unutanın gönlünü aldın mı
seni katil yapan katilin
kalp ve beyin zarında köpek dişin saplı kaldı
üzeri şehvetli salyalarla dolu
*
ey günahkâr
tesellin neydi
sevapkârı sevmeye ne var mı dedin
kötü olmasa kötüyü sevmezdi
sahiden sevse
terk etmezdi mi dedin
duymadın mı
en büyük günah kayıtsızlık
*
haramiler uyudu şehrinde
emanet şehvetleri sen geri verdin
sıkıldın, sakatlandın, darıldın da uzaklara daldın
geceleri uyumayan
içi paramparça parçalıyı andın
diş fırçasını sende unutanda
sen de bir şeyini unutmadın mı
*
ey günahkâr
şairin
tanrının simsiyah yeryüzüne tükürdüğü
dediği adamsın
ve sevapkâr ve günahkâr ve kafa karıştıransın
duymadın mı
boğazlanan bir çocuğun kanı akıyor az ilerideki şehirden
şehirler uyudu
haydi, bu gece çıplak uyu
3.7.21.9
aşk ve ölüm

*omurga 2.etik 3.estetik acı aforizma ahlak akıl anlam aşk ben bilim cemiyet değişim doğa duygu edebiyat estetik etik evrim felsefe insan kitap mimesis mutluluk nietzsche psikoloji roman sanat sevgi sinema sosyoloji söyleşi sürü tekamül tin us varoluşçuluk zeka çürüme ölüm öteki özgürlük şair şiir şizofren
âşık olmamak, sevmemek, ayrılmak, aldatmak
(us’taki “estetik” bölümüdür, revize edilmiştir. yeni tasnif sistemimde süje-süje ilişkisini anlattığı için kısmen etik bölümüne dahil edilmiştir.)
estetik olanla birleşmek, tekleşmek, çiftleşmek, çiftlenmek, birlenmek…
aşk… ne çok şey, bilhassa da yanlış şey söyleniyor hakkında. mâruziyet olması hasebiyle ayrılır sevgiden. sevgi bir ölçüde tercih iken, aşk, kendisi seçendir. olanı da olunanı da. o yüzden, “dur sana âşık olayım” diye bir şey olmayacağı gibi “âşık olmaktan vazgeçtim.” diye bir şey de olmaz. ilhama benzer bir tarafı vardır ki kovulamaz/çağırılamaz. seyircisin sadece sen… olsa olsa inkâr edersin. o kadar. daha çoğuna gücün yoktur. en büyük özelliği de seçilmiş bazı yeteneklilere nasip olmasıdır. nasıl ki herkes yağlı boya tablosu yapamaz, aşk da öyledir işte. yeteneksiz kişi taklitçidir sadece. içindeki gıdıklanmaya “aşk” demek seni âşık yapmaz. gece uyutmayan, şiir yazdırtandır orijinali. eksperi bilir. elit bir zevktir.
aşk kelimesini geveleyenleri görüyor musunuz? onların bu yarım kafa bönlükleri size de yavan gelmiyor mu? yoksa siz onların gırtlaklarından fışkıran bu hırıltıyı aşk mı sanıyorsunuz?
içinde insan olan her mevzu uzundur. insan olmayan mevzuları ayaküstü hâllediveririz. fakat insanın girdiği her şeye karmaşa girer. düz bir amacı olmayandan daha tehlikeli ne olabilir. tüm amaçsallığı bir çatışma, kaos ve dualite içindeki insan nasıl da katlıdır, nasıl da sergüzeşt. iyilik-kötülük veya madde-mana ikilikleri gibi basite indirgenemeyen, ego-süper ego-id veya şeytan-nefis-ruh üçlemesi gibi çok daha kaotik üçlemelerle tanımlıyoruz ya da tanımlamaya çalışıyoruz.
işte henüz insanı tanımlamazken bir de en üst insan duygusu hakkında ileri geri konuşuyoruz.
şu ortalıkta dolaşan “aşk” kelimesi sürü tarafından en sık yapılan karıştırmadır. aşk bir kimyevi üreme bulamacı değildir. nabız artışı değildir. sempatik sinir sistemi değildir. yanağa kan yürümesi veya falancayı kafaya takmak değildir. obsesyon hiç değildir. belki biraz sürünmektir, yürümektir ama bir tarafa doğru koşmak değildir. bir istek formu değildir. insana has da değildir. karşılık şart olmadığı gibi karşılıksız olması hemen hemen şarttır. ulaşılsa da ulaşılamama hissi şarttır. şiir şarttır, şarkı şarttır, intihar tercihe bağlıdır. ilahî ve süflî diye çeşitleri yoktur; aşk tektir. kabı değişir, şerbet aynıdır. aynı şerbet aynı aşığı aynı yakar.
ilk görüş mü? görülesi olanı ilk görüşte gören ilk görüşte olur, on yıl sonra gören on yıl sonra olur; görmek için başka oluşlar da gerekebilir.
hatta meseleyi biraz ileri götürelim, aşk canlıya bile has değildir. bir şeyin, bir şey için var olmuşçasına hep o şeye doğru gitme eğilimi göstermesine aşk denir; gitme eğilimi gösterene âşık, hedefe mâşuk denir. yalnız bir şey var ki; mâşukun aşka olan aşkı, aşığın aşka olan aşkından yücedir çünkü mâşukun beklemek ve çağırmaktan başka yapabileceği bir şey yoktur. yani aşığın doğal vazifesi gitmek, mâşukun doğal vazifesi çekmektir.
yani kendisi koşanın harcadığı efor azdır koşturanın eforundan.
kavramlar arasında bile aşk vardır, bırakın cansızları. nefret aşka âşıktır. birleşti mi “hiç” çıkar ortaya, her aşk gibi… yıldız, geceye âşıktır. gece yoksa yıldız da yoktur çünkü. ölüm yaşama âşıktır. ilginç bir şekilde yaşam da ölüme âşıktır. devamlı sevişirler. onlar sevişince ölümlüler doğar ya da bir bakıma da yaşamlılar… yani biz.
küfür de imana âşıktır. sûfîler “küfr-i hakikî olmadan iman-ı hakikî olmaz” der.
cansız âşıklara örnek ay ve dünyadır. elektron da protona âşıktır mesela. kavuştuğu an ikisi de yok olur ve o vuslattan nötron doğar. şu bildiğimiz ışık da kara deliğin “olay ufku” denen noktasına âşıktır. noktalar ne âşık olunasıdır…
dönülmez akşamın ufkundayım
vakit çok geç
bu son fasıldır ey gönlüm
nasıl geçersen geç
canlılardan örnek verirsek arı, çiçeğe âşıktır. anne kartal yavrusuna âşıktır; kuş, yuvasına âşıktır. karınca dala, kraliçesine, sürüsüne, büyük resme âşıktır. yumurtadan yeni çıkan su kaplumbağası denize âşıktır. suya girmek onun için yanmaktır, vuslattır, buluşmadır. yanık doğar, suya girince yanar.
bütün âşıklar mâşuklarında tek bir şeyi görürler; ışığı. öyle ki o ışığa koşunca umarlar ve tüm olurlar. ve donuk bir resim gibi sonsuza dek sevişik kalırlar. işte ateşe uçan kelebek, yarım olduğu için ateşe uçmaktadır. tamlık içinde olduğu kanaatinde olsa oturduğu yerde oturur. tamlık erilliktir. aşk erillik değil dişillik ister. yani tam olan âşık olmaz, olamaz; yarım olan âşık olur. aşka inanmadığını söyleyen de allah’a inanmadığı söyleyen gibi tamlık illüzyonu içindedir. ve genelde aşka inanan allah’a da inanır. ve mahlûka âşık olmayı beceremeyen hâlık’a da âşık olamaz.
işte o sonsuz ışık, öylesine güçlü ışıldar ki doğrudan bakınca kör eder insanı. o ışığa gözlerini kısarak baksan bile bembeyaz bir aydınlıktan başka ötesini görmezsin ki o’nu fark etmen için o olmayan şeyler de görmelisin. bakışlarını başka yöne çevirsen o’nu hiç göremezsin. işte o olmayan şeylerle birlikte o’nu görmenin tek bir yolu vardır, o da doğru açıyla konmuş bir ayna aramak. işte o’nu ideal yansıtan aynaya bakarken aldığımız sonsuz zevkin adı aşktır, baktığımız ayna mâşuktur. yansıtan aynayı ışık kaynağı sanmaya da şirk denir.
dünyanın farklı zamanlarına, iklimlerine saçılmış hâlde ayna kırıkları var. kristal parçaları… parlayan, sönen, renk veren, ışık veren… biz bu kırıklardan bir tanesine hiç denk gelmeden ömrümüzü tüketebiliriz ki genelde olan da budur. ama çok az şanslı kişi o kristal parçasına tevafuk eder ve ona bakmaktan tinsel ve tensel bir lezzet alır. o kristali bırakmamalı. çünkü o da ölüm gibi ansızındır ve hayat gibi adaletsizdir.
aşkı katiyetle bir yetenek gibi görmeli. tam olarak doğan düzlerin “normal” ordusundan bir çıkış, bir kaçış ve aşka kucak açış… a-normal oluş… eksilmek icap eder. eksilmeyen yarısını niçin arasın? narsist olmaz âşık o yüzden. kibirlisi, tamı, erkek fıtratlısı… âşık olabilmek için erilliğin galebe çaldığı dişillik, mâşuk olabilmek içinse tersi şarttır. bazısı tepeden tırnağa erkektir. olamaz o âşık. kırklarından sonra melankoli çöker erkeğe ki testosteron da düşer. daha bir âşık fıtratlı olur. güç yitimi hayırlıdır. mutlak irade ve hâkimiyet hissi varsa, galebe çalınmış formda dahi olsa acziyet şarttır. kadınlarda da öyle. o dik duruşu, dünyanın en harika mahlûku olduğuna inanma tavrını bırakmalıdır ki mâşuk olsun. ha, âşık olunan bir obje olunur. bu ayrı. bende bu aşk hâli olduktan sonra bir soğuk kayaya da olurum âşık. marifet sende değil. senin mâşuk olabilme becerisine sahip olman için yarım olman, aciz olduğunu görmen, eksik yarını arzulaman ve bakınman icap diyor.
“kadın” kelimesini gramer kullanımı ile tekil sayarız ama ben burada felsefî/mantıksal kullanım ile tümel olarak kullanacak ve şunu iddia edeceğim; ‘güzel’ ideası yerine ‘kadın’ ideasına inandım ve lâtif olan her şeyin içerisinde kadın-lık esansı aradım. manzara güzelse kadın-sı olduğu için, bir şarkı güzelse de öyle. hatta daha ileri giderek, güzel bir kadın bile kadın-sı olduğu için, yani ‘kadın’ ideasına yakın olduğu için güzel. âşık olmanın mekanizması bile öyle nitekim. her süje, farklı bir taşıyıcı anneyi kadın ideasına benzetir ve benzettiği oranda aşkı artar. benzemez bulmaya başlarsa da başka bir kalıpta arar o’nu, yani kadın’ı. et, ruha yapışık olduğu için ayrım yapmak anlamsızdır. ortak bilinçdışımızda bir arketip olarak duran şey ‘anima’ yani o, yani kadın, yani güzellik ideasıdır vesselam.
bütün kitap boyunca bütün teorilerimi şimdi anlatacağım metafor üzerinden anlayınız ve gerçek, hakikat, insan, aşk, güzel kanaatimi bunun üzerine inşa ettiğimi ve hatta evrendeki her şeyi… evet, ileri gidiyorum ama her şeyi bununla izah edebildiğimi görünüz.
ben buna “zaviye nazariyesi” diyorum, siz “perspektif teorisi” deyin.
ressamları çağırıyoruz ve iki gruba ayırıyoruz. bir dağın karşısında resim yapan ressamlar ile bir modelin etrafında çember olmuşların yaptıkları arasında ne fark vardır? dağa bakarak yapanlarınki birbirine benzer fakat çember olan grupta, her ressam farklı görür, farklı çizer. dağcı ressamlar yer değiştirse de muhtemelen aynı eser çıkar ortaya ama objeyi çizenler sandalye değiştirse çizdikleri çöp olur. peki, hayat hangisine benzer? hakikat dağ mıdır, ortada duran bir obje mi?
yani hakikate samimi gözlerle bakıp dürüstçe anlamaya çalışan iki filozof nasıl olur da aynı akli yöntemlerle farklı neticelere varır? göreceli midir?
modeli resmeden sınıfta resme not verecek olan öğretmen sadece resme bakmamalıdır eğer âdilse. gidip öğrencinin sandalyesinden zaviyesini, açısını kontrol etmelidir. not verirken dikkat edeceği şey her sandalyeden objenin nasıl göründüğü ve öğrencinin bunu doğru çizip çizmediği. dağ resmini yapanlar için kopya kolaydır da obje etrafındakiler için sandalye sayısı kadar perspektif çıkar. evet, hayat hangisine benzer?
apaçık ki ikincisine.
dağ gibi karşımızda duran ve her bakanın aynı açıyla gördüğü bir hakikate inanmış insanlık tarih boyu ve bu inanç, aldığı darbelere rağmen hâlâ direniyor. bu hayat görüşü eskidi. yenisi geldi.
kendi terminolojimle söyleyecek olursam, “hakikat” karşında duran şeyin asıl kendisi, has varlığı ve esas duruşu. değişmeyen, dönüşmeyen, duran. “gerçek” ise bizim “hakikat”e dürüstçe baktığımızda gördüğümüz. çoğumuz belki aklı kötü kullandığımız veya ön yargılarımız veya bacon’ın dediği 4 put yüzünden “hakikat”e bakıp gerçeği göremiyoruz. gerçeği görünce de hiç benzemiyor birbirimizinki, çünkü yerlerimiz farklı.
demek ki iki şey mühim; bakanın bakışı ve yeri.
aşka tam güçle tekrar döneceğiz. güzelliği hâlledelim önce, çünkü ancak güzele âşık olunur.
“efenim ben dış güzelliğe bakmam ki.”
“neticede güzelliğe bakarsın.”
“ama herkes güzel bulmaz benim âşık olduğumu”
“sence güzel olduğu için âşık olan sensin ve âşık olduğun için onda çirkinlik göremezsin ve bunun dışı içi de olmaz. sence en güzel olan âşık olduğundur ve âşık olduğun en güzeldir.”
ismail tunalı’nın grek estetiği kitabını okuduğunuzda orada iki grubu görürsünüz. birincisi objenin kendisinde bir güzellik görüp o güzelliği göremeyene kör diyenler; ikincisi de süjenin güzel baktığı için güzel gördüğünü söyleyip objeye fazla kıymet vermeyenler.
obje, karşıda duran yani bakılan şeydir. “objektif” kelimesi oradan gelir. hep yanlış kullanılan “afaki” kelimesi de aynı anlamdadır. ufuklar anlamına gelir aslında. yani karşında öylece duran. (dağ örneğini hatırlayın.)
süje ise bakıcı olan, objeye bakan. “enfüsî” kelimesi ile eş anlamlı.
yani felsefe hep bu ikisi ile yapılır ve tartışma da bu ikisi üzerinden yarılır ikiye. efenim, güzelde mi maharet, bakanda mı? eşyanın özünde var mı bir numara yoksa bakan mı onu kalıba sokan?
kuantumda kopan tatava buydu işte.
benim o her yere burnunu sokan gri şablonumu dayıyorum buna da. diyorum ki; “etkileşim!” yani o objeye başka bir süje baksa bulmaz güzel; buna güzel bakan, başka objeye baksa çirkin der. marifet objede mi süjede mi? ikisinde birden.
karşıda duran dağ değil, demiştik, hakikat; çünkü öyle olsa her bakan aynı yapardı resmi.
ortada duran bir obje misali… benim oturduğum sandalyeden objeye baktığımda ben güzel görüyorum. başkası başka bir sandalyeden de güzel bulabilir aynı objeyi ama açısı farklı olduğu için bir nevi farklıdır sebebi.
yani çok güzel bir şey birçok kişi için çok güzeldir ama herkes için değildir. kapitalizm bu keşfi iyice istismar etmiştir. kadın bedeni üzerinden yaptığı operasyon az buz değildir. önce fast-food ile şişmanlatır, sonra zayıflık hedefi gösterir. bu sefer diyet bisküvisi ile biraz daha şişmanlatır. sonra tekrar kuruluk hedefi gösterir ve yağları cerrahi operasyon ile alır. fight club’ı izleyin, anlarsınız. iskelet, anorexia nervosa mağduru sağlıksız kadınları dergi kapaklarına basa basa bunu ideal zannetmemizi sağladı ve oranlı kadınlar bile kendilerine yapıştırılmış tuhaf hedeflerin peşinden gider oldu. hiçbir erkek özünde bu tercihte olamaz şayet iskelet fetişi içinde değilse ki bence bir çeşit ölü seviciliktir (nekrofili) ama kadınların maalesef ciddi bir çoğunluğu açlık ve ölüm sınırındaki kemikli oransızlıkları “ideal” zanneder oldu. çatalhöyük’teki kadın heykellerine filan bakın mesela, bugün obez denecek oranda şişmandır ve bu o dönemlerde bereket gibi görülürdü.
ayrıca tespitim o ki şehvet ve hiddeti zayıf erkekler, estetik duyguları da zayıf olduğu için, aşırı zayıf kadınlardan hoşlanır. hiddetli şehvetlilerin iyisi de pek olmaz çünkü bu duyguları zapt etmek zordur. iyi taraflarıysa yanlarındaki hanımı kadın gibi hissettirebilirler. mıknatısın pozitif kutbunun yaklaştığı demir gibi. o yüzden kadınlar, aşırı zayıf kadınları beğenen iyi erkekler ile tombul kadınları beğenen kötü erkekler arasında bir tercih yapmak durumunda kalırlar. genelde akılları diğerinde kalır.
her neyse…

demem o ki estetiğin dayatılan bir tarafı da var.
kristal parçaları dedik… ulvi bir ışık dedik… bazen bazı kristallerin önünden geçerken, anlık bir yanıp söner hani ve parlayıp yok olur, çünkü doğru açı tutmuştur bir an. az geri gidersin, az yana gidersin, pozisyonunu ayarlarsın da tekrar yanar hâlde görürsün kristal parçasını. adeta gözünü hedef almıştır. öylece; parlar, yanar hâldeyken izlemek istersin onu.
işte aşk budur.
bedenci/ruhçu diye de saçma bir ayrım vardır. ten/tin diye yani… aşk, hepten zevk. tenden ve tinden zevk ve zevkin kendisinden zevk ve kendisi olduğu için var olan gölgesi yani acıdan bile zevk…
“efenim, aşk huzur verir.”
“hayır zevk!”
“günah değil mi ama?”
zevke düşman olanlara bakın, “merkep” derken bile “af edersin” diyenler aynı çıkar. böyle garip tipler türemiş. ayhan ışık bıyıklı filan… bu tipler böyledir. hayvanın öz ismi önünde bir özür var! olacak iş değil! eşek neyse kedi de odur. ne farkı var? çok gülünce başına iş gelenler de bunlar işte. evlerden ırak.
çok güldüğün için değil başına bir şeyin gelmesi. zaten gelecekti, gülmüşlüğün onu hafifletti. çoğu kişinin platon’un tinsellik takıntısını bilmesi ya da katolik, çileci filan olması gerekmez, varsayılan bir kültürel kod olarak teni aşağılayıp tini yücelterek yaşar. bunu niçin yaptığını bile bilmez. zevkle ne alıp veremediğiniz var? bu çöplüğe katlanmak için bir zavallı gülüşümüz var. çok kızar nietzsche bedeni ve zevki aşağılayanlara. “vermoralisierend” diye de bir küfür uydurmuştur hatta onlar için. biz de genele bir “zevk” kelimesini kullanmaktan bile kaçınırız da “mutluluk” filan deriz. ya da o mıymıntı “huzur” kelimesini kullanırız ki yerde duran taşa toprağa yakışır kendisi. fırtınanın, çağlayanın, yıldırımın duygusu değildir huzur. tekâmülü durmuşlar evidir kendisi; ölüme yaklaşanların son durağı… hatta “huzura doğru” filan diye dini programlar vardı ve nedense kutsi, ulvî bir tarafı var gibidir o kelimenin. her an ney sesi duyacak gibi olursun. zevk deyince de gayri meşruiyet akla gelir. oysa o duyguyu kullandığınız yere bağlıdır. çocukların tepesine bombaların yağdığı bir dünyada huzurla uyumaktasın ve bebeğine sarılan bir anneyi, bir sanat eserini zevkle izlemektesindir belki. sonra kimi seviciler bedene bakmamakla övünür, ruhmuş onların baktıkları. o ruh bir eşeğe ait olsa yine sevecek miydin aynı şiddette? teni aşağılarken şu soruyu da sormalı, o tin niçin o tende ve başka tende başka tin var? el cevap; bütünler. evet, tamlar, birler. platon-ik aşk denen zırvalık tin tine sevgi ise ölünce bakarız o konuya. şimdilik çürümemiş bir tenim var hâlâ. ve sırada bekleyen zevkler.
teni, ameliyatlarla başka bir tene dönüştürmek, parfümlerle başka tenler gibi kokutmak yüzünden, âşık olanın kafası karışır. çünkü o ten o tine ait olmaktan çıkar. âşık kişi içgüdüsel olarak bilir bakacağı teni ve o tenin içinden de tahmin ettiği tin çıkar; bilir. ses, koku, doku müsavidir; yadırgamazsın yani. tenimiz, doğamız gereği tinimizin taşması, sudur etmesi ile oluşur. yani esas görüntümüzden bellidir neyiz, ne değiliz. bakmayı bilen görür ki değişir tinimize göre. birkaç yılımız kötü geçer görüntümüz yaşlanır. keyfimiz iyidir, güzelleşiriz. suni müdahale başka… işte bir plastik oyun hamuru gibi üzerinde oynanmış olan ten, tinin taşması olmadığı için son derece kafa karıştırıcı bir hâl alır. bir şeyler hoş gibidir ama değil de gibidir bir yandan, emanet de duruyor gibidir sanki… sanki o tin, yanlış tendedir. makyaj değildir çünkü yapılan şey. teni bozmak başkadır. burnu, kaşı yaptırmakla, saç ektirmekle, mesela dudakları boyamak arasında büyük fark var. ten/tin uyumundaki tuhaflık aşığın gözünden kaçmaz ve aşk bu yüzden uzun sürmez. aramızdaki uyum için doğru koku, uyumlu feromon bile mühimdir. parfümler bu doğallığı bozar ve yanlış beraberlikler doğar. yanlışlıkla sevgili olmuşların yanlışlıkla yapılmış çocuklarının yönettiği bir geleceğe gidiyoruz.
fanteziler ve abartışlar ve gözde aşırılaştırma ile tinsel bir devleştirme ile olan tensellik, cinselliktir. bir şey salt cinsellik ise taraflar hastadır. eskiler, birleşme şehvetsiz oluğu için engelli doğumlar olur, derdi. salt tensel ilişki bir ten eziyetinden başka şey değildir. içinden tenselliği çekilip alınmış tinsel ilişki ise hastalanır. içinde cinsellik olmayan aşk da hastadır. cinsellik olmuyorsa veya duyulamıyorsa bu saçmalık derhal sorgulanmalıdır. eskiler aşkı şöyle tarif etmiş:
“şehvetin eşlik ettiği fart-ı muhabbet”
o yüzden kendi tenselliği ile barışamamış yarı çocuksu tabu kurbanlarının gevelediği gibi “masum aşk” lafları filan düpedüz hastalıktır. aşk zaten masumdur çünkü ortada bir ihtiyar, bir seçim yoktur. içinde cinsellik yoksa tedavi gerektiren bir garip hâldir. insan nasıl öpmek istemez şiir yazdığını; akıl alır gibi değildir!
bunlar fevkalade nâzik mevzular.
tafsilatlı seks mevzusu için bknz: “seks’e dair”
hep aynı kadına bir ömür âşık olmayanları aşka ihanetle suçlamayınız çünkü belki rüzgârdan açısı değişmiştir kristalin veya güneş öğleden ikindiye dönmüştür. ya da değişen, âşık olanın duruşudur; yamulmuştur.
“niçin başka bir kadına âşık oldun?” diye soru sorulmaz âşığa, çünkü objenin önemi yoktur, parlama aynı güneşten, aynı özdendir ama bu sefer başka bir kristalden yansımaktadır. âşık bu cevabı vermelidir; “dün manolya’da gördüğümü bugün açelya’da görüyorum.”
ayrıca hissi, zevki, tadı bırakıp objeye aşırı bağlanmak da fetişizmdir. çocuk ağlıyor dondurması yere düştüğü için, sen bir tane daha dondurma alıp veriyorsun, “ben düşeni isterim” diyor. çocuk işte, denmez aslında öyledir bazımız. esas olan verdiği hisse, objenin ne önemi var? fetişizme ne lüzum var? kendine bu soruyu sormalı: sevdiğinin sana hissettirdiği hissi sentezleyip kanına verebilseydik sevdiğini istemeye devam eder miydin ve niçin? ya da bir yanda sevdiğin, bir yanda hissi; hangisini seçerdin?
ele geçirmekle bıkmak arasında en ufak bir ilişki yoktur çünkü o bir aşk değil hevestir. seni sevmeyince sevmen bitiyorsa duyduğun şeyin aşk olmadığına kesinkes emin olabilirsin. karşılık, menfaat, şartlarınızın uygunluğu, evlenme ihtimaliniz, çocuğuna iyi davranması gibi durumlar teşvik edici ise o şey aşk değil, olsa olsa sevgi olabilir.
tabii yineleyelim ki sevgi manipüle edilebilir; biraz kaşırsın artar, bastırırsın azalır.
çoğu kişide âşık/mâşuk olma yeteneği bulunmadığı için âşık mâşık olmadan ölür gider ve tarih boyunca da böyle olmuştur. biraz dedikodusunu duyar, en fazla bu işte… sevişir bir iki, sever ve nabzı da yükselir hatta sevilir biraz ve sevildiği için hoşuna da gider bu. ait olmak, sahip olmak filan da hoşuna gider belki… ama libidosu azdır. nedir libido? anlamı abartma yeteneğidir. heyecansız, hayretsizdir libidosu olmayan. bence libidosu olmayan -cinselliği zayıf yaşamayı bırakın- sanat da yapamaz, âşık olamaz, hırslanamaz ve işin doğrusu bence çok akıllı da olmaz. libido deyince aklımda devamlı canlanan görüntü nedense nietzsche’dir. böyle buyurdu zerdüşt’e bir bakın bakalım, o kitap nasıl yazılır taşan, fışkıran bir libido olmadan.
yeteneğiniz var diyelim… bir âşık olucu, hayatı boyunca hiçbir objeye âşık olmadan önce ölebilir ki genelde öyle olur. yetenekler, yani kristalin ışığını fark etme yeteneği bulunduğu hâlde şans işte, karşısına doğru kristal açısı çıkmamıştır. hasretini çektiği bir şeyler olduğunu sezer durur ve acı çeker, özler ama olmaz, olamaz. sever belki bir iki, sevişir biraz yanlış bedenlerle… işte bu kadar… ölüp gider. çünkü doğru kristal beş yüz yıl önce ölmüş veya beş yüz yıl sonra doğacak olan, başka kıtadan bir pırıltıdır. denk gelmemişlerdir. şans işte…
âşık olmayı başardınız! yo, siz başarmadınız; mâruz kaldınız. aşkın mâruziyetine uğradınız. güneş, kristale doğru açıyla vurdu ve siz de doğru yerdeydiniz. meftun oldunuz, aç kaldınız, uyuyamadınız, şiir yazdınız, şarkı söylediniz, gözleriniz parladı, varoluşun dört dehşetini unuttunuz ve sadece tek şeyi, o ışığı istediniz ve zevkiyle yandınız. evet zevk… aşk, zevk ve acıyı aynı anda yükseltir. zevk galebe hâldedir tabii acıya. sadece bu hisle bile çok nadir bir şans buldu sizi. az evvel saydığım iki gruptan sıyrıldınız. kavuşmaktan filan bahsetmiyorum! bu da nesi! sadece âşık olmaktan, olabilmekten, mâruz kalmaktan, o zevki ölmeden önce tatmaktan söz ediyorum. bu kadar. bu hâlinizle nadirsiniz. âşık olduğunuz objenin haberi filan da olması gerekmez, sizi bilmesi de. âşık oldunuz ve şanslısınız, bitti! tamam, başkalarını sevdiniz biraz. birkaç yanlış bedenle seviştiniz ve diğeri ile evlendiniz ve öldünüz.
diyelim ki şansınızı zorlamak istiyorsunuz ve âşık olduğunuz ile olmak istiyorsunuz. olabilirseniz, yani âşık olduğunuz, sizi kovmaz da alıştığı için biraz severse, son derece nadir bir şey yaşanıyor demektir. hatta belki o sosyoekonomik sınıfsal bir kurum olan evlenmek ile birleştiniz diyelim. âşık olabilen, aşkıyla aynı çağda yaşayan, olan, olduğuna açılan ve imza atan olduysanız, bu beş katlı bir şanstır. ve bir insanın sahip olabileceği en yüksek romantik zevk seviyesidir. böylece aynı evde hayat boyu hayran kalma hakkına sahip olursunuz ama olunan taraf için sağlıksız olabilir.
aşkın sağlıklı olduğunu değil zevkli olduğunu söyledim. iyi olduğunu değil şans olduğunu… kıskançlığı ve öfkesi yıkıcıdır; töre tanımaz, ananeyi gözü görmez ve yalnızca âşık olduğuna gözlerini diker. çocukları filan da önemsizdir… sevabını, günahını, ayıbını, bilmem neyini de dikkate almaz ve kesinlikle bir delilik çeşididir. yani davranışlarının sorumluluğunu almaz âşık. o mâruzdur. doğuştan gelen bir hastalığa müpteladır. genelde çok sevilen mutlu olsa da âşık olunan taraf acı çeker çünkü âşık olan da çekmektedir. bu bir kalp virüsüdür ve ölene kadar sürebilir. mutlak bir ıstırap ve bitmez bir zulümdür. hayat yaşanmaz da olur bahar bahçe olmasının yanında. tuhaf bir hâl ve kader…
şunu da ekleyelim ki saçmaların saçması, abeslerin abesi olan bir imkânsızdan, bir mitten, bir destan ve masaldan bahseder toplum devamlı: “âşık(!) olup evlendiler!”
ne!
bu da nesi! bunu diyen aşkı hiç bilmiyor demektir. hiç hem de… âşık olmak çift taraflı değil tek taraflıdır. iki taraf aynı anda olmaz âşık. birisi âşıkken diğeri çok seven olabilir belki, o ayrı. buradaki abes de tesadüfe bakın ki aynı anda âşık olan iki kişi aynı zamanda evleniyor, evlenebiliyor. saçmalık…
işte aşkın hakkında söylenmiş en saçma şey de iki taraflı olabildiğidir. bir kişinin yalnızca âşık olabilme yeteneğine sahip olabilmesi bile ender bir durumken, bir de âşık olduğu objenin de kendisine aynı anda ve çoklukta âşık olması saçmalıktır. obje, vaziyetten keyif alabilir, kendisine âşık olunması hoşuna gidebilir, âşık olan tarafı biraz sevebilir, o ayrı. aynı anda olunmaz, olunamaz. büyük ikramiye bir kişiye bir kere çıkar, iki kere değil. buna inanan safdiller durmaz, öyle bir deli saçması daha uydurur ki parmak ısırtır! o da şudur: falanca filancaya âşık, çok; filanca da falancaya âşık, çok; bu iki ayrı kişi her nasılsa aynı zaman diliminde, aynı coğrafyada, aynı jenerasyonda, kültürde ve sınıftalar ve evleniyorlar! evet, hem ikisi aynı anda birbirlerine âşıklar hem de evleniyorlar! böyle bir olasılık nasıl mümkün olabilir! gözü kapalı on ikiden vurmaya benzer. optik testte kafadan atarak, derece yapmaya benzer. dedik, evlenmek sınıfsaldır, sosyoekonomiktir. iş ortaklığı gibidir. sevmek bile ön şart değildir evlenmek için. bir de daha komiği, “evlenmek aşkı öldürür mü?” diye tartışıyorlar. aşk varsa evlilik ölüdür zaten! kediyi hatırlayın! yetişemediği ciğere “murdar” dedi. niçin? rahatlaması gerekiyordu ve yetişemiyorluk ile yaşayamıyordu. o yüzden evlilerin kendilerine âşık demesini yeriz işte. hatta bir de iki ayrı fiilden garip bir tek eylem üretmişizdir: “âşık olup evlendiler”. artık, o iş nasıl oluyorsa… biri tarif etsin…
biri, birini niye sever? bir adam kadını mesela? ruh diye kutsallaştırır çoğu kişi sevme objesini de bedencileri aşağılar. kimisi bedeni sevip, deruniliğine göre bölgelere ayırır, salt ruh diyemediği için. onlara göre; göze şiir yazılır da kalça beğenisi kabalıktır, ayıptır. ya da sese ölünür de ‘kadın bacakları’ şiirinin şairi bile tekmelemiştir kendi şiirini. sevdiğinin saçlarına hayran olmakla ne farkı var başka bir uzva duyulan hayranlığın? hiç anlayamadığım şeyse beden ruh diye ayıklama yaparken, soğandan zarını soyar bir hassasiyette yaptıkları bu sıyırmayı niçin yaptıklarıdır. o beden o ruhta tesadüfen konuk olmadığına göre o ruh da o bedenden şöyle bir geçiyor değildir. bunlar yapışık ve özdeşikse ya beraber alınır ya beraber atılır. aynı şekildedir kutsilik kısmı da şiiri de şarkısı da. memeye tutturulan şarkı neyse, kalbe yazılan da odur. sonra, dışarıdan bakınca ruhu nasıl gördüler acaba o beden aşağılayıcılar? beden bu kadar önemsizse aynı ruh bir farede olsa da sever miydin aynı şekilde, yoksa bundan iğrenir miydin? aynı ruh bir örümcekte, bir yılanda olsa? ama şuna evet diyeceksin; bir hastalıkla bozulsa bedeni, sevgin sürer miydi? evet deme sebebin yaşadıkların olabilir ki beden ve ruhun dışında en önemli sevdirici şey, hatıralardır. onları severiz biz asıl. beden bozulur, ruh değişir ama hatıralar hatırlatıcılarda diri kalır, yaşar. çünkü orada senin ve sevdiğinin bedeni de ruhu da genç ve diridir ve o an, o hatıra güzel ve coşkundur ve bu karışım öyle leziz, öyle el değmemiştir işte…
tamam, hatıraları fotoğraflarda sevin, armağanlarda ve rüyalarda… sevdiğimizin bedeni bozulsa, mesela kötürüm kalsa, ruhu değişse, mesela alzheimer olsa, yine seviyor olur muyduk? eğer cevap evetse, bu çok tuhaf çünkü her şeyi değişti yani o artık, o değil. her şeyi değişen bir şeyi hâlâ o yapan şey nedir? dünyadaki üç milyar karşı cinsten birisi artık o. niçin o? niçin bir başkası değil? eğer sadakat ve verilen sözlerse konu, bu sevgiyi değil, bakıcılığı açıklar. sevgiyse, niçin o? bu soru mühim çünkü sevmek bir bakıma dünyadaki üç milyar kişiyi terk etmek demek. bu acımasız toplu terk ediş için bu kadar güçlü olan sebebimiz nedir? durduk yere midir?
bence bedendi, ruhtu, şuydu buydu, hava durumu ve kıyafetimiz, tanışma ânımız ve o andaki ruh hâlimiz de dâhil, yaşımız ve biz de bu değişkenlerden birisi şüphesiz, her şey bu denklemde yerini alıyor. her bütün gibi tüm parçaları eksiksiz olunca tam çalışıyor, birini çekince tüm bina yıkılıyor. yani formülde her şey mükemmel olduğu için o an onu sevdik ve bir yıl sonra da alışmış olduğumuz için devam ettik. niye sevdiğimizi bile tamamen unuttuk. soranlara da gözleri filan diye saçmalıyoruz. sormazlar mı adama, “dünyada üç milyar göz var, niye onunki?” diye.
bir milyon tesadüfi faktör ile oluşan bu sevgiye inanıyoruz da yine üç milyar karşı cinsten birisi ile tekrar olmasını dünyanın en büyük ahlâksızlığı olarak görüyoruz. öyle değil mi? on beş yaşında karşı cinse bakar olduk ve yirmisinde birisine yemin ettik. tam kırk yıl boyunca aralıksız, üç milyar terk edişi aktif olarak yapacağımıza dair bir yemin! buna da inandık, kendimiz ve karşımızdaki adına. başkasına sulanış… tatbikatta değilse bile duygusal olarak bunun önüne geçmenin bir yolu yok kanımca. karşındaki, diğer üç milyardan birisini muhakkak isteyecek ve yapabilirse de gidecektir. pek çok yerde bir işe yaramayan toplum, o ikiyüzlü toplum, burada devreye kınama silahıyla var gücüyle girer de olası aile dağılmalarının önüne geçer. yoksa bu çılgın yalana bu kadar toplu inanılıyor görünülmesinin başka bir açıklaması olamaz. herkes bilir ki kendisi dünyanın en güzeli değildir, öyleyse bile bu kalıcı değildir. en güzel seven olarak görür bu yüzden birçok kişi kendisini ki bu da tam bir avuntudur çünkü çok seven, hele ki gençlerde çok seven boldur. çok seven bir genç bulmaktan daha kolay ne vardır? yani nadir olan tek bir şey vardır, hatıralar ki o da zaten karşımızdakinin kalbinde bir kopyası ile mevcuttur. netice olarak bağlayan tek şey olarak, o hep kızdığımız toplumun burnunu sokucu, her şeyi kurcalayıcı tarafı kalıyor geriye.
ya da tabii kimileri için bu, üç maymunluk bir aktivite de olabilir. madem kaçınılmazdır, olacak olan her şey olur, mesele depremsiz kapanır ve herkes bilmiyormuş gibi yaparak yaşamaya devam eder, çünkü bu imzalı birleşim -cemiyette saygın bir yer işgal etmek gibi- başka şeylere de hizmet etmektedir.
bu karamsar tabloya birçok kişi “aşk” ile karşılık verecektir ama unutulan şey, âşık olunan şey ile birlikte olmanın imkânsızlığıdır. aşkı gönül seçtiği ve kendisi son derece mantıksız seçimler yaptığı için, bir çınar ağacına âşık olmamızı talep ediyorsa âşık oluruz ama onunla evlenmeyi falan başaramayız. muhitimizden, sınıfımızdan, ailesi ailemize denk, yaşı uygun, boyu uygun, dili, dini, ırkı uygun, mümkünse bizi istemekte olan birini bulur imza atarız belediyenin huzurunda ve ondan çocuklarımız olur. bunlar gayet mantıklı, makul kararlardır da gönlün sana hiç bakmadan karşıya baktığı için seninle uygunluğunu filan düşünecek hâli yoktur. aşk o yüzden aşktır. evlilikte sana da bakılır çünkü denklik aranır ama aşkta bırak sana, dünyaya, evrene bile bakılmaz; yalnızca mâşuka, ille de mâşuka bakılır. sonsuzca ve sonsuzca… ayaklarla resim yapmak, sağır beste yapmak, on dili konuşabilmek gibi milyon kişide bir denk gelen, allah vergisi bir yetenek olan âşık olabilme becerisi, zaten nadirattandır. birçok safdilin kendini âşık sanması bir nabız problemi, kalp sektesi kabilinden bir göğüs marazı, damar hastalığıdır. bolca heyecanı ve kafasında uçuşan kelebekleri vardır, literatürde en uygun kelime diye “aşk” kelimesini yakıştırır, kullanır. olduğunu sanması yetmiyor gibi bir de imza attığı kişiye âşık olduğunu sanması son derece parmak ısırtıcı, şaşırtıcı bir durumdur. milyonda birlik bir yeteneği kendine yakıştıracak kadar kibirli bu heyecanlı genç, bir de bu âşık olduğu kişiyle imza attığını sanacak kadar şanslı olduğuna inanmaktadır. ama bundan bile çılgını var! bu imkânsız piyangonun kendisine vurduğunu sanan genç aynı zamanda karşısındakinin de bu vaziyette olduğunu sanmakta ve evet bu abese inanmaktadır. gençliğin verdiği sarhoşluk ve şaşkınlık hâlinden başka izahı olamaz bu piyango psikozunun çünkü nedense tüm gençlik bu vaziyettedir.
birileri âşık olur, birileri evlenir, birileri yalnız kalır ve bu devran hep böyledir.
ailenin, özel mülkiyetin ve devletin kökeni (almanca orijinal adı: der ursprung der familie, des privateigentums und des staats) friedrich engels’in 1884 yılında yazdığı ve devletin kökenini ve insanlık tarihinin ilk dönemlerini incelediği kitapta, insanların özünde poligam, yani çok eşli olduğunu, tek eşliliğin bir uydurma mülkiyet duygusundan kaynaklandığını söyler.
poligami iyidir veya monogami etiktir, denemez. evrensel olarak bu söylenemez. hindistan gibi yerlerde çok eşli kadınlar olduğu gibi arabistan gibi yerler de tersi var. hamile kalan taraf seçici olmak zorunda olduğu için genelde ikincisi çoktur tarihte ama şu doğrudur diye ayak üstü söylemek yanlıştır. doğru olan tek bir şey varsa tüm tarafların ortak rızası. bu rıza varsa dış gözlemciye yoluna gitmek düşer. parmağıyla işaret ederek “ahlâksızlığı” ifşa eden toplum önce ve sadece kendine bakmalıdır. eskimolar küser mesela sunduğu eşini kabul etmeyen misafirine. bunun gibi binlerce farklı örnek sıralanabilir tarihte. bu esneklik evlenme yaşı için de geçerli. burada biyolojik olanı takan yoktur ki. kültür sana şiddetle tepki göstermen gereken ayıbı öğretir, hem de bir açıklama bile yapmadan, sen de alır kullanırsın. bir sormalı bu ayıpların günahların referansı neresi, diye. tekrar söylüyorum, tüm tarafların rızasından daha kutsi bir şey olamaz. bizler içinde yaşadığımız zaman/zemin mahkûmları olarak perspektifimizi çok daraltıyoruz. tanrılara bakire kurban eden bir toplumda olsak bunu eleştirene ayıp ediyor derdik. senin öz gözlerinle gördüğün zaman dilimi, milyar yıllık dünyanın yirmi yılı ve gördüğün yer de koca dünyanın bir noktası olduğu için dar ve kabızsın. ahlâk, töre, ayıp, günah gibi kavramlar -pek çok şey gibi- coğrafya özelinde görecelidir. ah şu “bana ne” demeyi bir öğrensek…

şu konuyu da bir açıklığa kavuşturayım ki ömürlük meselem:
demiştim, eşyanın kendisinde mi var bir anlam? yoksa çıplakları giydiren, ruhsuza anlam veren biz miyiz? eşya konusunda detaylı gireceğiz ama estetik konusuyla ilintisinden dolayı belirtmek iktiza ediyor:
eşya ve hadiseler tamamen çıplak değildir. bir anlam potansiyeli, ham öz taşırlar. onlara bakar ve eşyadan önce anlamını görürüz. kendindeki anlamı ve bizim giydirdiğimizi… işte bizlerdeki libido sayesinde anlam abartması yapabiliriz.
bizler sesleri duymaz, ışıkları görmeyiz; bizler tat da almayız. bizler bir anlam cümbüşünü, doğrudan doğruya müşahede ederiz. en basit tahta masaya bile soluk cinsten de olsa biraz anlam yükleriz yoksa göremeyiz. evet, anlamı olmayan şeyi görmeyiz de.
eşyaya giydirilmiş emanet kumaş kaplamalarını alıp onarırız ve üzerinde çalışılmış anlamlar hâline getiririz. eşyanın özündeki bulunan ham potansiyelleri abartırız, dönüştürürüz; her kaplama, her anlam koku yapar. o kokuya duygu diyebilirsiniz. yani bir anlamda duygu tarafınızdan üretilir. sevgi, coşku, kıskançlık, nefret, pişmanlık, hüzün, burukluk… tarafımızdan abartılan anlamlardan, tüten koku kümeleri… elimizdedir yani. duygular enerji olduğu için düşünmek, öğrenmek, yaşamak ve hareket etmek için, duyguları doğru üretmek ve aşırıya, israfa kaçmamak gerekir. tabii cimri de olmamak…
bu konu hakkında bir söyleşi de yapmıştık
iki duygu tarafımızdan üretiliyor değildir. o yüzden mâruziyettir.
- 1-aşk
- 2-vâroluş anksiyetesi
aşkta durduk yere alınan zevk durduk yere çekilen acıdan çoktur. ikincisinde ise tam tersidir ama her iki mâruziyette de acı ve haz yüksektir. o yüzden cinnete yakındır. cinnet, delirme, cezbe, insanın kaldırabileceği zevkin ve acının üzerine çıkmakla olur. borsacıların “işlem hacmi” diye bir tabirleri vardır. gideni de geleni de toplarlar. total bir rakam çıkartılar… işte acı/haz toplamı arttığında -ki birlikte yükselir aromatize olduğu için- çıldırma eşiğine yaklaşılır ve cinnet korkusu başlar. kafatasının kemiği işte böyle sıkılmaya başlar terli avuçlar ile!
zannediyorum ki aşk yeteneği olanın varoluş anksiyetesi yeteneği de vardır ve birinden kaçarken ötekine tutulur.
durduk yere devam eden korku ve şüphe ve huzursuzluk temelli bir evrensel acı yayını gibi hayatın acılı-tatsız arasında gidip gelmesi ve varlığı ve ölümü devamlı fark ediş!
zeki demirkubuz filmlerinde olan şey budur. sartre’nin bulantı’sında anlattığı da. nuri bilge ceylan izleyin, andrei tarkovsky izleyin, lars von trier izleyin, michael haneke izleyin, yapabilirseniz gaspar noé ve béla tarr izleyin.
bir de şey, benim romanlarıma bakın. çok isterdim türkçede varoluşçu edebiyat olsun, biz de keyifli keyifli okuyalım ama bu çetrefilli dava benim cılız belime kaldı, çıtırdıyor. sorsanız çoğu edebiyatçı tanımını bile yapamaz, misaller verir dünyadan. maalesef durum budur.
bu varlık acısına sahip olan kişi, bunların üzerine giderse filozof olur, üzerine giderken o kristale tesadüf ederse âşık. kurtulmak için uyuşturuculara koşarsa da sarhoş.
işte hayat budur! aşk bu, vâroluş budur!
estetiği konuştuk.
estetiği konuştuktan sonra etiği konuşmanın esprisi de soren kierkegaard’a küçük bir selamdır belki, kim bilir…
*omurga 2.etik 3.estetik acı aforizma ahlak akıl anlam aşk ben bilim cemiyet değişim doğa duygu edebiyat estetik etik evrim felsefe insan kitap mimesis mutluluk nietzsche psikoloji roman sanat sevgi sinema sosyoloji söyleşi sürü tekamül tin us varoluşçuluk zeka çürüme ölüm öteki özgürlük şair şiir şizofren