-söyleşilerinizde sık sık içi-dışı bir, özü-sözü bir gibi pozitif kavramları eleştiriyorsunuz. bunlar sizin için negatif kavramlar mı? bir kişinin söylediği ile yaptığının tutmaması niçin pozitif olsun? bu ikiyüzlülük değil mi?
-psikoterapi ve kişisel gelişim zıt şeyleri mi hedefler? sizce farkları nelerdir?
tabiatta neyin ne kadar olduğuyla ilgili tenkit çoğu kişiye kutsala hakaret gibi gelir. yaratıcı güç abes yaratmamış, ölçüyü korumuştur. hiç değilse evrim lüzumsuzları elemiş, lüzumluyu lüzumlu miktarda bırakmıştır. o yüzden “doğal yaşamak” gibi laflar daima çekiciliğini korur. yargılanamaz mükemmeli yaşamanın ne gibi bir yanlışlığı olabilir? yoksa var mı?
bir süre için bu sorgulanamazlığı paranteze alarak acının miktarını konuşalım. aslında varlığı pek hoştur, çoğumuza kendisi hoş gelmese de. çoğumuza diyorum çünkü mazoşizm diye bir şey var. tabii mazoşizmi de paranteze alacağız bu konuşmada. peki, acının varlığı niçin hoştur? çok basit, haber verir. haberin nesi kötü? sırtına bıçak saplanmış, haberin yok. acı sayesinde kaçarsın, çekilirsin, haberin olur zarar gördüğünden. ayak serçe parmağın kapıya çarparsın, bu çarpış uzvuna hasar verebilir, mümkündür. bu zararın önüne geçmek için seni bu gibi çarpışlardan uzak tutucu bir haber ve ders gelir beyne. işe bu postacıya acı diyoruz. var mı sorun?
sorun şurada; örneğin ameliyat olurken uyuşturmak zorundadırlar çünkü şifasına inansak bile acı duymaya devam ederiz, hem de şiddetli. yani acı mekanizmamızı ikna edemeyiz ameliyatın lüzumuna. o mekanizma, bu ameliyatı lüzumsuz görür ve hatta zararlı ki bizi caydırmaya çalışır. yani mızmız çocuk gibidir o acı mekanizması, ikna edilemez.
kolun kırıldı diyelim, bir acı duyarsın. oysa bu acı lüzumsuzdur, en azından bu miktarı. acı duymayacak olsak bile zaten o kolu tekrar kullanmak isteyeceğimiz için panik halinde hastaneye giderdik. kimse kırık bir kolla yaşamak istemez. ama işbu acı yüzünden birisinin bizi götürmesi gerekir biz çığlık atarken. yani kol kırılma acısının lüzumunu kabul etsek bile miktarı çok lüzumsuz, hatta zararlıdır çünkü aşırıdır. acıdan bayılmak diye bir şey var. düşünsenize, problemi çözemiyoruz –artık zararlı şey her ne ise- acı o kadar çok ki düşüp bayılıyoruz.
acı, evet, bize faydalı korkular verir. vahşi hayvanlardan, zehirli yılanlardan filan korkarız ki bu da bizi hayatta tutar ama şu hamam böceğinden korkumuzun hangi acı kökeni olabilir? bu mekanizmaların hepsi bozuk görünüyor. ortada yanlış işleyen bir şeyler var.
bazı hastalıklarda aşırı acı çekeriz. ağrı da buna dahil şüphesiz, ikisini tek sayıyorum. oysa o acı hissi bizi gereksiz bir enerji sarfiyatına sokar. oysa kıvamlı bir acı hastalık süresini kısaltırdı. yalnızca yatmamızı hatırlatacak bir acı yeterliydi ki zaten çoğu tedavi yöntemi torba torba ağrıkesici yutturur. yani doğal vücudun israflı acısını yapay kimyasallarla çözeriz.
sonra, bu saydıklarımın hepsi tensel acılar. tinsel acılar da vardır ve belki daha çoktur. bir sevdiğin ölür acı çekersin, yalnızlık acısı çekersin, özlersin ve acı hissedersin… ya da haksızlığa uğramak sende acı yaratır, itibar kaybı, aşağılanma, yas, zarara uğrama, kazıklanma… bunlar da acı. bu acıların farkı soyut kaynaklı olmaları değil, istersek engel olabilmemiz. yani daha doğrusu bizim tarafımızdan yaratılıyor olması. bu acılar sunidir, yapaydır ve sahtedir. yoksa değil midir?
kolunu kessek, istediğin kadar meditasyon yap o acıyı zihninle durduramazsın ama sevgilin seni terk etti diye acı duymak zorunda değilsin; acının bu cinsi koşullandırılma ile yaratılmış olabilir. bir psikolog seni ikna eder, yeni bir sevgili bulursun, önceliklerin değişir vs ama neticede o acıyı yok edebilirsin. yani tensel acılar yazgı iken tinsel acılar seçim gibi görünüyor. yoksa değil mi?
çocuğunu kaybeden bir annenin içindeki acıyı susturması mümkün olmaz. en azından genelde mümkün olmaz. yoksa vardır öyle hasta anneler ama ortada bir patos yoksa her anne bundan derin bir acı duyar. patos dememdeki sebep, hiç acı çekmeme hastalığı filan da var… onlar da parantezin içinde.
yani tinsel acıların önemli bir kısmı seçim gibi görünüyor, tensel acılarınsa tedbiri seçim, kendisi değil.
işte tinseliyle tenseliyle, ortada çok ama çok fazla acı yok mu? haddinden, lüzumundan, olması gerekenden çok ama çok fazla acı… bir deprem yıkığı altında 5 gün ölümü bekleyen bir çocuğun acı çekmesine gerek var mı? o çocuk öldüğünde ve ölmeden önce ailesinin tükenen ümitsizliğiyle doğan acıya gerek var mı? tonla acı çektik bugüne kadar, hangisi salt haber verici, ders verici olarak kaldı? çoğu işkenceden başka bir şey değildi. alacak bir ders bile yoktu ortada. dünyaya bakın, uzaydan, uzaktan bakın, sadece çığlıklar duyarsınız. o kadar çok çığlık var ki. bu insanoğlu hiç çığlık atmamalıydı, niçin atıyor? niçin bağırıyoruz? niçin acı çekiyoruz ve sonu bir türlü gelmiyor?
bugünlerde tek düşündüğüm bu konu, bu acı çokluğu bana acı veriyor. bence insan, insanoğlu haddinden fazla acı çekiyor. evrimin sanıyorum bir sonraki basmağı acı azalması olacak. keşke içme sularına ağrı kesiciler karıştırabilsek. dünya çok daha yaşanır olurdu. bu acı çokluğu için züğürt tesellilerimiz de yok değil elbette; güçleniyoruz, tekâmül ediyoruz, anlıyoruz, arınıyoruz, bilgeleşiyoruz… ben tekamül edeceğim, söz, şu acıyı alın üzerimden. acı o radde ki tekâmül hızımı azaltıyor. öldürmeyen acı güçlendiriyor değil, hasta ediyor. çoğu travma bırakıyor. sakatlayan acı güçlendirmez.
ben ne ölüm ne acı istiyorum, teşekkür ederim, ben kendim güçlenirim.
bu seneki en mühim buluşum bu oldu. konuyu nasıl toparlayacağımı bilemiyorum, deneyeceğim.
malumunuz şöyle bir anlatı var; yüzyıllar boyunca bilinçdışı denen şeyden habersizdik bir iki fısıltıyı saymazsak. sonra freud çıktı, bilincin, dedi, altı var, dışı var. şaştık kaldık ve itiraz ettik. sonra alıştık, sonra da vazgeçemez olduk. yani freud bize, bilinçli olduğumuzu sandığımız bize, farkındalığımızın olmadığı bir alanı tarif etti. evet, anlatı bu.
bunu koyun cebinize.
ikincisi… ruh. ruh var da ruh yok da filan bir kavgadır sürüyor. ben, ispat denir mi bilmem de ispat olabilecek bir iki argüman sundum. o yazıya bakabilirsiniz. determinizm üzerinden ruhu ispat ettiğimi düşünüyorum. ayrıca son yıllarda yapay zeka tartışmaları sürerken biliyoruz ki yapay olan bir zekada ruh yoktur, ruh olmadığı için de kendisi algoritmadan ibarettir. yani deterministtir, yani neden sonuç zinciri ile çalışır random fonksiyonu bile. yani gerçek bir rastgelelik asla kodlanamaz. doğadaki doğal gelişigüzellere başvurulur, asal sayılar gibi. o halde ruh ne? nedensiz eylem, sebepsiz eyleyiş ve eşyada olmayan bir özellik olan gayesellik yeteneği.
yani ruh var, bu da cepte.
doğada bildiğimiz kadarıyla bilinç yok. hiç değilse insandaki kadar yok. ağaçta bilinçdışı denen şeyden bile söz edilebilir miyiz, bilmiyoruz. tamam, örnek sert oldu. kedi mesela? bakınca bizdekine benzer bir tözün, benzer bir şeylerin, ortak bir ben hissinin olduğunu anlıyoruz (kedi besleyenler bilir bunu) ama bilinçlilik hali yok gibi sanki. varsa da zayıf var. yani bilinçdışı diye bir şeyi var. çoğu otorite kabul eder ki hayvanlar reflekslerle yaşar. ayrıca beyin incelemeleri de gösteriyor ki beynin sürüngen beyni, memeli beyni denen iç kısımlarının hayati tarafları var fakat beyin kabuğu, yani korteks entelektüel faaliyetler için. bizdeyse en gelişmiş haliyle görüyoruz kabuğu.
ayrıca insanlarda da çoğu kişi daha refleks ağırlıklı, sürü psikolojisi ile, hissel, sezgisel bir yaşantı sürer. yani bilinçli yaşam, çok azımızda var gibi görünüyor.
evrimsel olarak da bilinç en geç ortaya çıkan şey. insanda bile felsefe çok yeni bir etkinlik göreceli olarak. yani kişinin kendisine bakabilme, soru sorabilme ve cevap arayabilme yetisi yatak yorgan iki bin beş yüz yılı geçmez.
kişinin kendi hayatında da bilinç en geç ortaya çıkan yeti. çocukluk daha spontan geçer, bilinçdışı ile yönetilir, zamanla kendini eğiten ve gelişen ve bilgeleşen fert bilinç geliştirir. o bilinçle kendisine bakabilmeyi bile başarır.
cebimizde iki şey var, üçüncüsünü koyacağım.
jung’un ortak bilinçdışı havuzu dediği bir şey var, malumunuz. yani hepimizde ortak bir bellek, bir duygu, bir masal havuzundan simgeler, imgeler kullanıyoruz. rüyalarımız benziyor, bazı benzer anlatılar, ikonlar farklı kültürlerde farklı dönemlerde tekrar tekrar ortaya çıkıyor. jung bunlara arketip diyor.
üç etti…
şimdi bir soru soracağım, fakat iyi düşünmenizi rica edeceğim;
ben aslında ne? ben dediğiniz şey, asıl ben, yani ruh –şayet varsa- nemenem bir şey o?
siz cevap vermeden ruhun alanını daraltayım. beyne verdiğiniz zarar kişinin kişiliğini değiştirir. bazı beyin bölgelerinin kesilmesi veya alınması kişiyi aptallaştırabilir, moronlaştırabilir, saksı bitkisine çevirebilir, küfürbaz yapabilir, dil yeteneği uçabilir, hafızası gidebilir, yüzleri tanıyamaz olabilir vs. yani demek ki beyin denen şey öyle az buz bir şey değilmiş. hatırlatırım, beyin bedende. yani beyinin ruhla bir ilgisi yok.
e ama insanı büsbütün bir makine olarak da tanımlayamıyorduk, o ruh nasıl bir şey olmalı ki içinde kişilik, zeka, bellek gibi şeyler olmasın ama canlı kılma, seçim yapma, “ben” hissettirme yeteneği olsun. ben derim ki;
ben rüyamım. rüyalardaki ben asıl benim. rüya gören ben, beyin ile irtibatı en aza inmiş, dış dünya ile duyu teması kesilmiş olan ben, ortak bir bilinçdışı havuzunda yüzen ben, asıl ben.
zaten bilincimin bilinçdışıma doğru bakışı da bu ikilik sayesinde mümkün. salt bilinçsiz bir töz olan ruhumun bir bilinç üretme makinesi olan beynin içine girmesiyle iki ayrı bilinç meydana gelir uyanıkken; ruh bilinci, beyin bilinci. işte beyin bilincinden ruh bilincine doğru bakıp araştırma yapıyoruz psikanalizde.
özgürlüğüm mümkün olmadığı, kozalite ile çalışan, nedensel dünyaya mahkum bir makine olan bedene koşut ruh hür. bunun ispatı seçim hürriyeti. yani bedenen, koşullardan, çevreden, içsel, dışsal bin ısrar da geliyor olsa seçim ruha ait günün sonunda. yani biz mecburen özgür yaratıklarız. özgürleşmek denen şey bir palavradır. kişi özgürleşmez, özgürlüğünün farkına varır.
boynumda zincir varsa köle değilim, imkanlarım kısıtlı. fakat kendimi bilmem ne yapmak zorunda hissediyorsam, şunu şunu yapamaz, yeltenemez görüyorsam özgürlüğümün farkında değilim ve sartre’ın “kötü niyet” dediği şeyin içindeyim.
işte alında bence sarih ama birçoklarının itiraz edeceği bir kanıt buldum; acıyor o halde hürüm.
derim ki acılar hürriyetin alameti. seçim yapabilen canlılara doğanın bahşettiği bir bilgi türü acı. bilgi… evet, acı bir bilgi. o bilgi niçin ve kime veriliyor? seçim yapan düzgün seçsin diye veriliyor. acıyorsa seçim yapmaya zorlanırım. kaçmalı ya da savaşmalıyım sözgelimi. yani acı çeken her mahluk hürdür. birçok yanı otomatik reflekslere teslim de edilse, gölge kabilinden, sessiz, soluk bir hürriyeti muhakkak var çünkü ruhu var.
başta ferud’tan bahsetmiştik. şimdi daha kolay anlatabilirim sanıyorum;
freud bilinçdışını filan bulmadı. freud bilinci buldu. o bilinç ile bilinçdışına baktı, gördü. biz salt bilinçdışı idik zaten son çağa kadar. bilinci inşa ettikçe bilinçdışını anlar olduk, yani kendimize baktık. işte freud’un keşfi buydu. freud bilinçdışını değil, bilinci buldu.
kişi kendi içinde kavgalı parçalar ile donatılı. tek tözlü bir makine için bunu anlatmak çok zor. aslında ruhu ortadan kaldırdığınızda tek parçalı bir şeyin içindeki kavgaları izah edemez oluyorsunuz ki sartre bunun farkında olduğu için bilinçdışını reddetti hepten.
özgürlüğü reddetmeniz demek ahlakı reddetmeniz demek. yani doğru ve yanlış olan bir şeyleri boşuna konuşuyoruz özgür değilsek. özgür değilsek kimse kötü değil çünkü herkes kurulmuş saat. ve tabii iyi de değil kimse, erdemli de değil. kurulmuş saatlerden müteşekkil bir toplumdaysak neyi konuşmanın anlamı kalır ki. kaderciliğin son raddesi bu işte. hiçbir seçim özgürlüğü olmayan birtakım yaratıklar öylece mal gibi acı çekiyoruz devamlı, öyle mi? seçim hakkımız yoksa biz bu kadar neyi konuşuyoruz ki?
yani hasan hüseyin korkmazgil’in şiirinde ve şiirden yapılan şarkıda geçtiği gibi;
dünyanın neresine giderseniz gidin hangi taşı kaldırırsanız altından, kesilmiş bir şah damarından fışkıran kan gibi acının fışkırdığını görürsünüz. evet, çok fazla acı var ve bu kadar acıyı sen ben çekmeyeceksek kim çekecek? ucundan tutmak, üzerimize düşen acıyı çekmek mi zorundayız?
nietzsche’nin “ahlakın soykütüğü” kitabını okuduysanız, orada çok mühim tespitler vardır. tez özetle şu, ahlak bize kölelerden, yani ayaktakımından, yani sürüden aktarıldı. bizler de o sürü ahlakını tek geçerli ahlak sandık ve sahiplendik. soyluların güce bakışıyla kölelerinki çok farklıydı elbette ve köle isyanlarının önüne geçmek için rahipler vicdan azabını, günahkarlığı buldu. durum şu ki elimizde ahlak diye bize gelen şey bencilliğin, hırsın, kibrin, tamahkarlığın kötülüğüne koşut tevazuun, yardımseverliğin, hoşgörünün iyilik olduğunu söyler. bunlar genelde sorgulanmaz çünkü binlerce yıllık kodlardır. oysa dikkat ederseniz kölece yaşayan kitleler için bunlar isyan önleyici ve çıldırma engelleyici sürü nizamlayıcılardır.
bir köle kibirli ve isyankar olursa özgürlük talep eder. bir köle komşusunu sevmezse, diğer kölelerle uyum içinde çalışamaz. bir köle kendi ekmeğini bölmezse, kölelik kurumu hasar görür çünkü efendiler hasadı korumak ister.
köle ahlakında önemli bir yeri olan vicdan azabı ve çilecilik de hepimize şöyle ya da böyle sirayet etmiş durumda.
hiç düşündünüz mü, yer gök bu kadar acı ile kaplıyken niçin tarihte bu kadar az devrim var? kölelerin saldırganlığını ve efendilerine başkaldırmalarını engellemek için “günahkâr” olduklarına inanmaları yeterli. böylece öfkeleri kendilerine, hiç değilse şeytana dönebilir.
çilecilik de şu elbette; acı kutsaldır! bir köle aç kalır, sabahtan dayak yemeye başlar, hakaret görür ve akşam sırtını koyduğu yer bile rahat bir yatak değildir. yani acı, köle hayatının günlük rutinidir. bu kadar çok acı içindeyken efendilerine bakan köle düşünür; efendi haz içindedir ve bir çeşit cenneti yaşamaktadır ama bu kıskançlığı sonrası kendini suçlar ve yine günahkar hisseder çünkü deve iğne deliğinden geçtiğinde ancak bir zengin cennete girebilecektir. aslında acının arındırıcı yanına, öğretici, erdirici, bilgeleştirici yanına doğulu çok inanır. doğulu için -yahudi köleler aracılığıyla da bu batıya bulaşmıştır hristiyanlık ile- acı yüce bir şeydir.
kendinize de sorabilirsiniz; iki kişiyi düşünün ki birisinin tuzu kuruyken diğeri çocukluğundan beri acı çekmiş olsun, hangisini sevesiniz gelir? soru iki; hangisinin daha ahlaklı olduğunu varsayarsınız. bizde siyasetçiler değil yalnızca -tuhaf ki- şarkıcılar bile acı uydurmak zorunda kalıyor. acı çekmişe saygı ve sempati artıyor. işte bu köle ahlakının kalıntıları hepimizde, görüyorsunuz. hayatı haz içinde geçmiş kişi namuslu yaşamışsa bile ahlaksız sayılır.
ben acıyı ikiye ayırıyorum;
tensel acılar, gerçek acılardır. hayali değildir asla ve hiçbir inanç, meditasyon, değerler sistemi ve hipnoz bu tip acıları dindirmez. o acı vardır! taş gibi, toprak gibi, dağ gibi, ateş gibi, o acı vardır işte.
diğer tüm acılar uydurmadır. yani kendimiz tarafından bir kökensel alışkanlığın devamı olarak refleks haline gelmiş, yani kültürel olarak öğrenilmiş acılardır. sevgilin seni terk edince üzülmen gerekir. üzülmelisindir ve bu üzülme acısı adeta bir parmağının kesilmesi gibidir. çok benzemektedir. oysa basbayağı bu acı tarafımızdan yaratılmış bir suni histir.
yakında “kölekral” kavramımdan söz edeceğim. kölekral, kendini kendine köleştirmeyi başarmış krallaşmış kişidir. kölekral bedenini yönetebilir; jestlerini kontrol eder, düşüncelerini yönetebilir; kendisi istemediği sürece hiçbir düşünce kendiliğinden yağamaz kafasına ve dönemez hiçbirisi, duygularını yönetebilir; bu en zoru (ve tabii düşünceyi yönetebilmekle başlıyor) ki duygularını yönetebilen kişi kölekral olmuş demektir.
nietzsche, öldürmeyen acının güçlendirdiğini söyler. bence bu sakatlamayan acının güçlendirmesi ama konu bu kadarla da sınırlı değil.
acıdan haz alan çilecileri -evet, acı övücüyseniz acıdan gizli de olsa haz alıyorsunuz demektir- sakatlamayan güçlendirmez. niçin? çok basit, mazoşist olmak niçin güçlendirici bir şey olsun ki? kendisini jiletlemeyi seven biri zaman içinde bir filozofa mı dönüşür, manyağa mı?
o yüzden acıdan acı çeken adamlar lazımdır bize. yani aç kalarak, riyazet yaparak, az sevişerek, susuz kalarak erilmez, geberilir. insan doğası böylece hastalanır. doğal, tensel, gerçek acılara ve hayatın anlamsızlığına katlanabilmek için yemek yemek gibi, uyumak gibi ve sevişmek gibi zevkler varken bunlara savaş açmak pasifize olmuş gurular yaratır. bu pasif guruların kendilerine hayrının dokunmadığı gibi topluma da hayrı olmayan, ölene kadar can çekişmekten başka bir şey yapmayan organik atıklara dönüşürler.
tensel zevklerden kaçmayı öğütleyen binlerce yıllık köle ahlakı bunu boşuna yapmış değil çünkü olmayacak duaya amin diyerek keyfini kaçırmak istememiş olabilir. acıyı kutsayarak bu acıların karma ve ötedünya ile hazza dönüşeceğine inanmış olabilir.
“nefse hakim olmak” denen şeyden kasıt kölekral olmaksa hiç sorun yok ama aç kalmak değil, gerektiğinde kalabilmeyi başarabilmek, sevişmemek değil, gerektiğinde sevişmeden de yaşayabilmek kişiyi güçlü kılar. yoksa bu temel, tabii eğilimleri saptırmak demek, hasta nesiller ve hasta fertler yaratmak demek.
zevki aşağılama da o başta anlattığım köle tabiattan geliyor elbette. çok gülen, başına bir şeyin geleceğinden korkuyor. her boşalma sonrası kontrolsüz bir pişmanlık hissine bürünüyor herkes. daima suçlu, daima korkak, daima yasta ve daima dertli bir kitle neyi üretebilir, bilmiyorum. vicdan azabı ile inleyen milyonlarca “suçlu” acı istiyor ki arınabilsin. günahkar tenlerinin cezaya ihtiyacı var.
hatta aşırı sakar kadınlarla ilgili bir psikolojik analiz yapılmıştı; bilinçdışı, bedenini cezalandırıyor sakarlık ile. aşırı sakarlarda obsesyon da çoktur. ellerini devamlı yıkayan nasıl bilinçdışı suçluluk ve kir içindeyse, tavayla elini yakarak ve ayak serçe parmağını kapılara çakarak da günahlarından arınıyor bir çeşit. bu arınış, kendilerini daha masum hissettikçe azalıyor. bakıyorsun, el yıkaması da azalmış sakarlığı da.
batının yükselişi çileciliği bırakmakla oldu. hindistan’ın sürünmesi de aşırı çileciliğinden. herkes, hepsi öyledir demiyorum ama zevk alan kendini az veya çok kirli hissediyor bu topraklarda hala.
“martyrs” diye bir korku filmi var. film, kaçırılıp işkence gören kadınlar hakkında. bir gizli örgüt, kaçırdıkları kadınlara yıllarca işkence eder ve yüksek, çok yüksek acılardan sonra ancak görülebilen bir eriş seviyesinde “öteki tarafı” görmeleri sağlanır ve anlatmaları istenir. evet, günlerce işkence gördükten sonra, o gözlere “tanrıyı görmüş” bir bakış oturmaktadır bu filme göre.
demem o ki kendi zevkine yabancılaşmış bir toplumun ancak trafikte kavga ettiğini, ona buna sataştığını, aile içi şiddet çıkardığını, hayvanlara işkence ettiğini, sokaklarda kan döktüğünü görüyoruz. zevkle barışmak ve acının yüceltici ruhundan, gizli mazoşizmden kurtulmalı ki şifa bulunsun. bizim eğitime, şuna buna değil, zevke ihtiyacımız var. pişmanlığı olmayan, iç huzur ile kabul edilebilen, diyetsiz bir zevke…
acıya bile bile kaşınan kişi ya kerizdir ya mazoşist; ortası yok. zevkle de ancak hastaların sorunu olabilir.
uzun zamanlar boyunca huzur aleyhinde yazdım ama bir itirafta bulunayım; huzur mühim şey. huzur, uzun zamana yayılan ağız tadına deniyor. biraz sıkıştırınca mutluluk oluyor, daha da sıkışınca zevk, en yoğunu orgazm. hepsine varım. hazdan haz alıyor, acıdan acı çekiyor ve bunu söylemekten utanmıyorum.
kaldırımları ıslak bir sünger gibi eze eze gittiğimi hissederek gidiyorum. böylece onların suyunun çıktığını hissedebiliyorum. yağmur mu? yağması şart mı? kokusu, dokusu ve yüzüme çarpan kristalleri yetmez mi?
insanların yere bakarak yürüdüğü bir istanbul pazarı… gök gibi yer de gri ve insanlar da elbette. dedim ya, istanbul pazarı… gridir insanlar istanbul’da pazarları.
bir küçük kız çocuğunun dilendiğini fark ettim yürüme istikametimde. geçen sene dünyadan göçen kızıma benzediği için mi yoksa sadece kız çocuğu olduğu için mi eğilip sevmek istedim? gözleri, tüm dünyayı ezecek kadar mavi. bakışları da öyle.
baktı bana ıslakça, masmavi oldum hatta. belki bana baktığı için, belki de kızım dünyadan geçen sene göçtüğü için eğilmedim, sevmedim. hiç kız sevmez gibi, bana mavi bakılmaz gibi yürüdüm gittim. ensemde ıslak bakışlarını hissettim.
denize doğru yürüdüm. pakette kalan son sigarayı çıkardım. cebimde ıslanmış kibrit yakmadı sigaramı. yine de dudaklarım arasında tuttum ben dalgaya bakarken. dalgaya… o mu bana bakıyordu acaba ıslak ıslak. bazı denizler öyledir; sen ona bakarsan o da sana bakar. ansızın ölen çocukların hatırası gibi.
paltoma büründüm cenin gibi. paltom plasenta renginde, sarı. havada asılı kalan bir palto ve içine kıvrılmış yavru kuş hükmünde bir koca adam… uçuşan saçlarım gözümün önüne parazit yapıyor. hani bazen düşünmeyiz de kendimize poz keseriz… düşünmemek için oyalanmak isteriz kaşımızı, bıyığımızı. düşünmenin hası, demir leblebi yutma gibidir, bilirim. hası gelmesin için çakmasına talibim.
oyaladım kaşımı, bıyığımı.
cebimdeki elimle tüm bozukluklarımı sıkıp kavradım. demir bir hamur gibi yamuldu terli avucumda paralarım. döndüm. o tarafa doğru bakmadan dilenciye yürüdüm. evet, bakmadım. baksam yaralanacaktım. vardım. olması gereken yere vardığımda yoktu. baktım, bakındım. mavi gözlü kız dilenci yoktu gri pazarında istanbul’un. gevşettim yumruklarımı. eğildim, az evvel oturmakta olduğu zemin taşlarını elledim. sevdim… ılık… kız ılığı, çocuk ılığı, yokluğun ılıklığı… okşadım kaldırımları bir süre deli gibi. yağmur düştü elime gözümden. doğruldum. cebimdeki pişmanlığı kaldırıma doğru savurdum.