ayşe y. y. hanımefendi’den “çürüme” yorumu

  • 13 dakikalık bir metin-

emre timur’dan çürük ağacın kokuşmuş meyvesi “insanı” anlatan kıyıcı kitap “çürüme” üzerine bir analiz

öncelikle belirtmeliyim ki çürüme, emre timur’dan okuduğum üçüncü kitaptır. aynı zamanda bu, yazarın hem son hem de olgunluk dönemi kitabıdır. her kitabında yazarın kurgu dünyasına ve üslubuna daha aşina olmaya başladım.

emre timur toplumsal dengeyi/dengesizliği yine bir denge/dengesizlik kurgusu ile irdelemeyi; insanın fıtratını, yaşama amacını, hayata kattığı ve katamadığı değeri felsefî bir düzlemde anlatır. hilkat içinde insanı kavram ve olgu olarak ayrı bir yere koyar. tabiat ve hayvanattan farklı olarak düşünme kapasitesi olan insandan beklentisi fazladır ama aynı zamanda bu beklentisini karşılamayan insana kırgındır, kızgındır. diğer kitaplarında da bu his kırıklığını okuru acıta acıta anlatan timur’un çürüme kitabı tam olarak bu duygulanımı birkaç adım daha öteye taşımış, birkaç metre daha yukarı çıkarmıştır. şimdi yavaş yavaş nasıl çürüyoruz buna bakalım.

tıpkı şizofren kitabında olduğu gibi çürüme kitabında da yazar “mukaddime” bölümü ile giriş yapıyor. konunun ağırlığı, duygunun vehmi için adeta okuru bir hazırlık aşamasına tabi tutan, okurun beyin kaslarına ısınma yaptıran bu bölümde yazar bir bakıma “az sonra olacaklardan hem ben hem de tüm insanlık sorumludur” demek istiyor. henüz ilk satırlarda elimizdeki metnin derin bir kişilik tahlili, kıyıcı bir sosyolojik çıkarım, acılı bir psikolojiye sahip olduğunu anlıyoruz.

“o yüzden derim ki insanı anlamaktan başka ilim yoktur. uzaktan bakarsın tarih olur, yakından bakarsın psikoloji olur, içinden bakarsın fizik…” (s.5)

genel taslağa yani iskelete baktığımız zaman kitap inkılap yayınevinden çıkmış olup 317 sayfadır ve mukaddime bölümü hariç toplam 29 bölümden oluşmaktadır ve her bölüm başlığı aynıdır: entropi. kelimenin terim anlamına dair meraktan mütevellit yaptığım araştırmalar sonucu bunun varlığa ait bir iç dinamik olduğunu öğrendim. örneğin hastalanmak bir entropi sürecidir ve doktora gidip ilaç almak ise negatif entropi sürecidir. yanlış biçimde bir sistemin “arızalı durum” olarak adlandırılan bir durum işlevidir. toparlayacak olursak ve kitaptaki kullanımına bakarsak entropi tam olarak bir çürümedir. yani bozulma, mental olarak, ruhsal olarak, bedensel olarak olumsuz bir değişimdir. yazar, toplam 29 bölümde entropi başlığı altında toplumun farklı kesimlerindeki farklı hayatlardan bu bozulmaya dair kıyıcı örnekler sunuyor.

hemen ilk bölümden yine fark ediliyor ki diğer timur kitaplarında olduğu gibi ebeveyni tarafından bir terk edilme travması ile dünyaya gözlerini açan bir çocukla tanışıyoruz. aslında yazarın kitapları boyunca bu detaya meyletmesi tesadüfî olmasa gerek. çünkü bir başka yazarın kitabından da okuyup içselleştirdiğim bir cümle var:

“yarasız çocukluk yoktur” (psikolog gökhan çınar)

dolayısıyla timur kitaplarının kaide taşı aslında bireyin çocukluk yıllarıdır. o yıllar üzerine konuşlanan bina ya sağlam olur ya da çürük. kısacası timur’a göre çürüme ana rahmine düşüş ile hatta bedene ruhun üflenmesi ila başlar. çünkü genetik faktörleri de işe dâhil eden psikoloji bireyin ebeveyninden ayrı tutulamayacağını kanıtlamıştır.

daha ilk satırlarda dünyadaki yalnızlığını dile getiren yazarın “hamileyim deyince babam terk etmiş annemi. doğmuş bulundum. (s.11)” ifadesi bile bir çocuğun henüz anne rahmindeyken yaşadığı travmayı kanıtlıyor. ilerleyen bölümlerde geçen “şuralarda buralarda yanlışlıkla büyüdüm. büyümüş bulundum (s.38)” ifadesi de yine bireyin kaderinden azade bir şekilde dahil olduğu toplumsal travmayı kanıtlar niteliktedir.

birinci ve ikinci bölümlerde dikkatimi çeken başka bir husus ise timur’un diğer kitaplarından da aşina olduğum ana karakterin ailesini terk etme girişimidir. varoluşun bir nevi terk etmeyle başladığına inanan yazarın bu meylini felsefe tarihine baktığımız zaman da görebiliriz çünkü tarih boyunca tüm düşünürler maddi âleme dair ne varsa terk ederek bir yolculuğa çıkmaktadır. arayış bir anlamda terk edişle başlamaktadır.

karakter yaratımı:

karakter tercihi timur’da genellikle bezgin, karamsar, psikotik, yaralı, meczup, yalnız, çekingen, ürkek, korkmuş, tecrit edilmiş, özgüvensiz vb. tiplerdir. hayatın kaotik ve yaralayıcı tarafı göz önüne alınırsa bu tercihin ne kadar haklı bir duruş olduğu görülür. kurguya en uygun tiplemeler bunlardır. çürüme kitabında bu kasvetli havayı dağıtıp okura daha ılımlı daha mizahî bir anlatım sunmak adına komik bir karakteri (masum) eklemiş olsa da genel olarak çürüme’nin karakterleri yaralı insanlardır (öncü, kader, amir, masum, çocuklar, eş)

kitaplarında ana karaktere net bir isim vermeyi tercih etmeyen yazarın amacı kemik bir prototip yaratmaktan uzak kalmak istemesidir. çünkü romanları tüm toplumu ilgilendirdiği için yazar benî âdem yani tüm insanlık adına konuşmak ister. bu sebeple çürüme kitabında da ana karakterin ismi yoktur, biz onu örgüt içindeki takma ismi olan öncü ile biliyoruz.

ana karakterin en yakın arkadaşı hatta kendi deyimi ile kan kardeşim dediği kader ise bir transseksüeldir. küçük yaşlarda üvey babası tarafından taciz edildiği ve toplumun da ona başka türlü bir yaşam şansı tanımadığı kader de yine yaralı bir karakterdir.

örgütün başı amir ise her ne kadar toplum yararına illegal işler yapan, tabiri caiz ise modern bir robin hood olsa da içindeki enaniyet oldukça yüksek biridir. çünkü kendisine abi diyerek hitap edildiğinde kızmakta ve “ abi ne lan, amirim diyeceksin” demektedir. burada bile yani toplum yararına kurulmuş bir illegal cemiyette bile aslında yine toplumsal bir hiyerarşi vardır.

kitap almak için erkeklerle birlikte olan fahişe karakteri (daha sonra ismini vasîfe olarak öğreniyoruz) annesi tarafından çok dövülen, babası alkolik bir genç kızdır. o kadar çok korkutulmuştur ki acısını birine anlatmaktan bile imtina etmekte ve tüm derdini tuvalete anlatmaktadır.

öncü’nün arkadaşı ve örgütün diğer üyesi masum karakteri saf, söyleneni anlamayan/ yanlış anlayan (kadim halk edebiyatındaki karagöz ‘e benzettim), cahil, egoları ile hareket eden, komik bir tiplemedir. öncü’nün frenlemeleri ile yol almakta ama yine de yeri geldiğinde bildiğinden şaşmamaktadır. aslında bu minvalde bakınca masum iptidai insanı örneklemektedir. bilgisizliği biraz da saflığından gelmektedir. büyük hayalleri yoktur bu sebeple bir çöp konteynerinde yaşamak ona sarayda yaşamak kadar huzur vermektedir.

karakterlerin eminsizliği için psikoloji ne diyor?

tüm timur kitaplarında olduğu gibi çürüme’de de karakterler düşünceleri ve davranışlarından emin değiller. uzun zaman aralıkları bir yana an içinde bile fikriyatları boyut ve düzlem değiştiriyor. bu kendinden emin olamama durumunu psikoloji yine çocukluk travmalarına bağlar. küçük yaşlarda korkutulmuş, bastırılmış çocuklar yetişkin olduğu zamanlarda bu travmayı kendinden emin olamama, kendini ifade etmede güçlük ve sürekli bir endişe hali ile açıklar. kitapta bunu kanıtlayan yüzlerce ifade vardır:

“gençlik yıllarımızda yapardık böyle şeyler. yo, yapmazdık.” (s.24)

“kararmakta olan veya aydınlanmakta olan bir oda…”(s.25)

“hafiften altımı ıslattım ya da öyle sandım.” (s.45)

kitapta örgüt adına çalışan doktor dahi öncü’ye tedavi uygularken, yaşadığı şeylerin bir halüsinasyon olduğunu, aslında kimseyi öldürmediğini, küçük yaşta annesini ve kardeşine yangına kurban verdiği için ölen herkesten kendisini sorumlu tuttuğunu söylemektedir. bir bakıma kitapta doktor karakteri ile aslında psikoloji bilimi konuşmaktadır. hatta öncü dertlerinden kurtulmak için madde kullanınca yine doktor sert uyarılar yapar ve bu yolla sıkıntılarının üstesinden gelemeyeceğini söylemektedir. peki bu kadar sıkışmış bir birey nasıl feraha çıkacaktır. bir yanda geçmiş yaşantılar, bir yanda toplum içinde kendin gibi olamamak, bir yanda bilimin mantıklı açıklamaları varken birey ışığa nasıl kavuşacaktır? bilmiyoruz, çünkü yazar da zaten bu bilmeyişi yazıyor bir bakıma. yazar da biliyor ki evren kurulalı beri “kötülük” ile mayalanmış insan çamuru topyekûn ıslah edilmediği sürece tek tek insanı tedavi etmek mümkün değildir. zira bu iş bataklığı kurutmak yerine sinek avlamaya benzer. sanırım burada da bilimin yaratılış karşısındaki çaresizliği devreye giriyor.

mekân seçimi ve diğer kitaplarla benzerlikler:

emre timur yarattığı kurguya uygun olarak daima kasvetli, rutubetli, toplumun belli kesiminin (elit tabaka, sosyo-ekonomik düzeyi yüksek kesim)  uzak durduğu, yıkık dökük, hastalık fışkıran, kokuşmuş, ötelenmiş mekânları tasvir ve tercih eder. hatta tesadüf olduğunu düşündürmeyecek bir şekilde dinlenilen müzik arabesk ve tercih edilen sanatçı da müslüm baba’dır. kurgu ve işleyiş penceresinden bakıldığı zaman birbirine puzzle parçaları gibi uyan bu kurgu-mekân ilişkisi eleştirilemez. buhranlı mıdır, evet. okuru kasvete sürükler mi, evet. ama zaten yazar da kimseye gül bahçesi vadetmiyor aksine “huzurunuzu kaçırmaya geldim” diyor. kaldı ki yazarın misyonu zaten dünyada uykuda olduğunu bilen insanın daha derin bir uykuya yatmış vicdanını çivili bir yatağa mecbur uyandırmaya çalışmak. yazarın tüm metinlerde dil seçiminde bu yüzden “siyah-beyaz, vıcık vıcık, kusmak, intihar, nefret vb.” ifadeler çokça geçer. yazar “duyun artık, görün artık, bir durun artık! bakın böyle hayatlar da var, hani birimiz hepimiz için hepimiz birimiz içindik, hani neredesiniz?” diye bas bas bağırmaktadır. bunu yaparken elbette dâhil olduğu egzistansiyalizm felsefesi gereği bazı derin anlamlı kelimeler hatta farmakolojik ifadeler kullanmıştır. bu yoldan bakılınca vasat okur için ağır, ağdalı bir kitap dili ortaya çıkıyor. kaldı ki yazar yine de bu algıyı kırmak için oldukça samimi davranmış lakin yine de timur kitaplarını okumak ve anlamak için bir kuple de olsa felsefe biliyor olmak lazım. çünkü timur, felsefeden yararlanır evet ama bunu fikir üretmekten ziyade fayda sağlamak için yapar.

yine bu kitap da diğerlerinde olduğu gibi dikkati çeken bir inanç sistemi mevcuttur. karakter intihar edip bu çürümüşlüğe son vermek ister (çünkü çürümeyi ancak ölüm durdurur, çünkü insan yaşadığı sürece çürür ve çürütür) fakat bir yanıyla allah’a çok inanır. cennet cehennem kavramlarına inanır:

“sen beni dinsiz bir adam sandın değil mi? (s.257)” ifadesi de bu inancın kanıtıdır. yeri geldiğinde “hiç âdetim olmadığı halde camiye gittim” şeklinde sert ifadelere rastlasak da bu yöneliş ile aslında toplumun kuru softalarını eleştiemektedir ki bu yönüyle de timur kitaplarında sızıntı halindeki o sosyal ve dinî hicvi çok seviyorum. öyle ya “hani komşumuz açken biz tok yatmayacaktık?”

din konusuyla oldukça sıkı bir gönül bağı olan yazar tüm kitaplarında bunu sezdirir. palyaçonun listesi’nde de ana karakterin yolu bir derviş ile kesişiyordu, çürüme kitabında da öncü’nün yolu bir şeyh ile kesişiyor. şeyhin kendisine söylediği “ölmeden ölemiyorsan, ölünce ölmeyeceklerden ol. (s.152)” ifadesine bakınca yazarın “topluma faydası olan kişi ölse de ölmez” inancı ve islamiyet’teki “amel defteri açık kalan kul” tanımlaması ile ne kadar da benzer ve örtüşük değil mi?

yine her kitabında kur’an’dan sureler ya da sahabe hayatından anekdotlar ile metni zenginleştiren yazar çürüme kitabında da öncü’yü, birinin adı hachiko olan sekiz köpekle arkadaş ettirerek ve ilerleyen bölümlerde bunu ashab-ı kehf’e dayandırarak ne kadar güzel bir telmih sanatı sunuyor okura. hatta bu bölümlerde isminden memnun olmayan hachiko’nun serzenişleri ile yine harika bir mizah yakalıyor. insandaki kibir, hırs, temayül, nefret, tutku vb. duyguların çürümeyi hızlandırdığı ve bunlar hayvanlarda olmadığı için kurulan bu insan-hayvan dostluğunun insana ne kadar iyi geldiğini vurgulayan yazar aynı zamanda kehf mağarasındaki uyuma ve uyanışa da atıfta bulunuyor. tüm bu islamî detaylar metni benim gözümde diri ve sağlam tutuyor.

dil ve üslup tercihi:

kısa cümle kuruluşları ile rahat bir okuma süreci sağlıyor çürüme. konusu ve kurgusu gereği zaten ağır olduğu için sade bir anlatım tercihi çok isabetli olmuş. yer yer birkaç eski türkçe kelime olsa dahi (beni zorlamadı) bunlar manası anlaşılmayacak kelimeler değildi.

yazarın tarzı devrik cümle üzerine kurulu. bu artık onun imzası olmuş. bu sebeple çok fazla devrik cümle kullanımı kişisel bir eleştirim olsa da kitabın bütününe bir zararı olmadığı için genel okur kitlesi tarafından hoş karşılanabilir.

ana karakter de yan karakterler de avam (sosyo-ekonomik ve kültürel düzeyi düşük) tabaka mensup olduğu için kaba bir dille konuşturulmuş. yer yer sokak jargonu yer yer küfür tercih edilmiş. ancak bu ifadeler metnin iskeletine uygunluk açısından bence gereklidir. kaldı ki popüler edebiyatın yoz dilinin yanından timur’un ifadeleri devede kulak gibi kalır ve çok su kaldırır. okuru tiksindirmeyen, oldukça tadında ifadelerdir. hem zaten ana karakter sonradan kitap okumaya başlayınca dili daha olgun bir hal alıyor ve cümleleri daha felsefî bir boyuta taşınıyor. aslında yazar bu geçişle bile “okuyun işte, ancak okuyarak değişir ve gelişiriz” diye subliminal bir mesaj da veriyor.

metaforlar:

sinek:

ana karakter öncü farklı zaman ve mekânlarda sürekli cama çarpıp duran bir sineği gözlemler. sinek canhıraş şekilde cama kafasını vurmaktadır. benzer şekilde öncü de kriz anları gelince kafasını duvara vurmakta ve ancak o şekilde sakinleşmektedir. sinek de defalarca kafasını cama vurduktan sonra açık kalan pencere boşluğunu keşfeder ve özgürlüğe uçar. baktığımız zaman bu metafor ile yani kafa vurmak ifadesi ile aslında yazar “zihnin doğruya ulaşması için biraz zorlanması lazım, açıklığı görmek için zihni çalkalamak lazım, bu da ancak aynı şeyi defalarca deneyerek olur” demek istemiş olabilir.

kitapsever fahişe:

erkeklerle kitap karşılığında birlikte olan fahişe metaforu ise ne yazık ki hem ülke hem de dünya genelinde kadına biçilen değeri sembolize ediyor. ereklerine ulaşmak için, yaşamını idame ettirmek için kadının kendi bedeni ile yaptığı fedakârlık, mücadele ne yazık ki kitapta da en çıplak haliyle anlatılıyor. sevgi dilini bedensel fedakârlıkla öğrenen kadın algısı değişsin diye yazar âdeta bunu fahişelik kavramı ile ilişkilendiriyor.

çürüme:

kitabın tüm yapısına egemen olan ana metafor diyeceğimiz çürüme, yazara göre ruh olarak yaratılmamızla başlıyor aslında. bu nokta da yazarın ilahî kudrete isyan ettiği anlaşılmasın. açacak olursak yazar aslında insanın varlık olarak doğuştan kötü olabileceği bir fıtrata sahip olduğunu ancak doğru yönlendirme, vicdan ve ahlak eğitimi, rol anne-baba olmakla sağaltılabileceğine dikkat çekiyor. hali hazırda dünyanın kendisi de çürüme üzerine kurulu. bu şekilde yani birine temas ederek, bakışarak, konuşarak hatta düşünerek zaten her saniye çürüyoruz; yazar da bunun farkında. amaç ne peki? amaç bu çürümeyi doğru akışa yönlendirme. nasıl ki tarih boyunca çürüyen fikirler, mekânlar, canlılar yeni bir varlığa dönüştüyse en azından biz de çürümemizi yine bir fayda neticesine yönlendirelim demek istiyor. yıkık bir binayı restore etmek gibi düşünebiliriz bunu. ya da fosil olmuş, petrol olmuş canlı bedenleri gibi düşünebiliriz. sevgili timur aslında “madem çürüyoruz akıllıca çürüyelim!” demek istiyor. zira tanrı insanı yaratmak istediği vakit melekler “yeryüzünde bir halife mi yaratacaksın?” deyip endişe etmekte haklılarmış demeyelim. allah’ı kulundan mahcup etmeyelim. timur’a kulak verelim ve onun “hepimiz taşın altına elimizi koyalım” diye sayfalar dolusu sunduğu davete icabet edelim.

dürbün ve ayna:

şizofren kitabında ana karakter sürekli aynalarla konuşurdu, onlardan akıl alırdı. o tahlilimde de bahsetmiştim. ayna tasavvuf inancında da bireyin kendisiyle yüzleşmesini sembolize eder. çürüme kitabında da ayna metaforu var ve bu defa yanına bir de dürbün metaforu eklenmiş. çünkü kitapları boyunca “acaba toplumun ve insanın bu durumunda suçlu ben miyim?” diyerek kendini yiyip bitiren roman karakterleri bu defa gözünü uzaklara dikip “ acaba benden bir tane daha var mı, acaba bu durumda olan kaç kişi var” demeye başlamış. farkındalık ben’den başlayıp diğer insanlara doğru dalga dalga genişlemeye başlamış.

şeyh:

yukarıda da bahsettiğim gibi islamî duyuşa önceki kitaplarında da sık sık yer veren timur, çürüme’de de kahramanın yolunu bir şeyh ile kesiştiriyor. çünkü insan dertlerinen mantığı ve bilim ile çözüm bulamadığı noktada ilahi bir güce sarılır. bilim bile artık inancın gücünü ve frekansını kabul etti. dolayısıyla emre timur her ne kadar kitaplarında felsefe ve bilimden çok yararlansa da yanına hemen dinî ögeleri kondurarak sağlam bir roman iskeleti kuruyor.

konu:

neden en son konuya değindim? kitap analizlerinde önceliğim hep kurgu ve işleyiştir. neticede her yazar bir şekilde anlatacak bir şeyler bulur. benim arayışım nasıl anlattığı yönünde. çürüme’nin konusu yozlaşmış ve gittikçe dibe batan toplumda hırsızı, yolsuzu, katili, ahlaksızı yeterince cezalandırmayan adalet sistemine karşı kurulmuş illegal bir örgütün kendi adalet sistemini oluşturması ve üyeleri vasıtasıyla bunların hak ettiği ölüm cezasını kesmek. öncü de bu örgüte üye olarak önce gözünü kırpmadan ceza kesmeye başlar. ancak sonraları kötülüğün derecesini ve çıkış noktasını hesaba kattıkça öldürme eyleminin gerekliliğini sorgular ve neticede kolaylıkla insan öldüremez. zira öldürebilse zaten kendini öldürecektir. çünkü kendisi de evini çocuklarını terk ederek yeterince kötülük yapmış ve yeterince çürümüştür. sistemin parçası olmamaya gayret ettikçe o çamura bulanmıştır ve en nihayetinde tamamen çürüyerek kan kardeşini, arkadaşını öldürür.

yazar yine de insanlığa bir umut ışığı yakıyor ve aslında niyete bakıldığı zaman kötülüğün tartışılabilirliğine değiniyor. günün sonunda her bireyin de yine kendi hatasından, çürümesinden mesul olduğuna değiniyor. sistemin bir parçası olsak dahi bireysel sorumluluk yadsınamaz diyor. kitabın 29. bölümde son bulması tesadüf olmasa gerek. çünkü 29 asal sayıdır ve kendisinden başkasına bölünmez. tıpkı insanın da bile isteye, kendi iradesi ile yaptığı kötülüğün bedelini kendisinden başkasına yükleyemeyeceği gibi.

ayşe yazıcı yavuz

trabzon, eylül 2023

emre timur’un “şizofren” ve “palyaçonun listesi” kitaplarına genel bir bakış

  • 8 dakikalık bir metin-

ayşe yazıcı yavuz hanımefendi’den palyaçonun listesi ve şizofren romanlarıma dair bir çözümleme…

emre timur’un “şizofren” ve “palyaçonun listesi” kitaplarına genel bir bakış

yazarla tanışma kitabım palyaçonun listesi olmuştu. hangi kitabı ilk kitaptır bilmezken aslında ilahî bir yönlendirme ile yazarın ilk kitabını okumuşum. hemen ardından da yine o ilahî yönlendirme sayesinde tamamen kendi öngörümden azade bir şekilde yazarın ikinci kitabı olan şizofreni okudum.            

her iki kitapta da dikkatimi çeken ana unsur, anlatımın “olay ağırlıklı anlatım” olarak tercih edilmiş olmasıydı. kaldı ki -bence- felsefi içerikli metinler aurası gereği zaten ağır metinler olduğu ve kendine çok geniş bir okur çevresi bulamadığı için olay çevresinde şekillenen bir anlatım; akıcı, samimi, sürükleyici bir hava katması bakımından isabetli bir tercih olmuş.            

felsefî içerikli kitaplarda betimleme olmalı mı diye kendime sorduğum zaman ise şöyle öznel bir çıkarımda bulundum. felsefeyi yaşama katmaya ve okurun elinden tutup onu tanış olduğu bir atmosfere dahil etmek isteyen yazar elbette kaçınılmaz olarak belli karakterler ve onların yaşayacağı bir ortam seçecekti, hal böyle olunca da elbette betimlemeye ihtiyaç duyacaktı. dolayısıyla kurgu, üslup ve içerik örtüşüyor ise belirli yöntemler de hiç sırıtmadan metinde gayet güzel kendisine yer bulacaktır. zaten yazar da “felsefî kitap” değil “felsefi roman” ismi ile kendini tanıtıyor, bu sebeple acımasız eleştirilere gerek olmadığı düşüncesindeyim.            

yukarıdaki düşüncemi destekler nitelikte aforizmalar da görünce yazarın bilhassa “yazmak” eyleminin kendisiyle oldukça donanmış olduğunu fark ettim. sanatlı ifadelerin yer aldığı ve günümüzde özelikle sosyal mecrada alıntı söz paylaşımını çok seven okur kitlesine yönelik pek çok altı çizilesi ve edebiyatta “sehl-i mümteni” olarak bilinen söz sanatına çok yakın cümleler buldum.            

hem palyaçonun listesi’nde hem de şizofren’de dikkatimi çeken noktalar giriş bölümlerinde yazarın bir tereddüt ile yola çıkmış olmasıydı. geride bırakacağı bir yaşamın farkında olmakla birlikte kendini neyin beklediğini bilmememin endişesini sırtlanan ana karakter her iki kitapta da yağmurlu bir günde yola çıkar. felsefî açıdan bakınca da zaten böyle değil midir? yola çıkma fikri bir endişe ile gelmez mi? huzursuzluk hissi, hayatın anlamsızlığı ve kendini arama fikri içine doğan birey; korksa da, endişe etse de bir şekilde o yolculuğa çıkmak ister. bu sebeple her iki kitapta da ana karakter yağmurlu bir havada yola çıkar. ve ne tesadüf ki her ikisinin de başlangıç noktasında ana karakterin cebinde bir kâğıt vardır. ilk kitapta bu bir listeyken ikincisinde telefon numarası yazılı bir kağıttır. ancak ilk kitap 0 yani “sıfır” ile başlar. ben burada iki mana aradım. yazar ya ilk kitabı olması hasebiyle palyaçonun listesini ‘sıfır’ ile başlattı ya da yazarlık macerasına felsefî bir solukla girerken tıpkı varoluş ve yaratılış olgularında olduğu gibi sıfırdan başlamak istedi. her iki manada da bence hoş ve manidar bir tercih olmuş.            

yine benzerlikler üzerinden gidecek olursak her iki kitapta da karakter isimleri olabildiğince gizli tutulmuş. şizofren kitabında, sonradan, karakterlerin ismi zikrediliyor olsa da başlangıç bölümlerinde yine bu kitapta da karakter isimleri verilmemiştir. yine burada şöyle bir amaç güdülmüş olabilir:            

“evrendeki her insan aslında teklikte buluşup bütünü oluşturuyor, o halde ben de tek bir karakter ile tüm insanlığı ve onların sancılarını anlatıyorsam seçtiğim karaktere illa bir isim vermem gerekmiyor.”            

zira edebiyat tarihinde de karakterlerine isim vermeyen ya da onları sadece harf olarak imleyen pek çok yazar vardır. yusuf atılgan’ın aylak adam isimli eserinde ana karakteri biz ‘c.’ olarak biliriz. stefan zweig’in satranç isimli uzun öyküsünde ana karakter ‘doktor b.’dir. ve enteresandır ki bu kitaplardaki karakterler de aslında bir bakıma varoluşsal sancı çekmektedirler.             palyaçonun listesi’nde önceki hayatına çok aşina olmadığımız ana karakterin aksine şizofren’deki ana karakterin geçmişine ve oradaki travmalarına dair bilgi toplayarak ilerliyoruz sayfalarda. dolayısıyla şizofren kitabı bana ilk kitaba göre daha bilinçli, yetkin ve hazırlıklı yazılmış izlenimi verdi. çünkü ana karakterin korkuları neden var, neden sürekli aynalarla konuşuyordu, neden sesler duyuyordu gibi ileride sorabileceğim pek çok sorumun cevabı daha ilk satırlarda elimin altındaydı.            

konu iç monoloğa gelmişken belirteyim. yıllarca birbirini taşlayan din ve felsefe timur’un kitaplarında sanki sulh etmiş izlenimi veriyor. çünkü yazarın oldukça güzel bir şekilde tek potada erittiği din ve felsefe, ortaya okunması keyifli bir metin çıkarmış. varoluşsal sancılarına çözüm arayan bireyin aynalarla konuşmasına şaşmamak gerek zira tasavvufta da ayna metaforu çok sık kullanılır. hatta kadim masallarda bile ayna, bireye kusurlarını ihtiraslarını gösteren bir iç sestir adeta. mesela kırmızı başlıklı kız masalında kötü kalpli kraliçeye yönergeler veren ayna aynı zamanda onun habis düşüncelerini de söylemektedir. gerçek manada ayna bize bizi (zahiri olsa bile) gösterir. tasavvufta ise aynanın batını göstermesi bazen başka bir birey sayesinde olur. tıpkı mevlânâ’nın  şems’i gibi… dolayısıyla palyaçonun listesi’nde bu ayna bazen sahaf dükkanı işleten bilge iken bazen de hastane koridorundaki derviş’tir. şizofren’de ise ayna bizzat kahramanın iç sesidir. gerçi ben yer yer akıl hastanesindeki arkadaşlarının da kahramanımıza ayna olduğunu düşündüm.            

palyaçonun listesi’nde olayın geçtiği zaman tam olarak bilinmez ancak şizofren kitabından hem kozmik zamana hem de olayların geçtiği tarihi zamana şahit oluyoruz. zira yazarın bizzat şu cümlesi bize net bir tarih veriyor :            

“yıl 1981 ve yer tam olmak istediğim son yer”            

kaldı ki bu tarihte kahramanın kaç yaşında ve nerede olduğunu biliyoruz, dolayısıyla çocukluğuna dair bir tarih çıkarmak da kolaylaşıyor. ayrıca yazarın 1984 doğumlu olduğunu bilip ve bu tarihten yaklaşık 25 yıl öncesine dair sosyal-ekonomik-politik bir ülke portresini anlattığını görünce açıkçası gıpta etmemek mümkün değil. zira her yazar içinde bulunduğu dönemi rahatlıkla kağıda döker ama kendinden önceki bir tarihi o günün modasına, müzik zevkine ve hatta edebiyatına varana kadar anlatabilmek derin bir arşiv çalışması gerektirir. şizofren kitabında kadınların giydiği apartman topuklu ayakkabılar, radyoda çalan ruhi su şarkıları vs. çok hoş ayrıntılar barındırıyor. palyaçonun listesi yazıldığı dönemi barındırmayan bir kitap olduğu için bence ‘zamansız’ bir kitap. ezeli de yok ebedi de.            

tam bu kısımda yazar ilk okul sıralarında (benim de okuduğum) ilk okuma kitabımız olan cin ali serisinden bahseder ve halkı da içinde bulunduğu ekonomik şartlardan ötürü cin  ali’ye benzetir. bu kadar güzel bir ‘teşbih’ örneği açıkçası beni çok mutlu etti. bu aynı zamanda dönemin cumhur başkanı cevdet sunay’ın askeri görevine bir ‘telmih’ de olabilir. felsefî kitaplarda sanat olmalı mı olmalı mı sorusu bu noktada pek çok edebiyatçıyı polemiğe düşürürse eğer ben oyumu ‘olmalı’ kısmından yana kullanırım. sanatın eğitme amacını göz önünde bulundurunca bence her yol mubahtır.            

devrim yıllarının anlatıldığı (politik aşk romanı) ve olay anlatımının daha net bir görünüme büründüğü şizofren kitabı konu seçimi itibariyle bana vedat türkali’nin bir gün tek başına romanını anımsattı. aslında tamamıyla aşk romanı da diyemeyeceğimiz, tamamen politiktir ya da felsefîdir de diyemeyeceğimiz bir kitaptır şizofren. bence bu yönüyle de kendisine geniş bir okur kitlesi bulacaktır. zira her devrim yoğun bir aşktan doğmaz mı? her aşk bir şekilde ihanetin yoluna düşüyor ve her ihanet sonrası sarsılan birey önce ölüme sonra yeni bir varoluşa sarılıyor. her dönem kendi buhranını ve bu buhranın aşıklarını yaratıyor ve her dönem kendi delisini doğuruyor kendi rahminden. işte şizofren’de de anlatılmak istenen biraz da “ben kendim delirmedim, beni delirttiler” önermesidir. her dönemde normal kalmaya çalıştıkça deliren birileri vardır. delirip ölüme yaklaşıp sonra hayata sarılan… bu sebeplerden bakılınca da her iki kitapta da derin bir intihar eğilimi vardır. adeta yazar yarattığı kahramanı uçurumun kenarına kadar götürüp tam düşecekken elinden tıutar. bunu yaparken de sık sık islamî duyuş ve düşünüşten yararlanır. palyaçonun listesi’nde bilge karakteri ile yolu kesişen kahramanın bilge’nin yaptığı pek çok eylemi ahlak, din ve yasa bakımından ‘yanlış’ diyerek yorumladığından bilge’nin “hani soru sormayacaktın?” diye kızması bana hızır ve musa peygamber arasında geçen olayı anımsattı. kaldı ki bu da yine hoş bir telmih örneğidir ve aynı zamanda “görünenin ardındaki gerçeği anlama bakımından varoluşsal anlamda güzel bir detaydır. şizofren kitabında da sık sık zikredilen “la ilahe illallah!” lafzı ve kur’an’ı kerimden ayet aktarımları da gösteriyor ki timur’da derin ve kadim bir tasavvuf felsefesi ve islamî duyuş  vardır. açıkçası son dönem popüler edebiyatın kof ve zaman israfı olan kitaplarının arasından sıyrılıp genç bir yazar olarak ve bu din-felsefe duyuşu ile sıyrılarak kendine kökten beslenen bir alt yapı oluşturması her şeyden önce benim okur kimliğime çok haz verdi.             

dilbilimsel açısından timur’da fark ettiğim nokta ise dili kendi sevdiği şekilde kullanmasıydı. bazı kelimeleri bile isteye kendi söyleyişi ile yazıya aktarması rahatsızlık vermiyor ama yayınevi tercihi ve editoryal dikkatsizlikler beni çok rahatsız etti. yazar bizatihi devrik cümleleri seviyor. bu kabul edilir, hoş da durur ancak bazı yazım hataları okuma sürecini zora sokuyor.            

didaktik bir anlatımın da yer yer tercih edildiği kitaplarda en hoşuma giden kısım şizofren kitabında ana karakterin annesini kaybedişini ve ardından öksüz kalışını anlatırken öksüz kelimesinin gramer yapısından ve aidiyetinden bahsetmesiydi. çünkü ‘ög’ kelimesi eski türkçe’de anne anlamına gelmektedir. yine burada edebiyatçılar ikiye bölünebilir bu tarz bir kitapta didaktik öğeler olmalı mı olmamalı mı diye? bence olmalı zira diğer türlüsü ders kitabı gibi olur ve sadece belirli bir okur kesimine hitap eden bir kitap ortaya çıkar. bu şekilde daha kolay okunan ve açıkçası konunun içeriğine dahil olan pek çok tıbbi kelimeye açıklama getirerek merakımı gideren bir kitapla karşılaşmış oldum. 

palyaçonun listesi’nde karşılaşmadığım bir yönüyle şizofren’de tanıştım timur’un: şairlik. sık sık konuya dair dizeler serpiştirdiği kitabında oldukça sanatlı ve imgelemi zengin bir söyleme şahit oldum. her ne kadar yakın çevremde sürekli “ben şair sevmem, şiir severim” diyerek dolanan biri olsam da diyebilirim ki emre timur düz yazıda olduğu kadar şiir alanında oldukça başarılı.            

henüz iki kitabı ile tanıdığım emre timur’un diğer kitaplarını da okuduktan sonra kafamda artık yazara dair kesinleşmiş bir kimlik oluşacağına dair beklentim var. hani nasıl bazı yazarları ya da şairleri ismini görmeden dizlerinden tanırız ya, timur için de bu şekilde bir şablon çıkarabilmem için diğer kitaplarını okumayı planlıyorum.            

sevgiler…  

ayşe yazıcı yavuz

trabzon / temmuz, 2023    

nihilizmin iki yüzü: nietzsche ve dostoyevski’nin karşılaşması

  • 13 dakikalık bir metin-

nihilizmin iki yüzü: nietzsche ve dostoyevski’nin karşılaşması

dünya tarihi dev bir değişimin eşiğinde. benim –belki de bilimkurgu filmleri yüzünden- pek ciddiye almadığım yapay zeka çok farklı bir noktaya geldi. çoğu kişinin dalga geçmekten başka bir amaç için kullanmadığı “gpt chat” dev bir iş yaptı: nietzsche ve dostoyeviski’yi buluşturdu. size bu yazımda bundan bahsedeceğim.

3.5’tan sonra 4 devrimsel bir değişimdi ve bing kullanarak kendisi ile ücretsiz sohbet edebiliyorsunuz. ettim. hayalim şuydu; dostoyevski ve nietzsche’nin denk geldiklerine dair bir tarihi veri yok ama buluşmuş, konuşmuş olsalar nasıl olurdu? hangi yıl, nerede, saat kaçta olurdu? yani tarihi verilerle çelişmekeyecek bir kurgu nasıl hazırlardık?

bing’in cevaplarına geçmeden önce fotoğraflardan bahsedeyim; o da yapay zeka yaratımı. “midjurney” tarafından oluşturulmuş sahte fotoğraflar bunlar.

tekrar söylüyorum, bu tasarım tamamen yapay zekaya aittir ve hiçbir yönlendirici ek açıklama ve bilgi vermedim.

ben:

dostoyevski ve nietzsche’nin bir araya gelip sohbet ettikleri bir senaryo yazacak olsak, tarihi kaynaklar ile çelişmeyecek bir kurguyu nasıl tasarlardık? bu ikili hangi ilde, hangi yılda, hangi amaçla buluşurdu? buluştuklarında hangi kitapları yazmış olurlardı, kaç yaşında olurlardı ve ne konuşurlardı?

bing’in cevabı:

dostoyevski ve nietzsche’nin avrupa’da bir araya gelip sohbet ettikleri bir senaryo yazacak olsak, tarihi kaynaklar ile çelişmeyecek bir kurguyu tasarlamak için dostoyevski’nin avrupa seyahatlerini incelememiz gerekir. dostoyevski hayatı boyunca birkaç kez avrupa’ya gitmiştir. ilk seyahati 1862 yılında olmuş ve almanya, isviçre, fransa ve ingiltere’yi ziyaret etmiştir1. ikinci seyahati 1863 yılında olmuş ve yine almanya ve fransa’ya gitmiştir1. üçüncü seyahati ise 1865-1867 yılları arasında olmuş ve bu sefer italya, isviçre ve almanya’yı görmüştür1.

bu seyahatler sırasında dostoyevski’nin nietzsche ile karşılaşma ihtimali çok düşüktür. çünkü nietzsche o yıllarda henüz ünlenmemiş ve eserlerini yayımlamamıştır. nietzsche’nin ilk kitabı olan doğuştan filozoflar 1872 yılında çıkmıştır2. Dolayışıyla dostoyevski’nin nietzsche’yi tanıması veya ilgi duyması mümkün değildir.

ancak hayali bir senaryo yazmak için bu engeli aşabiliriz. belki de dostoyevski’nin ikinci seyahatinde paris’te nietzsche ile karşılaştığını varsayabiliriz. çünkü nietzsche o yıl paris’te yaşamış ve schopenhauer’in felsefesini öğrenmiştir2. belki de dostoyevski’nin schopenhauer’e olan hayranlığı onu nietzsche ile tanıştırmıştır. bu ikili paris’te buluştuğunda dostoyevski 42 yaşında, nietzsche ise 19 yaşındadır. dostoyevski suç ve ceza, budala, karamazov kardeşler gibi romanlarını yazmamıştır. nietzsche ise henüz bir öğrencidir ve felsefi görüşleri şekillenmemiştir.

bu ikili arasındaki sohbet nasıl olurdu? belki de dostoyevski nietzsche’ye rusya’daki siyasi durumdan, petrashevski çemberi’ne üyeliğinden, sibirya’daki sürgün hayatından bahsederdi. belki de nietzsche dostoyevski’ye schopenhauer’in felsefesinden, wagner’in müziğinden, yunan mitolojisinden söz ederdi. belki de ikisi de avrupa’daki kültür ve sanat ortamından, edebiyat ve felsefe akımlarından konuşurlardı.

bu senaryonun devamını sizin hayal gücünüze bırakıyorum. 😊

ben:

bu sohbet gerçekleşseydi, hangi dilde olurdu sence?

bing:

bu sohbet gerçekleşseydi muhtemelen fransızca olurdu. çünkü bu iki ismin ortak bildiği tek dil fransızca idi. dostoyevski fransızca’yı iyi biliyordu ve avrupa seyahatlerinde bu dili kullanıyordu. nietzsche ise fransızca’yı almanca ve ingilizce ile birlikte öğrenmiş ve akıcı bir şekilde konuşabilmişti. rusça veya almanca konuşmaları pek mümkün değildi. çünkü dostoyevski almanca’yı çok az biliyordu ve nietzsche de rusça’yı hiç bilmiyordu.

ben:

ikisinin de fransızca bildiğine emin miyiz?

bing:

evet, ikisinin de fransızca bildiğine eminiz. dostoyevski fransızca’yı iyi biliyordu ve avrupa seyahatlerinde bu dili kullanıyordu1. nietzsche ise fransızca’yı almanca ve ingilizce ile birlikte öğrenmiş ve akıcı bir şekilde konuşabilmişti2. hatta nietzsche dostoyevski’nin romanlarını fransızca çevirilerden okumuştur3. bu yüzden bu iki ismin ortak bildiği tek dil fransızca idi. rusça veya almanca konuşmaları pek mümkün değildi. çünkü dostoyevski almanca’yı çok az biliyordu ve nietzsche de rusça’yı hiç bilmiyordu2.

ben:

öyleyse bu sohbetin ilk beş on cümlesini gerçekçi bir şekilde, o günün fransızcasıyla kurgular mısın?

bing:

bu sohbetin ilk beş on cümlesini gerçekçi bir şekilde o günün fransızcasıyla kurgulamak için 19. yüzyıl fransızcasının özelliklerini bilmemiz gerekir. bu dönemde fransızca standartlaşmaya başlamış ve paris’te konuşulan francien lehçesi diğer lehçeler üzerinde baskın olmuştur1. ancak fransızca hâlâ latin kökenli bir dil olduğunu gösteren bazı özellikleri korumuştur. örneğin, fiillerin çekimleri daha zengin ve karmaşıktır. ayrıca fransızca’nın yazımı ve telaffuzu arasında büyük farklar vardır. yazımı latin alfabesine dayanırken, telaffuzu ses değişimleri ve düşmeler nedeniyle latinceden uzaklaşmıştır2.

bu bilgiler ışığında dostoyevski ve nietzsche’nin sohbetinin ilk beş on cümlesini şöyle kurgulayabiliriz:

dostoyevski: bonjour, monsieur. je m’appelle fiodor dostoïevski. je suis un écrivain russe. (merhaba, beyefendi. benim adım fyodor dostoyevski. ben bir rus yazarım.)

nietzsche: enchanté, monsieur. je m’appelle friedrich nietzsche. je suis un étudiant allemand en philosophie. (memnun oldum, beyefendi. benim adım friedrich nietzsche. ben bir alman felsefe öğrencisiyim.)

dostoyevski: qu’est-ce qui vous amène à paris? (sizi paris’e getiren nedir?)

nietzsche: je suis venu pour étudier la philosophie de schopenhauer. et vous? (schopenhauer’in felsefesini öğrenmek için geldim. ya siz?)

dostoyevski: je suis venu pour voir les merveilles de la culture et de l’art français. j’admire beaucoup la littérature française. (fransız kültürü ve sanatının harikalarını görmek için geldim. fransız edebiyatına çok hayranım.)

nietzsche: quels sont vos auteurs français préférés? (fransız yazarlardan en çok hangilerini seviyorsunuz?)

dostoyevski: j’aime beaucoup victor hugo, honoré de balzac et george sand. et vous? (victor hugo, honoré de balzac ve george sand’ı çok seviyorum. ya siz?)

nietzsche: j’aime aussi hugo et balzac, mais je préfère voltaire et rousseau. ıls sont plus proches de l’esprit des lumières. (hugo ve balzac’ı da seviyorum ama voltaire ve rousseau’yu tercih ediyorum. onlar aydınlanma ruhuna daha yakınlar.)

dostoyevski: vous croyez à l’esprit des lumières? vous pensez que la raison peut résoudre tous les problèmes de l’humanité? (aydınlanma ruhuna inanıyor musunuz? aklın insanlığın tüm sorunlarını çözebileceğini mi düşünüyorsunuz?)

nietzsche: pas tout à fait. je pense que la raison a ses limites et que l’homme a besoin d’autre chose pour donner un sens à sa vie. peut-être l’art, peut-être la religion, peut-être quelque chose de nouveau… (tam olarak değil. aklın sınırları olduğunu ve insanın hayatına anlam vermek için başka bir şeye ihtiyacı olduğunu düşünüyorum. belki sanat, belki din, belki de yeni bir şey…)

ben:

o gün bu iki yazar hangi eserlerini henüz yazmamıştı?

bing:

bu iki yazarın hangi eserlerini henüz yazmamış olduklarını bilmek için onların hayatları ve eserleri hakkında bilgi sahibi olmamız gerekir. dostoyevski 1821-1881 yılları arasında yaşamıştır. nietzsche ise 1844-1900 yılları arasında yaşamıştır. bu sohbetin 1863 yılında paris’te gerçekleştiğini varsayarsak, dostoyevski’nin en önemli romanları olan suç ve ceza (1866), karamazov kardeşler (1880), budala (1869), yeraltından notlar (1864) gibi eserlerini henüz yazmamıştır. sadece insancıklar (1846), ölüler evinden anılar (1862), beyaz geceler (1848) gibi daha erken dönem eserlerini yazmıştır1. nietzsche ise henüz hiçbir kitabını yayımlamamıştır. ilk kitabı olan doğuştan filozoflar 1872 yılında çıkmıştır. diğer önemli eserleri olan böyle buyurdu zerdüşt (1883-1885), ahlakın soykütüğü (1887), iyinin ve kötünün ötesinde (1886), tan kızıllığı (1888) gibi kitaplarını da henüz yazmamıştır2. dolayısıyla bu sohbet sırasında bu iki yazarın en ünlü ve etkili eserleri henüz ortaya çıkmamıştır.

ben:

bu kurgumuz tam olarak nerede, saat kaçta olurdu? bu iki yazar hangi otellerde kalıyor olabilirdiler? bu görüşme tamamen bir tesadüf mü olurdu?

bing:

bu soruların cevapları tamamen hayal gücümüze bağlıdır. ancak bazı tarihi gerçekleri de göz önünde bulundurabiliriz. örneğin, paris’te 1863 yılında birçok tarihi kafe ve otel vardı. bunlardan bazıları şunlardır:

  • café de flore: 172 bd saint-germain, 75006 paris. bu kafe 1885 yılında açılmıştır ve birçok ünlü yazar ve sanatçıyı ağırlamıştır. dostoyevski ve nietzsche bu kafede buluşmuş olabilirler1.
  • les deux magots: 6 pl. saint-germain des prés, 75006 paris. bu kafe 1812 yılında açılmıştır ve café de flore’nin rakibi olarak bilinir. burası da birçok edebi ve felsefi figürün uğrak yeri olmuştur. dostoyevski ve nietzsche bu kafede de karşılaşmış olabilirler2.
  • le procope: 13 rue de l’ancienne comédie, 75006 paris. bu kafe 1686 yılında açılmıştır ve fransa’nın en eski kafesi olarak kabul edilir. burası da birçok tarihi kişiliğin ziyaret ettiği bir yerdir. dostoyevski ve nietzsche bu kafeyi de tercih etmiş olabilirler3.
  • café de la paix: 5 place de l’opéra, 75009 paris. bu kafe 1862 yılında açılmıştır ve hemen popüler bir turistik cazibe merkezi haline gelmiştir. opera binasına yakınlığı nedeniyle birçok ünlü kişi buraya gelmiştir. dostoyevski ve nietzsche bu kafede de görüşmüş olabilirler4.

bu kafelerden herhangi birinde buluşmuş olabilecekleri gibi, başka bir yerde de buluşmuş olabilirler. belki de bir parkta, bir müzede, bir kilisede veya bir kitapçıda karşılaşmışlardır. belki de saat sabahın erken saatleri veya akşamın geç saatleridir. belki de buluşmaları tamamen bir tesadüftür veya belki de ortak bir tanıdıkları vasıtasıyla tanışmışlardır.

bu iki yazarın hangi otellerde kalabilecekleri konusunda da bazı tahminler yapabiliriz. paris’te 1863 yılında birçok otel vardı. bunlardan bazıları şunlardır:

  • secret de paris – hotel & spa: bu otel 1889 yılında açılmıştır ve paris’in en lüks otellerinden biridir. her odası farklı bir tema ile tasarlanmıştır ve spa hizmetleri sunmaktadır. dostoyevski veya nietzsche bu otelde kalabilirlerdi.
  • hotel joke – astotel: bu otel 1890 yılında açılmıştır ve paris’in en eski otellerinden biridir. otelin adı sahibinin mizah anlayışından gelmektedir. otel modern ve konforlu odalar sunmaktadır. dostoyevski veya nietzsche bu otelde kalabilirlerdi.

ben:

nietzsche’nin dostoyevski’yi okuduğu tarih bizim kurgumuza göre oldukça geç bir dönem. yıllar sonra okuduğunda o buluştuğu adamı hatırlamış olmalı ve içinden bir şeyler geçirmiş olmalı. ne demiş olabilir, kurgula lütfen?

bing:

nietzsche dostoyevski’yi okuduğu tarih bizim kurgumuza göre oldukça geç bir dönemdir. nietzsche dostoyevski’nin romanlarını fransızca çevirilerden okumuştur. ilk olarak 1886 yılında suç ve ceza’yı okumuştur. daha sonra budala, karamazov kardeşler ve yeraltından notlar’ı da okumuştur. bu romanları okurken o adamı hatırlamış olmalı ve içinden almanca bir şeyler demiş olmalı. belki de şöyle demiştir:

  • suç ve ceza’yı okurken: “bu adam benimle paris’te buluşmuştu! o zamanlar böyle bir şaheser yazacağını kim bilebilirdi? bu raskolnikov karakteri beni kendine çekiyor. acaba ben de onun gibi bir suç işlesem, vicdan azabı çeker miydim? yoksa üstün insan olmanın gereği olarak mı görürdüm?”
  • budala’yı okurken: “bu adam benimle paris’te konuşmuştu! o zamanlar böyle bir trajedi yazacağını kim tahmin edebilirdi? bu myshkin karakteri beni rahatsız ediyor. acaba ben de onun gibi bir aptal mıyım? yoksa ahlaki değerlerin anlamsızlığını mı fark ediyorum?”
  • karamazov kardeşler’i okurken: “bu adam benimle paris’te tartışmıştı! o zamanlar böyle bir başyapıt yazacağını kim düşünebilirdi? bu ivan karakteri beni etkiliyor. acaba ben de onun gibi tanrı’nın varlığına karşı mıyım? yoksa tanrı’nın ölümünü mü ilan ediyorum?”
  • yeraltından notlar’ı okurken: “bu adam benimle paris’te sohbet etmişti! o zamanlar böyle bir psikolojik analiz yazacağını kim anlayabilirdi? bu yeraltı adamı karakteri beni yansıtıyor. acaba ben de onun gibi bir yeraltına mı sürüklendim? yoksa insan doğasının karanlık yönlerini mi ortaya çıkardım?”

ben:

bunu nietzsche’nin kendi üslubuyla yaz lütfen.

bing:

nietzsche’nin kendi üslubuyla ve almanca yazmış olsa, belki de şöyle yazardı:

  • “dieser russische schriftsteller ist ein interessanter mensch. wir haben uns in paris getroffen und in einem café geplaudert. er hat mir von seinen schwierigkeiten in russland erzählt. er wurde wegen eines attentatsversuchs zum tode verurteilt, aber im letzten moment begnadigt. dann wurde er nach sibirien verbannt. dort lebte er in einem gefängnis und in einer militäreinheit. wie haben diese erfahrungen seine seele beeinflusst?”
  • “dieser russische schriftsteller ist ein tiefer psychologe. als wir uns in paris sahen, erzählte er mir von einem neuen roman, den er geschrieben hatte. der roman heißt aufzeichnungen aus dem kellerloch und sein held ist ein mann, der sich von der gesellschaft isoliert hat und das leiden liebt. die gedanken und gefühle dieses mannes haben mich sehr beeindruckt. ıst dieser mann der schriftsteller selbst? oder will der schriftsteller diesen mann kritisieren?”
  • “dieser russische schriftsteller ist ein großer künstler. als wir uns in paris unterhielten, erzählte er mir von seiner bewunderung für die französische literatur. er liebt victor hugo, balzac und george sand sehr. er erzählte mir auch von seinen eigenen werken. er hat bücher wie arme leute, weiße nächte, aufzeichnungen aus einem totenhaus geschrieben. ıch muss diese bücher lesen. sind diese bücher vom einfluss der französischen literatur geprägt? oder sind sie ein originelles produkt der russischen literatur?”
  • “dieser russische schriftsteller ist ein gefährlicher denker. als wir uns in paris stritten, sagte er mir, dass er an die existenz gottes glaubte. aber er fügte hinzu, dass dieser glaube ihn nicht glücklich machte. er erzählte mir eine geschichte, die sich gegen die gerechtigkeit gottes auflehnte. wie kann man zu einem gott beten, der das leiden eines kindes zulässt? diese geschichte hat mich gestört. ıst dieser schriftsteller gegen gott? oder will er sich gott nähern?”

ben:

peki, buluştukları gün nietzsche birkaç espri yapmış olsaydı, ne derdi?

bing:

peki, buluştukları gün nietzsche belki de şöyle derdi dostoyevski’ye:

“siz ruslar çok acı çekiyorsunuz. ama acı çekmek sizi güçlü yapar mı? yoksa sadece mutsuz mu? benim felsefemde acı çekmek bir değerdir. ama sizin edebiyatınızda acı çekmek bir kaderdir. acaba sizin kaderiniz benim değerim olabilir mi?”

“siz ruslar çok tanrı’ya inanıyorsunuz. ama tanrı’nın varlığı sizi mutlu eder mi? yoksa sadece korkutur mu? benim felsefemde tanrı ölmüştür. ama sizin edebiyatınızda tanrı yaşamaktadır. acaba sizin yaşamınız benim ölümüm olabilir mi?”

“siz ruslar çok yazar yetiştiriyorsunuz. ama yazar olmak sizi özgür kılar mı? yoksa sadece bağımlı mı? benim felsefemde yazar olmak bir yaratıcıdır. ama sizin edebiyatınızda yazar olmak bir eleştiricidir. acaba sizin eleştiriniz benim yaratımım olabilir mi?”

“siz ruslar çok roman yazıyorsunuz. ama roman yazmak sizi gerçek kılar mı? yoksa sadece hayal mi? benim felsefemde roman yazmak bir sanattır. ama sizin edebiyatınızda roman yazmak bir psikolojidir. acaba sizin psikolojiniz benim sanatım olabilir mi?”

son sorum beni çok heyecanlandırdı ama verdiği cevapta kullandığı o kitap ismi –bunu beni tanıdığı için mi yaptı, gerçekten bilmiyorum ama- benim eserimin ismi.

ben:

dostoyeviski yaşasaydı ve bir eser daha yazsaydı, nasıl bir şey olurdu, bahseder misin?

bing:

peki, dostoyevski yaşasaydı ve bir eser daha yazsaydı, belki de şöyle olurdu:

eserin sayfa sayısı: dostoyevski’nin romanları genellikle çok uzundur. en kısa romanı yeraltından notlar 136 sayfadır. en uzun romanı karamazov kardeşler ise 796 sayfadır. ortalama olarak dostoyevski’nin romanları 400-500 sayfa civarındadır. bu yüzden yeni bir eser yazsaydı, bu sayfa aralığında olabilirdi.

eserin ismi: dostoyevski’nin romanlarının isimleri genellikle kahramanlarının adlarından veya durumlarından gelir. örneğin suç ve ceza, budala, yeraltından notlar gibi. bazı romanlarının isimleri ise rusça kelimelerden oluşur. örneğin insancıklar, beyaz geceler, karamazov kardeşler gibi. bu yüzden yeni bir eser yazsaydı, bu tarzda bir isim seçebilirdi.

eserin konusu: dostoyevski’nin romanlarının konuları genellikle insan ruhunun derinliklerine iner. suç, ceza, vicdan, ahlak, inanç, şüphe, özgürlük, bağımlılık, sevgi, nefret gibi temalar işlenir. ayrıca rus toplumunun ve tarihinin de yansımaları görülür. bu yüzden yeni bir eser yazsaydı, bu temalara ve yansımalara yer verebilirdi.

bu bilgiler ışığında yeni bir eser yazsaydı, belki de şöyle bir örnek olabilirdi:

eserin sayfa sayısı: 472

eserin ismi: çürüme

eserin konusu: bir devrimci örgütün lideri olan pavel petroviç, rusya’da çarlık rejimini devirmek için planlar yapmaktadır. ancak bir gün örgütünün içindeki bir casus tarafından ihbar edilir ve tutuklanır. hapishanede işkence gören pavel, kendini suçlu hissetmeye başlar. acaba yaptıkları doğru muydu? yoksa masum insanların kanına girmiş miydi? bu arada karısı vera petrovna da kocasının akıbetini öğrenmek için çabalamaktadır. ancak onun da başka sorunları vardır. kocasının devrimci faaliyetlerine katılmayan ve ondan uzaklaşan oğlu aleksey petroviç ile ilişkisi bozulmuştur. aleksey ise babasından nefret etmekte ve onun yüzünden hayatının mahvolduğunu düşünmektedir. bu üç karakterin hayatları çeşitli olaylarla kesişirken, rusya’da da büyük bir değişim yaşanmaktadır. 1905 devrimi patlak verir ve pavel’in örgütü de bu devrime katılır. pavel hapisten kaçmayı başarır ama karısı vera’yı kaybeder. oğlu aleksey ise devrimcilerle savaşan askerlerden biridir ve babasıyla karşı karşıya gelir. bu çatışmada pavel ölürken, aleksey de ağır yaralanır. romanın sonunda aleksey hastanede babasının cesedini görür ve ona sarılırken ağlar.

ve son bir soru daha sordum, aldığım cevap şuydu:

bu iki yazarın buluşmasını anlatan bir yazı yazacağınızı söylediniz. başlığı ne olmalı? birkaç öneride bulunabilirim. örneğin:

paris’te bir gün: nietzsche ve dostoyevski’nin kesişen hayatları

felsefe ve edebiyatın buluşması: nietzsche ve dostoyevski’nin sohbeti

nihilizmin iki yüzü: nietzsche ve dostoyevski’nin karşılaşması

tanrı, insan ve sanat üzerine: nietzsche ve dostoyevski’nin tartışması

bir alman ve bir rus’un ortak noktaları: nietzsche ve dostoyevski’nin diyalogu

varoluşçuluk, edebiyat, sanat

  • 1 dakikalık bir metin-

*omurga 2.etik 3.estetik acı aforizma ahlak akıl anlam aşk ben bilim cemiyet değişim doğa duygu edebiyat estetik etik evrim felsefe insan kitap mimesis mutluluk nietzsche psikoloji roman sanat sevgi sinema sosyoloji söyleşi sürü tekamül tin us varoluşçuluk zeka çürüme ölüm öteki özgürlük şair şiir şizofren

diri yazar

  • 2 dakikalık bir metin-

bazı can çekişme günleri vardır ki zevzek sanat dedikoduları her zamankinden zevzek görünür. bezgince bıkarsın yazmaktan da okutmaktan da sonra tekrar yazarsın, silersin, kendine saklarsın, küsersin, yeniden sever yeniden terk edersin… yazmak fırtınalı bir aşk ilişkisi gibi. hele de türkiye’de.

benim bir yazar olarak en büyük kusurum hep yaşıyor olmak oldu. ölü olsam çok daha iyi anlaşılırdım. yaşayanlarla bir tutulmak, kokusu, dokusu, bir telefon numarası olan bir ölümlü olmak beni yavanlaştırdı ve anlaşılmaya kapalı kıldı. bir mecmua köşesinde siyah beyaz bir fotoğraf olmayı yeğlerdim ki öyle sayılmak isterim. yaşayanlarla bir tutulmak gündem içi sanılmama sebep oldu. oysa bir veya iki ayağı çukurda olanlardan sayılmak, mesajımı verebilmem demek. gündemi bilmiyor olduğumun varsayılması, bu olanlar hiç olmadan benim buralardan göçmüş sayılmam gayemin, gözünü diktiğim şeyin, kavgamın ve kaygımın öteler, yukarılar olması demek. evet, burası değil kavgam. doğuş ve ölüş, oluş ve bozuluş değil. bir yazar hatıra müzesindeki cam fanusta sahipsiz bir şapka olduğumun sayılmasını istiyorum. canlılığı artan her şeyin “yazarlığı” azalıyor. 

hayatta kalma hizasında yaşayan toplumlar için sanat ve sanat kaygılılarının her şeyi ucuzca ve pespaye fakat benim bir sözüm var; titanic batarken müzik yapanlar vardı. bir yas kemanı çalanlar… işte o güzellik, güzelliğin kavramı, güzelliğin kendisi var ya, işte o olduğu için belki insanız. ölümden ve yaşamdan öte bir güzellik o. yaşamın anlamsızlığına katlanmamızı sağlayan şey değil mi sanat? o yoksa yaşasak ne ölsek ne?

yazmak, yazarlık ve yazar

  • 5 dakikalık bir metin-

ömrümde ilk kez korku hissediyorum içimde yazarken. bu tuhaf bir his. üç yıldır roman yazmıyor olduğumu fark ettim, daha doğrusu idrak ettim geçenlerde. tuhaf hissettirdi. aslında bir söz verdim kendime. artık yıllık yazacağım. roman özelinde söylüyorum bunu. yoksa çürüme hamileliğinin üzerinden uzun bir felsefe denemeleri dönemi var ama bu dönem sandığımdan uzunmuş. yani insan içindeyken fark etmiyor. okuma biçimim de felsefe ağırlıklıydı aslında. tekrar söylüyorum boş geçmedi üç yıl; şiir kitabım ve us çıktı ama benim için esas olan roman ve romancılıktaki hayallerim. bazı emellerim var. kurmaya çalıştığım bir yapı, yaratmaya çalıştığım bir ses var. buna uğraşıyorum.

ilk romanım olan –ve hiç basılmayacak olan-  itiraf’taki ifrat dereceli romantizmi ilk üç romandaki felsefi duruş ile kademeler halinde kırdım ama ötekiler’de zirveleşen şey denemeye aşırı kaymış olan roman diliydi. ha, okur sevdi, o ayrı. sonra henüz basılmamış olan tereddüt ile başlayan sadeleşmiş roman dilimi çürüme takip etti. bu iki eseri ilk üç eserimden ayrı tutuyorum çünkü yazar emre timur’un ikinci evresini teşkil ediyor. ilk üç roman –göreceli- acemilik evremi, yani gagasında bulamaç yaptığını yavrularına yediren kartal evremi, ikinci üç kitaplık evre ise kalfalığımı, yani yiyip sindirdiklerimi mememden emzirdiğim dönemimi ifade ediyor. dikkat ederseniz üçüncü kalfalık eseri yok ortada. işte şu an yazmakta olduğum şey bu; üçüncü kalfalık eserimi yazıyorum.

sohbete “korkuyorum” diye başladım iki sebepten; birincisi kendimden beklentim yükseldi, ikincisi yapı olarak zor bir türe giriştim. yani hiç yoktan başıma iş açtım. bildiğim formattan, dilden, biçemden gitsem sorun hiç yoktu ki yapmasını iyi bildiğim emniyetli bölgeydi orası ama yepyeni bir türe, biraz masalımsı bir kokuya soyundum ki mitoloji, dinler tarihi araştırmaları da ayrıca yordu. bunu romana yedirmek zor ki yeltendiğim ve korkutan şey de bu nitekim.

dil ve edebiyat felsefesi üzerine de yoğun bir düşünme evresine girdim.

bir kere romancı bir dilsizdir. şayet geveze bir şekilde konuşuyorsa okurunu salak yerine koyuyor ama daha fenası kendisine beceriksiz demiş oluyordur. eğer göstermeyi değil açıklamayı seviyorsan deneme yaz kardeşim. romancı işaret eder ve susar. yani size bir dilsiz ne anlatabilir? işte romancı ağzı bağlı bir işaret edicidir. yalnızca “bak” dediği yere bakarsınız ve öyle bir yeri işaret eder ki size bir şeyler demek istemektedir. bir de tanrısal bir tarafı var bir bakıma. şöyle ki yazar yazdığını bilir kitap boyunca ve okurun karşısında hep her şeyi bilen ve yaratan biri vardır. ondan dinlemektedir. sartre’ın dediği gibi özgürlük filan da vermez yazar okuruna bilakis özgürlüğünü alır. seçim hakkı yoktur okurun, yalnızca maruz kalır ve yapabileceği tek şey duygularını kontrol etmeye çalışmaktır ki onu bile tam yapamaz, yazar oralara da hükmetmeye çalışır. yani bakacak olursanız bir şeye çok benziyor; kadere. şöyle ki seçim illüzyonu var mı, var. yani karakterler güya bir şeyleri seçmekte özgürler ve seçiyorlar. bilmedikleri için yanılıyorlar veya isabet ediyorlar ama neticede seçiyor görünüyorlar, ya da güya kendilerini öyle sanıyorlar. yani bu seçimlerin tümünü yapan ve hatta ortaya bir seçimi koyan yazar, okurla bir güzel oynar eğer kalemi güçlüyse. şayet okuru inandıramazsa okur derhal kitabı kapatır. bu nedir? hani kaderdi? işte bu intihardır. yani yazılı seçim illüzyonundan yan çıkış, yani kendini öldürüş.

iyi romancı tereddüt eden bir karakteri işaret eder, yani elindeki dürbünü okurun eline tutuşturup bakması gereken yeri gösterir. İşte tam bu sırada okurun “bu adam tereddüt ediyor” demesi beklenir ama yazar sabırsızlık eder de bunu gösterdiği gibi bir de altyazıyla açıklamaya kalkarsa işin tüm büyüsünü bozar. Yorum yapmamaya alışan, tamamen pasif hale gelen okura kitap bir şey katmayacağı gibi yazarın lüzumsuz tanrısallık şovunu izlemek zorunda kalır; karakterler yazardan, hadiseler yazardan, seçimler yazardan ve yorum yazardan! Artık her yer vıcık vıcık yazar kokar ve okurun midesi bulanır.  

bu şuna benzer; espri yapıp, “espri yaptım” demeye.

bir de dil öyle gizemli bir şey ki ne onunla ne onsuz… aslında denir ya, her anlama bir yanlış anlamadır. çok doğru ama susarsak veya yazmazsak da o hiç anlamadır. yani yanlış anlatma pahasına da olsa anlatırız, susmayız. insanda bir niyetler, kavramlar manzumesi var ki bu silik, soluk bir şey. bunun giydiği kıyafet iç dil. iç dilin varlığını varsaymak mühim çünkü iç fısıltı olmasa düşünemeyiz. işte iç fısıltı dış dile dönüşür, cemiyetin ürettiği dilden sözcükler seçer –ki genelde kötü seçer- karşı taraf bunları duyar, kendi iç diline çevirir ve seyreder. yani yolda başına epey bir iş gelir yollanan postanın. işte belirsizliği keskin hale getirmek denen konuşma-yazma işi tamamen tahmin üzerine kurulu, varsayımsal bir iletişimdir ama elimizdeki en iyi şeydir. benim tasavvuratımı sana iletmemin tek emin yoludur ama dediğim gibi dil, yaparken bozar.  

yeni romanımı yazım sürecim yine kendi bulduğum bazı tekniklerle de dallanıp budaklanıyor ama ortaya en azından benim içime sinecek bir şeyin çıkacağını düşünüyorum. eğer kalfalık eserlerimi de böylece üçe tamamlarsam sanırım sırada üç eserlik ustalık dönemi beni bekliyor.

bu kademelenme tarafımdan belirleniyor ama şunu unutmamalı ki okurun kalbi özneldir. okur onu sever, bunu sever ve soru bile sorulamaz, itiraz edilemez. yine şu da unutulmamalıdır ki yazar kendi kitabının ilk okurudur ve bir okur olarak yazarın kanaati de özneldir.

kitap dolu günler…

(kare the lost doughter filmine ait)

üç kavrayış ve eskimek

  • 7 dakikalık bir metin-

bazı yazılarım diğerlerinden daha önemli, en azından bütünleyici. ben de bu bütünlüğü, hayatı toplu kavrayışı bu yazıdaki argümanlarım ile sağlayabileceğimi sanıyorum.

insan için üç kavrayış düzeyinden bahsedebiliriz. bunların en aşağıda bulunanı ki ilk tanıdığımız budur, duyular düzeyi. ağzın alıştığı sayı ile beş duyumuz var ve durmadan veri yağıyor. görüyoruz, duyuyoruz, hissediyoruz, işitiyoruz ve tadıyoruz. duyuların malzemesi ise tikeller. yani karşımda duran kediye doğru bakarken gördüğüm şey kedilerle ilgili bir imaj veya kedilik kavramı filan değil. bu kediyi, ismi sarman olan, siyah olan, iki yaşındaki kısırlaştırılmış dişiyi görüyorum. yani tikeli.

duyumsamadığım halde hayal edebilirim. binlerce yıldır insanların hayal ettikleri bizim ortak bilinçdışı havuzumuzda birikir ve hayal kurma, mit uydurma, rüya görme yapıtaşlarımızı oluştururlar. muhayyile deriz. yani duyularla algılamadığım halde kafamda yaratır, seyrederim.

en üstte ise kavramlar bulunur. buraya herkes erişemez. güzel bir kadını görmek ilk söylediğime girer ama güzellik kavramı ile bağ kurmaktır bu. kavramlar ne yapılır? düşünülür. tikeller görülür, imgeler hayal edilir ama kavramlar düşünülür. felsefe de bununla başlamıştır.

insanlık tarihi uzun binyıllar boyunca sadece gördü. hayal edebilmesi için çok zaman gerekti. sonra hayal etti. hayal etmek demek abartmak demek, olmayacak nesne ve canlıları melezlemek demek, mantığı ihlal etmek demek. işte duyular bilim ve teknoloji yaratmıştı, muhayyile de sanatı yarattı. ilk mağara resimlerini yaptık. sonra küçük denemelerini dünyanın muhtelif yerlerinde yaptık ama ilk gerçek kavrama antik yunan’da felsefe ile başlattık. tabii önce yarı muhayyile yarı kavram ürünler çıkıyordu ama giderek artan kavramlaşmanın zirvesi üç yüz yıl sonra aristo’da kendini açığa çıkardı.

tikellerde takılıp kalmış olan için aptal diyebilir miyiz? ne kadar derinleştiğine bağlı. tikellerin zekasına sahip olabilir. hayatı kolaylaştıran küçük hap bilgilerle, pratik çözümlerle donatılmış bir adam düşünün. her şeyi tamir edebilen, her şeyin nasıl çalıştığını bilen ve ayakları yere sapasağlam basan… bu kişi tikelcidir. hatta tikel uzmanıdır. zeki midir? kesinlikle. zekanın üç cinsinden birisine sahiptir, tikeller zekasına. akıllı mıdır? diğer iki öge, muhayyile ve kavrama yoksa değildir, sadece zekidir.

muhayyile sayesinde mitlerimiz var. sanatçıda hayal gücü olur. bu, duyulardan uzak olduğu anlamında gelmek zorunda değil ama duyuları aşmış olmak zorundadır. yani belki sıkı bir tikel hakimiyeti de vardır muhayyilesinin yanında. duyularını galebe çalan bir muhayyilesi var, diyebiliriz ama. sanatçı budur, yazar budur, şair budur. hayal kurar. hayalde çelişki olmaz. tutarsızlık da olmaz. yedi başlı bir aslan hayal edersin, olur. bu kadar basittir. saçma denmez, olur. hayal gücü yüksek, yani sadece hayal gücü yüksek olanlara aptal denir mi? denmez. bu bir zekâ türüdür. akılsız diyebilirsiniz tikel ve kavram bilmiyor diye ama aptal denmez.

kavram düzeyi çelişkileri görür. zaten çelişkiler kavram düzeyinde başlar. duyular çelişkili, hayaller çelişkili olabilir. kavram düzeyinde çelişki olmaz. o yüzden neden-sonuç sıralamasına karşı olanı, determinizme karşı olanı da anlayamaz.

mesela edebiyat ne ile yapılır? edebiyatta kavram sakıncalı. varsa bile uyuşturulmalı. çelişkileri çok iyi görmek iyi edebiyatçı kılmaz yazarı ama problem acemi edebiyatçılar için tam tersi; çelişkiyi hiç göremiyorlar. sarhoş esrimesi gibi salt saçmalamak değildir edebiyat. kavramların, tikellerin kontrolünden geçmeli bir düzeye kadar. delilik ve sanat arasında bu fark var zaten. içinden apollonculuğu çekip aldığınızda delilik kalır, sanatın.

demek ki neymiş, edebiyatçıda tikellerin bilgisi de olacak. görmüş geçirmiş olacak, yaşamış, deneyimlemiş, tecrübe ve anı biriktirmiş, yani tikelleri biriktirmiş. muhayyile ve tikellerle çok iyi edebiyat yapılır.

bilim neyle yapılı? mümkünse muhayyile zayıf olmalı. imgeyle bilim olmaz. tikeller bilinmeli ve kavram. yani çelişki görülmeli…

üç zekâ türünden bahsettik ama bön dediğimiz, toplumun çoğunu kaplayan kesimde üçünden de yoktur. herkeste ille zekâ mı olacak? eser miktarda varsa bunlardan birinden, adamın kafası buna meyilli diyoruz ama bu, bönlükten çıkarmaz kimseyi.

akıllı, deyince bir davranış modelinden bahsediyoruz zannediliyor. akıllı davranmak, akıllıca bir tutum sergilemek gibi… akıldan kastım bir bilgi işlem merkezi, bir kavrama aracı olarak ustan söz ediyorum. bu saydığım üç zekâ türü el ele verip dengeli bir bir araya geliş sergilediğinde akıl oluşur. evet, akıl kendisini oluşturan bu parçaların dengeli olmasıdır.

şu davranışı yaparsam toplum bunu nasıl karşılar? mesela bir lgbt danışma derneği kursam, bunun yankısı nasıl olur? bu soruyu soran ve düşünmeye başlayan kişi aklını kullanmaya çalışıyordur. akıl, dünyayı simüle eder. yani gerçek dünyada bir eyleme geçmeden önce onu akıl soyutunda bir deneriz, bir yoklarız, ona göre davranırız. yukarıda verdiğim örnekte gerçek bir dernek, gerçek bir toplum ve gerçek bir ülkeye başvurulmadan, dünyanın simülasyonunu kafamızda yaratırız ve denemek istediğimiz şey ne ise, orada yaratırız. neticesine bakarız, sonra gerçek hayata döner ona göre davranırız.

yani akıl bir hayat simülasyonu sağlar. gerçeğe en yakın simülasyon, en akıllı kişi demektir. ben tek bir örnek verdim ama hakikati arama işinin akılla yapıldığını düşünürsek, felsefe diye bildiğimiz ne varsa akla ihtiyaç duyar. yani üç bileşen bileşik oluşturur felsefede.

toplam demek istemiyorum elbette. duyular, muhayyile ve kavramlar toplanmaz; yan yana gelince bir bileşik oluşturur, başka bir şeye dönüşürler. işte biz buna akıl diyoruz.

günümüz bir tikel yağmuru altında. son yirmi yıl hiç durmaksızın muhayyile ve kavramda gerileme yaşandı, tikellerin de önemi arttı.

bundan yüz yıl önce bir tarlada çalıştığınızı düşünün. gördüğünüz en hızlı şey neydi? yarış arabası yok, füze yok, renkli hareketli aksiyon filmleri yok, çita yok koşan ve geyik yok kaçan. yavaş yavaş akan, ufak ufak salına bir hayat var. işte bu hayatta tikelleri ezberliyorsunuz. mektubunuz bir haftada gidiyor şehre, oradan cevap gelmesi de bir ay sürüyor. sesler durağan, hayat durağan ve her şey benzer. yeni bir şey, allah’ım yeni hiçbir şey yok. işte bu benzerlik içinde duyular sıkıyor. bak bak nereye kadar… hayal kurmaya başlıyorsunuz ve bolca da kuruyorsunuz. yani dikkatiniz duyular ve hayal arasında bölüştürülüyor.

bugün bir müziğin eskimesi bir hafta sürüyor. her şey yağmur gibi gözlerimize yağıyor. hayat çok gürültülü ve her şey aşırı yeni. herkes devamlı en son haberi okuyor, soruyor. geçen hafta olan hiçbir şey bugün değerli kalamıyor. bugün önemli, şu an önemli, şimdi önemli. işte tikellerin zaman-zemin bağı ve tikellerin çokluğu bizi yavaşça onlara mahkûm kılıyor. hayal kurmak ve kavramlarda gezinmek artık demode. bugünkü haberi duymuş olmak önemli. iki bin yıl önce tartışılmış bir kavramı tekrar değerlendirmek önemli değil.

dünya bir aptallığa değilse de ahmaklığa gidiyor. muhayyile ve kavramdan bu denli kopuş ve tikellerle bu denli meşguliyet ilk kez oldu. önce kendimizi terk ettik, sonra sevdiklerimizi. bu durmayacak. “şimdi ve burada” nın önemi arttıkça, tikel yağmuru sürdükçe, her şey anlık oldukça, eskime hızlandıkça, zamanı aşanlar ile bağımız kalmayacak. ilkelleşiyoruz bir yanımızla, gelişiyor olsa da bir yanımız.

hala ümit var. yetmişlerin müziklerini dinleyenler var, tükenmiş, tüketilmişi başköşesine koyan var, eski kitap, eski mesele, eski insanlara kafa yoran var. bu anlattıklarımı lüzumsuz bir romantiklik ile söylüyor değilim. yalnızca dünyanın geçirdiği bu süratli değişim karşısında başı dönen bir adamım. teknolojinin, bilimin gelişmesi değil negatif olan, insanın, dostluğun, hakikatin ufalanması…

yalnızca ve yalnızca kendi zaman-zemininde olanlarla ilgilenen bir canlı, nasıl olur da zaman üstü hakikati, geleceği ve eşyanın özündeki pörsümezi görebilir? ilk halimize döndük. kedi köpekten hallice milyonlarca yıl dünya üzerinde gezindik ve yalnızca gözümüzün önünde durmakta olan ile ilgilendik. ilk hayali kuranlar, bir nevi ilk şairler, ilk kahinler, ilk sanatçılar ve mit anlatıcılarıdır aslında bizi insan kılan.

“ölmemiş yazarı okumuyorum” dediğimde hiç anlaşılmamıştı. beni ister ölü sayın ister okumayın ama bu öğüdümü ciddiye alın. evet, ölmemiş yazar çiğdir. zaman filtresinden geçmemiştir bir kere. elli yıl sonra toplum ve tabiat bu yazarların yüzde doksan beşinin adını silecek. geriye okunmaya değer olanlar kalacak. şarkıcısı diri olan şarkıyı bile dinlememeli. daha dün çıkmış, hele biraz söylensin, alışılsın bakalım…taze haber de ciddiye alınmamalı. bakalım üzerinden yüz yıl geçince nasıl bakacağız o hadiseye. şimdi bakın mesela ikinci dünya harbi’ne. bu, olur. dindi, sindi, bekledi ve duruldu. artık üzerinde konuşulabilir bir kıvama geldi.

bugün bir ünlü popçunun yeni bir şarkısı çıkmış! şu haberin ışıltısına bakar mısınız? bugün ya, şimdi çıkmış! taze, taptaze! hiç tüketilmemiş ve tüm dünya ile eşzamanlı olarak aylarca dinleyeceğiz. canlı, diri, yeni, taze, gürbüz, hayat dolu ve bakir. ne zamana kadar? onu hep beraber eskitip eskimişler çöplüğüne atıncaya kadar. peki, müzik gerçekten, yani sahiden güzel mi değildi? güzel değil idiyse, nasıl dinledik onu hep birlikte?  çürümüşlüğü görüyor musunuz?

bırakın eskisin, bırakın tozlansın. tozlanmadan hiçbir şeye el sürmemeli. yenide hep bir hamlık, hem bir ekşilik, hep bir olmamışlık var. içinde bulunduğumuz günü yorumlamaya fazla alışmak, içinde bulunduğumuz çağı anlamaktan uzaklaştırır bizi. bırakalım şu yeniyi bir. yeninin o şehvet uyandıran ışıltısından kurtulalım.

herkesin unuttuğuna, unuttuğunu bile unuttuğuna, bakmayı bıraktığına bakalım.