öldürmeyen acı

  • 4 dakikalık bir metin-

öldürmeyen acı

tabiatta neyin ne kadar olduğuyla ilgili tenkit çoğu kişiye kutsala hakaret gibi gelir. yaratıcı güç abes yaratmamış, ölçüyü korumuştur. hiç değilse evrim lüzumsuzları elemiş, lüzumluyu lüzumlu miktarda bırakmıştır. o yüzden “doğal yaşamak” gibi laflar daima çekiciliğini korur. yargılanamaz mükemmeli yaşamanın ne gibi bir yanlışlığı olabilir? yoksa var mı?

bir süre için bu sorgulanamazlığı paranteze alarak acının miktarını konuşalım. aslında varlığı pek hoştur, çoğumuza kendisi hoş gelmese de. çoğumuza diyorum çünkü mazoşizm diye bir şey var. tabii mazoşizmi de paranteze alacağız bu konuşmada. peki, acının varlığı niçin hoştur? çok basit, haber verir. haberin nesi kötü? sırtına bıçak saplanmış, haberin yok. acı sayesinde kaçarsın, çekilirsin, haberin olur zarar gördüğünden. ayak serçe parmağın kapıya çarparsın, bu çarpış uzvuna hasar verebilir, mümkündür. bu zararın önüne geçmek için seni bu gibi çarpışlardan uzak tutucu bir haber ve ders gelir beyne. işe bu postacıya acı diyoruz. var mı sorun?

sorun şurada; örneğin ameliyat olurken uyuşturmak zorundadırlar çünkü şifasına inansak bile acı duymaya devam ederiz, hem de şiddetli. yani acı mekanizmamızı ikna edemeyiz ameliyatın lüzumuna. o mekanizma, bu ameliyatı lüzumsuz görür ve hatta zararlı ki bizi caydırmaya çalışır. yani mızmız çocuk gibidir o acı mekanizması, ikna edilemez.

kolun kırıldı diyelim, bir acı duyarsın. oysa bu acı lüzumsuzdur, en azından bu miktarı. acı duymayacak olsak bile zaten o kolu tekrar kullanmak isteyeceğimiz için panik halinde hastaneye giderdik. kimse kırık bir kolla yaşamak istemez. ama işbu acı yüzünden birisinin bizi götürmesi gerekir biz çığlık atarken. yani kol kırılma acısının lüzumunu kabul etsek bile miktarı çok lüzumsuz, hatta zararlıdır çünkü aşırıdır. acıdan bayılmak diye bir şey var. düşünsenize, problemi çözemiyoruz –artık zararlı şey her ne ise- acı o kadar çok ki düşüp bayılıyoruz.

acı, evet, bize faydalı korkular verir. vahşi hayvanlardan, zehirli yılanlardan filan korkarız ki bu da bizi hayatta tutar ama şu hamam böceğinden korkumuzun hangi acı kökeni olabilir? bu mekanizmaların hepsi bozuk görünüyor. ortada yanlış işleyen bir şeyler var.

bazı hastalıklarda aşırı acı çekeriz. ağrı da buna dahil şüphesiz, ikisini tek sayıyorum. oysa o acı hissi bizi gereksiz bir enerji sarfiyatına sokar. oysa kıvamlı bir acı hastalık süresini kısaltırdı. yalnızca yatmamızı hatırlatacak bir acı yeterliydi ki zaten çoğu tedavi yöntemi torba torba ağrıkesici yutturur. yani doğal vücudun israflı acısını yapay kimyasallarla çözeriz.

sonra, bu saydıklarımın hepsi tensel acılar. tinsel acılar da vardır ve belki daha çoktur. bir sevdiğin ölür acı çekersin, yalnızlık acısı çekersin, özlersin ve acı hissedersin… ya da haksızlığa uğramak sende acı yaratır, itibar kaybı, aşağılanma, yas, zarara uğrama, kazıklanma… bunlar da acı. bu acıların farkı soyut kaynaklı olmaları değil, istersek engel olabilmemiz. yani daha doğrusu bizim tarafımızdan yaratılıyor olması. bu acılar sunidir, yapaydır ve sahtedir. yoksa değil midir?

kolunu kessek, istediğin kadar meditasyon yap o acıyı zihninle durduramazsın ama sevgilin seni terk etti diye acı duymak zorunda değilsin; acının bu cinsi koşullandırılma ile yaratılmış olabilir. bir psikolog seni ikna eder, yeni bir sevgili bulursun, önceliklerin değişir vs ama neticede o acıyı yok edebilirsin. yani tensel acılar yazgı iken tinsel acılar seçim gibi görünüyor. yoksa değil mi?

çocuğunu kaybeden bir annenin içindeki acıyı susturması mümkün olmaz. en azından genelde mümkün olmaz. yoksa vardır öyle hasta anneler ama ortada bir patos yoksa her anne bundan derin bir acı duyar. patos dememdeki sebep, hiç acı çekmeme hastalığı filan da var… onlar da parantezin içinde.

yani tinsel acıların önemli bir kısmı seçim gibi görünüyor, tensel acılarınsa tedbiri seçim, kendisi değil.

işte tinseliyle tenseliyle, ortada çok ama çok fazla acı yok mu? haddinden, lüzumundan, olması gerekenden çok ama çok fazla acı… bir deprem yıkığı altında 5 gün ölümü bekleyen bir çocuğun acı çekmesine gerek var mı? o çocuk öldüğünde ve ölmeden önce ailesinin tükenen ümitsizliğiyle doğan acıya gerek var mı? tonla acı çektik bugüne kadar, hangisi salt haber verici, ders verici olarak kaldı? çoğu işkenceden başka bir şey değildi. alacak bir ders bile yoktu ortada. dünyaya bakın, uzaydan, uzaktan bakın, sadece çığlıklar duyarsınız. o kadar çok çığlık var ki. bu insanoğlu hiç çığlık atmamalıydı, niçin atıyor? niçin bağırıyoruz? niçin acı çekiyoruz ve sonu bir türlü gelmiyor?

bugünlerde tek düşündüğüm bu konu, bu acı çokluğu bana acı veriyor. bence insan, insanoğlu haddinden fazla acı çekiyor. evrimin sanıyorum bir sonraki basmağı acı azalması olacak. keşke içme sularına ağrı kesiciler karıştırabilsek. dünya çok daha yaşanır olurdu. bu acı çokluğu için züğürt tesellilerimiz de yok değil elbette; güçleniyoruz, tekâmül ediyoruz, anlıyoruz, arınıyoruz, bilgeleşiyoruz… ben tekamül edeceğim, söz, şu acıyı alın üzerimden. acı o radde ki tekâmül hızımı azaltıyor. öldürmeyen acı güçlendiriyor değil, hasta ediyor. çoğu travma bırakıyor. sakatlayan acı güçlendirmez.

ben ne ölüm ne acı istiyorum, teşekkür ederim, ben kendim güçlenirim.

heterojen tavsiyeler

  • 2 dakikalık bir metin-

hayatımın uzun bir döneminde şu hatayı yaptım: homojen yaşamak!

tabii şimdi bu ne demek, değil mi? geçenlerde bununla ilgili tafsilatlı bir yazı yazmıştım ama bana çok şey kattığına inandığım heterojen yaşamın damağımda bıraktığı tat yüzünden yine bir şeyler deme ihtiyacı hissettim.

çok yönlü çalışan, çok yönlü gelişenler için altın değerinde olacak birkaç şey diyeyim ki bunları bana biri iki yıl önce dense çok işime yarardı.

aslında şöyle, diyelim ki spor yapmayı, kitap okumayı, sinemaya gitmeyi, gezmeyi, sosyal yaşamı ve sağlıklı beslenmeyi seviyorsunuz. yani bunların her birinin lüzumu için de uzun savunularınız var. hiçbirinden vazgeçemiyorsunuz. vazgeçemediğiniz için hepsini aynı anda planlıyorsunuz ve aslında hepsi yarıda kalıyor. ne tam şu, ne tam bu…  otur da bir plan yap, desek gerçekçi bir plan yapamazsınız çünkü plan demek us demek, us demek vazgeçmek demek ama siz sadece seçiyor, asla vazgeçmiyorsunuz. oysa -bugünlerde ikide bir dediğim gibi- seçmek, vazgeçmek.

verim nedir? elektriği verirsin ampule, bir kısmı ısı olarak kaybolur, kalanı ışık olur. yani senin gayen ışıkken hepsini ışık olarak alamazsın. yani muhakkak israf olur bir kısmı. işinde, gücünde, çalışmanda israf payını en aza indirmek için ne yaparsın? homojen yaşamak, her şeyi aynı anda yapmaya çalışmak demek. hiç yeterli derinliğe erişmeden her şeyden vasat seviyede az az yaparsın ve haftanın veya ayın sonunda kendini her şeyi yaptı sanırsın. oysa ortaya harika bir çorba çıkmıştır. karışık olmuşsundur ama en önemlisi işten işe geçerken unutma payı, konsantre olma payı, alışma payı denen bir israf yüzünden verimsiz çalışmış, işin aslı vakit kaybetmişsindir.

işin en ilginç tarafı birbiri ile alakalı olmayan konular bile homojen ilerlerken konsantre payı daima verim düşürücü etki yapıyor. yani kilo vermeye çalışan biri aynı zamanda ingilizce de öğrenmeye çalışıyor olsa, nedense ikisi de performans kaybediyor. tuhaf değil mi? ben derim ki haftalık veya aylık odağınız tek olsun. operasyon süresi boyunca her şey rölantide gitsin odağınız hariç.

bir kiloyu bir gün boyunca bin kere kaldıran vücut geliştirme şampiyonu gördünüz mi siz hiç? kasları beş ayrı odağa bölüp beş günde bir odaklanmaları tesadüf mü sizce? ilkine “volume” veya “frequency” ikincisine “intensity” denir spor dilinde. yani yeterli derinliğe arada da olsa ulaşamayan, gevşek işi istediği kadar yapsın, nafile.

mesela benzer kitapları arka arkaya okuyun, dil öğreniyorsanız içiniz dışınız o dil olsun, diyet yapıyorsanız ana işiniz diyet olsun, iki tavşanı aynı anda kovalamaya çalışmayın, ikisi de kaçıyor.

tekâmül, etik, estetik

  • 3 dakikalık bir metin-

şunu itiraf etmeliyim ki felsefe çizgiler çekmektir. oysa hayatta çizgi filan yoktur. biz hayata bakar, en uygun, en şık, en var-mış gibi duracak yerden çizgiler çeker, o çizgiler sanki hayatta zaten var-mış da biz çizen değil ortaya çıkaran tarafmışız gibi övünüp dururuz. sonra da kendi çektiğimiz hayali çizgileri sağda solda anlatır, buna felsefe öğretmek deriz. çektiği çizgi hayata en çok yakışan filozofa da en iyi filozof deriz.

ben de bazı çizgiler çektim.

felsefe pek çok şekilde sınıflandırılabilir. neyine göre, olduğuna bağlı bu tasnif şüphesiz. ben mevcut sınıflandırmaları reddediyorum, kullanışlı bulmuyorum lakin kendi sınıflandırmam üzerinde de epeydir çalışıyorum. us’u okuyanlar bilir, orada beşli bir tasnif vardı:

us, estetik, etik, o, eşya

bu sınıflandırma bazı açılardan kusurlu çünkü oransız derecede geniş yer kaplayan ‘tekâmül’e koşut çok dar bir yere bakan ‘eşya’ konusu var. bir de bu sınıflandırmaların hangi ana kategorik yaklaşıma göre yapıldığı muğlak. sözgelimi ‘us’ konusu akıl gelişimi hakkında pek çok şey dese de bunlar ‘tekâmül’ün de konusuna giriyor. ‘etik’ ve ‘o’ konuları nasıl bu kadar titizce ayrılır? ‘estetik’te aşktan ve ilişkilerden söz ediyor ama bu ‘etik’ konusunun da kapsamına giriyor vs.

yazılarımı takip etmekte olan sizler de fark ettiniz bir süredir yeni bir ayrımın testlerini yapıyorum.

sil baştan şöyle bir yaklaşıma karar verdim.

süje yani özne, bakan, gören, ben olan taraf ile bakılan, nesne, obje arasında bir dikotomi var. bunu fark etmek beni heyecanlandırdı. özne-nesne kavram çifti üzerinden felsefeyi tasnif edebileceğimi fark ettim.

süje-obje ilişkileri ile ilgilenen felsefe alanına “estetik” dedim. eski sınıflandırmamda ‘eşya’ ve ‘estetik’ toplamına tekabül ediyor.

süje süje ilişkileri ile ilgilenenine “etik” dedim. içine, evvelden ‘estetik’ içinde aldığım cinsel ilişki konularını da kattım çünkü bal gibi de bunlar etiğin kavramları idi.

son olarak da -ki bunun varlığı benim için mühimdi- obje olmaktan daha süje olmak, süjeleşmek sürecine, evrime, bir çeşit pratik felsefeye yani gelişime de “tekâmül” dedim.

‘o’ ve ‘us’ başlıkları hiç ortada yok çünkü ‘us’a dair meseleler ‘tekamül’ konusuna katıldı ve ‘o’ konusu da müstakil olmaktan çıkarılıp ağırlıklı ‘o’ya dahil edilmek suretiyle diğer üç başlığa bölüştürüldü.

bunların hangi sıra ile anlatılacağı sorunu ile karşılaştım.

bildiğiniz üzere bence felsefede üç ana soru var. tümelden tikele sıralama ile:

  • 1-hakikat nedir? (tümel)
  • 2-nasıl yaşanmalı? (genel)
  • 3-şimdi ne yapmalıyım? (tikel)

(tümel’in içindeki tüm kelimesi yanıltmasın; bilindiğinin aksine, kalabalık olan şey tikeller olduğu için bu sıralama azdan çok’a yani tümevarımdır.)

bu sıralama kavramsal olsa da anlaşılırlık sırası, önce bir problem ile karşılaşılarak başlar ve bu da elbette 3’tür. “şimdi ne yapacağım?” dedikten sonra bunu felsefi ödev formuna sokarak “şimdi ne yapmalıyım?” diyerek başlarız ve oradan 2’ye, oradan da nefesimiz yerterse en son “hakikat nedir?”e varırız. yani bizim kullandığımız sıçrayış budur ki bence insanlık tarihi için de budur.

bu olduğu için,

önce gelişimi konuştuğum “tekâmül” ile başlanır ki ağırlıklı pratiktir,

sonra biraz “nasıl yaşanmalı?”ya tekabül eden “etik” konusu ile devam edilir ki teori/pratik dengelidir ve ilkine göre anlaşılması daha zordur,

en sonunda da “hakikat nedir?” ile temas halinde olan “estetik” konusuna geçilir ki teori ağırlığı en yüksek olan, en zor anlaşılır olan konu da budur.

yani,

  • 1-objenin süjeleşmesi
  • 2-süje süje ilişkisi
  • 3-süje obje ilişkisi

değil mi? önce objeyiz, hele bir süje olalım. sonra diğer süjelerle ilişki kuralım ve en sonunda da objeye bakalım.

us, veya yeni ismiyle gri kitap basılırsa bu sıralama ile konuları tartışacağım. yazılarımı da bu üç kapsamdan birisine dahil ederek okutmaya başladım şu an da.

umarım fazla karıştırmadan izah edebilmişimdir ama ne yalan söyleyeyim, tam iki yıldır beynimi kemiriyor burada kısacak tartıştığım bu mevzu.

*omurga 2.etik 3.estetik acı aforizma ahlak akıl anlam aşk ben bilim cemiyet değişim doğa duygu edebiyat estetik etik evrim felsefe insan kitap mimesis mutluluk nietzsche psikoloji roman sanat sevgi sinema sosyoloji söyleşi sürü tekamül tin us varoluşçuluk zeka çürüme ölüm öteki özgürlük şair şiir şizofren

z kuşağı ve tekâmül

  • 4 dakikalık bir metin-

hangi çağda yaşamak isterdiniz?

bu, bazıları için, bir parça kutsallık bir parça da romantiklik yükledikleri bir, eski yüzyıl seçimi oluyor. eskilerin iyi olduğuna şartlarmışlar vardır. veya hiç var olmamış olan asrısaadet, yâni mutluluk dolu bir yüzyılı özleyen… dünya târihi hep kan, ter, acı ve sömürü ile dolu oldu. bu hiç değişmedi. savaşlar ve yalanlar hiç bitmedi. hiçbir dönem de öyle masalsı filân değildi.

sokrates iki bin beş yüz yıl önce şunu dedi: “gençler bozuluyor.”

asurlular da var kıyâmetin çok yakın olduğu. hristiyanlar da 1000 yılında bekliyordu kıyâmeti çünkü dünya artık tahammül edilmez derecede bozulmuştu. biliyorsunuz, 2012 yılı da geçti kıyâmetsiz. ahlâk, töre, toplum, hayat devamlı bozuluyor mu yoksa değişiyor mu?

40 doğumlular 60 doğumluları çocuksu ve ergen buldu. 60 doğumlular 80 doğumluları çılgın, şımarık… 80 doğumlular 2000 doğumluların telefonuna kafayı taktı ve 2000 doğumlular da 2020 doğumluların robotlarla kurduğu dostluğu anlamsız bulacak belki.

yâni bu bakış yeni değil. hep oldu.

“nerede” imiş “o eski bayramlar”? “şu gençlerin hâline bak,” imiş! “hepsinin elinde bir telefon var,” imiş. eski neslin z kuşağı’na duyduğu nefret ve kıskançlığın kökeni, kaybettikleri hormonlarına ve yaşamadıkları çocukluklarına duydukları hasretten geliyor. sanki kendileri uzaya çıktı da ayaklarına gençler asıldı. zamanlarında neler olup bitti, kitaplar yazıyor işte. menderes’i onlar asmadı mı? asılırken onlar susmadı mı? gençler şunu sormalı: “siz ne halt ettiniz?” kitap bulamadılar da mı okumadılar? okusaydılar. efendim, sevdiklerini söyleyememişler; söyleseydiler. fakirlik varmış. gençlerin mi suçu bu? kahvelerde sigara dumanıyla kalan beyinlerini zehirlerken gençlerin hâllerine şaşıyorlar. sonra da maaş çekmek için genç arıyorlar yana yana. değişim kaçınılmaz. bunu böyle bilmek lâzım. gençler bozulmadı oysa değişti. eski nesil hep değişimi bozulma, çürüme, dağılma olarak algıladı. 2020’de doğan çocuklar da bu z kuşağı tarafından tuhaf bulunacak. ayrıca böyle tuhaf bir çağa onları getiren sizsiniz! evet, siz yaptınız. yapmasaydınız. bu yaklaşımın tersi de şöyle: gençler bomba gibi geliyor! ortanız yok mu sizin? ne bomba ne çürük… özet şu: gençler sadece genç işte… aradığı kimliği ile üç gün düşündüğü sivilcesi, aşkları ile bilmediği geleceği ve değişen bedeniyle genç sadece…

tercih edilecek çağa gelirsek…

ben kendi adıma, roll-on, şofben ve buzdolabı olan çağdan yana kullanırım oyumu. tercihtir elbette. aksini diyene de bir şey diyemem ama kokmayan bir çağdır tercihim.

ama şunu bilelim ki dünya ne devamlı iyileşti ne devamlı kötüleşti. zikzaklar çizdi ve her bölgedeki zikzak da farklıydı birbirinden. bazen, bazı yerlerde, daha yaşanası lokal yerler oluştu ve bu hep değişti. hiç de cennet olmadı. sıkça cehennem oldu ama.

bir hastalık gibi bağımlıyız sabitlik hayranlığına. bunu pek bilmesek de kökleri parmenides’e gider. “her şey durur,” derdi rahmetli. o pek bilinmez, platon bilinir; “idealar sabittir,” der, “tikeller kusurlu kopya”. kınarken değişmekle suçlarız birini meselâ. sapıkça da olsa hayranız sabit durana. bu, doğu toplumlarında daha ağırlıktadır nedense. tekâmül, gelişim, değişim bir nevi “dönekliktir”. beyzâdemiz “kırk yıldır sabitiz,” diye şişer, îtiraz edenler bile onu yalancılıkla suçlar. kimse demez ki “tırtıllar kelebek oldu, sen put gibi ölüsün!”. o yüzden çok antipatiğizdir evrim lafına filân. teorisini bırakın, kelimesinden tiksiniriz. o yüzdendir “devrim” kelimesinin kalbimizi sıkıştırması. gregor gibidir değişen çünkü böcek olur rahat durmayan. diğerleri “insan” kalır. “iki günü denk olan” değil miydi “ziyanda” olan? bir akış var ve sen kaya gibi direniyorsun su gibi akacağına. dünkü işlerini beğendiğin gün öldüğünü anla işte. “progressive overload” denir sporda buna. her antrenmanda bir kilo fazla kaldıracaksın. yâni demem o ki bir nehirde yıkanılmaz iki kere. hep diyorum, heraklitos, “panta rhei” demiş; yâni “her şey akar.”. necip fazıl da şöyle devam etmiş:

“her şey akar; su, insan yıldız, târih ve fikir.

oluklar çift; birinden nur akar birinden kir.”

“felsefe yavaşlamak, mümkünse durmaktır,” demiştim. şimdi de akmayı övüyorum. hangisidir erdemlisi? ikisi de aynı şey; îzah edeyim…

akan şey, koşuşturup duran bir ahâli. neyi niye yaptığını bilmeyen bir robotlar sürüsü. canhıraş bir telâş ve sıkılmış dişler ile acele ediş ve hayatta kalış… işte bu sürünün telâşına karışmak ve koşmaya başlamaktır kınadığım. sürüye göre durmaktasın koşanların bakışından. ama nehrin yanından izleyen için hayatı ıskalamaktasın. tut zamanı, yâni yavaşla. sürü koşsun, aldırma. sen bir kayaya tutun gerekirse ve hayatı seyret. onlarla yuvarlanmadığın sürece gelişmekte, evrilmekte, tekâmül etmektesin.

dinle bak, zaman sessiz bir ses çıkartıyor.

insan hakkında

  • 2 dakikalık bir metin-



çift ayaklı pembe yanaklılar ile işgale uğramış dev metropollerde yaşarken doğadan çok ayrı bir şey olduğunuzu düşünmeye başlarsınız çünkü iki şey görürsünüz: çift ayaklılar ve demirler.

kırsal insanı tavuk görür, inek sağar, koyun güder; masasında kedi uyur, her yerde köpekler vardır, dağda kurtlar… kuşları söylemiyorum, börtü böceğe hiç girmiyorum. onlar ile arasında bir bağ hisseder, arkadaş olur. onlardan birisidir çünkü kırsal insanı.

çift ayaklı şehir pembe yanaklısı ise “hazret-i insan” gibi “düşünen hayvan” gibi saçmalıkları tekrarlar durur. oysa bunlar bilkuvve ihtimallerdir, bilfiil hakîkatler değil. yâni milyarlarca çift ayaklı pembe yanaklıdan çok az şanslısı, belki yaklaşır düşünme işine, erdeme, bilgeliğe. gerisi seri üretim robotudur.

doğanın en üstünde, kategorik, hatta ontolojik bir üstünlük, hâkimiyet, güç, iktidar ile kendini hayvandan üstün gördüğünü söylemeyecek kadar kibirlidir bu pembe derili.

sonra da virüsten dayak yer.

doğa insanı ise rengiyle kokusuyla karışmıştır doğaya. böylece daha iyi anlar evreni, kendini, cemiyeti, vicdanı.

us‘ta şunu yazdım:

“balkondan baktığımızda gördüklerimiz çok farklı şeyler ama. pis kokular, acılar ve kötülük görüyoruz. en önemlisi ikiyüzlülük… ölümler, intiharlar, tecavüzler ve kan… işte insan! cenneti varlığı ile elli yılda cehenneme çeviren, yokluğunda cehennemlerin elli yılda cennet olduğu insan. doğada, doğaya zararlı tek şey… kanla, terle, gözyaşı ve emekle tabiata, cemiyete ve nihâyetinde de kendine düşman. başlayan ama bitmeyen bir düşmanlık bu… ve işte insan!”

evrim ve din

  • 9 dakikalık bir metin-

doğanın her yerinde hiç durmaksızın devam eden değişimi anlamaya çalışmış, eski filozoflar da bir şeyler demişler.

anaksimandros’tan beri denmiş bunlar.

müslüman bilginlerden de basralı el cahiz vardır, ibn miskeveyh veya ibrahim hakkı… yâni hep konuşulmuş. mesele de değişimin mekanizması ve neyin neye nasıl dönüştüğü olmuş.

hatta mevlâna, “…bitki olarak öldüm ve hayvan oldum, hayvan olarak öldüm, o zaman insan oldum…” der.

öncelikle şunu belirtelim ki kırsalda yaşayan, doğayı gören için tüm doğadaki tüm canlıların ve cansızların birbirine benzeyen tarafları ve değişim ve dönüşümleri hiç de sürpriz bir fikir değildir. kırsalı görmüş kişi bunu rahatlıkla görür ve anlar.

problem, hayatı keskin sınırların içinde, yeşil ışıktan sâniyelik hesaplarla geçen, kaldırımı belli, araç yolu belli, hayatı net sınırlara ayrılmış kentli kafadadır. kentli robotun her şeyi keskindir ve birbirine geçme, bulanma, gri bölge yoktur. “mükemmel” kelimesi ile bile hastalıklı bir ilişkisi vardır. kırsalda kusursuzluk ile temas kurulmaz pek. kentte asansör bellidir, merdiven ve pencerenin yeri ve her eylemin icrâ edildiği yerler keskince bellidir. bunların dışına çıkmak da ayıp değil, yasaktır. yâni bordür ile taşıt yolu ve yaya yolu ayrımının farkına varan kentli insan, ara form denen şeyi anlayamaz. kentli griyi bilmez. hem aracın hem yayanın gittiği yolu tahayyül bile edemez. köyde her yol biraz araç yolu, biraz kaldırım, biraz da yeşil alandır. masa hem masa hem de bir nevi sandalyedir. hem üzerinde kedi uyur masanın hem yemek yenir. iş de yapılır bazen. mutfakta da bir yatak vardır, uyunur. mekânlar da net ve soğuk kapılar ile değil, latif ve yumuşak perdeler ile ayrılır. bir mekândan çıkıp ne ara ötekine girdiğini bile anlamazsın çünkü geçer ikisi birbirine halısıyla, kokusuyla, perdesiyle, işleviyle… şehirli adamın hayatında spor ve iş kıyafetleri ayrıdır. köyde hepsi birbirine benzer. iş biraz spor içerir, spor biraz doğa gezisi içerir ve tüm sınırlar hep esnek, hep bulanık, hep geçişkendir. yâni köylü adam çok iyi anlar “ara geçiş formu” denen şeyi çünkü hayatta her şey “ara geçiş formu”dur. kentte de hiç yoktur. olmadığı için de o tam olmayan, yarım olan, mükemmel olmayandır. her şey garanti süresini bekleyen “mükemmel tasarımlar”dır.

haydi espri yapalım, kırsal yaşam barok’tur; kent yaşamı modern.

işbu geçişkenlik ile teması kopmuş kentli insan canlıların da mekanik, keskin, net farklar ile birbirinden ayrıldığını düşünür endüstri devriminden beri ki hayatında da pek canlı görüyor değildir köpeği ve kedisi hariç.

darwin -ki ibn miskeveyh’i bilmiyor da olabilir, bilmiyoruz- bu değişim ile ilgili bir mekanizma ön görmüş ve bunu da çekince ile yirmi yıl bekletip, üzerinde düşünmüştür. söyleyince de “muhammedî” olmakla suçlanmıştır.

ona göre canlılar savaşır av için ve av olmamak için. bu işi en iyi yapan üremeye hak kazanır ve güçlü genlerini gelecek nesillere aktarır. güçlü olmayı beceremeyenler üreyemez çünkü av olmuştur veya ölmüştür. bu kadar basit. bu ufak değişimler de nesilden nesle birikir ve uzun vâdede büyük değişimler yaratır.

var mı şeytanlık?

adam gençken atlamış bir dünya gezisi yapan gemiye de beş yıl boyunca perîşanca gezmiş dünyanın her yerini. her uğradığı yerde sürüngenleri, kuşları filân inceleyerek az evvel beyan ettiğim kanaate varmış.

bir adaya bakmış, kuşların gagası yandaki adada yaşayan kuşların gagasından azıcık farklı. sebebini düşününce kuşların beslendiği canlıların şekillerinde bulmuş cevabı. yâni, işte bunları toplayıp resmetmiş.

var mı şeytanlık?

bitmedi.

iki buçuk milyar yıl önceki canlı formu en ilkel form. daha yakın târihli olanlar daha kompleks. yâni ilk canlılardan en yakın târihli fosillere doğru geldikçe daha gelişkin canlılara rastlıyoruz. bunu insanın kültürel evriminde bile görüyoruz. hatta görmeye de devam ediyoruz. meselâ “virüs evrim geçirdi” gibi cümleler kuruyoruz da îtiraz etmiyoruz.

ya da tarım devriminden sonra buğdaya âdapte olan beş bin yıllık bedenimizden bahsediyoruz. yeni kan gruplarından söz ediyoruz meselâ şu an, çin’de çıkan.

işte darwin, kanaatini ortaya attığında, canlıların bu bâriz bir şekilde gözlemlenen benzerlik ve değişiyor olma durumu için bir îzah getirmeye çalışmış adamdır.

dünyanın en yobaz iki kentlisi bunu anlamadı: abd ve türkiye. (selefiler’i saymıyorum; onlar kimseye selam vermez.)

apaçık bir doğa değişimini açıklamaya çalışan bilim adamları, din aleyhinde bir şey söylemiş muâmelesi gördü. oysa değişimi yaratan yaratıcıyı övmek varken değişimin hiç olmadığı karikatür bir dünyaya sürüklediler.

aristo’nun tanrı’sını hatırlayın: hareket etmeyen hareket ettirici.

buradan anlayın işte, değişmeyen bir tek, o.

abd’de birtakım papazlar kafaları karıştırmakla meşguldü. türkiye’de ise dansçı bir mehdi bu işin misyonerliğine soyunmuştu. ve şunu iddia ediyordu:

“canlılar mükemmeldir.”

bazı cümleler vardır, slogan değeri vardır ama anlamı bir hiçtir. ne demek, mükemmeldir? mükemmel bir insan göster meselâ. şu! o mu, bel fıtığı var. şu, ha, onun da gözleri miyop. öyleyse şu! onun da zekâsı düşük. senin gibi. mükemmel dediğin şey senin kafanda canlanan bir form. doğada mükemmel, doğası gereği bulunmaz. doğada bulunmadığı için doğa çalkalanır, devinir. mükemmel zihinlere hastır.

muhteşemdir, diyebilirsin. o ayrı. ihtişam sâhibi olmak başka şey. kompleks, diyebilirsin. bu da ayrı. canlılar çok kompleks, evet.

tüm mimarlar bilir, mükemmel yapı, diye bir şey uzayda düşünülemez. meselâ harika bir bina tasarımı yapalım, diye otursak ve bir yıl boyunca üzerinde titizlikle çalışsak, ortaya çıkan şeyi götürüp dünyanın her yerine koyabilir misin? veya o tasarım her yerde mükemmel tasarım mıdır? çölde, kutupta, kayalıkta, toprakta… demem o ki bir tasarımı her santimi ile çevresine mükemmel uyum içinde mükemmeldir. penceresi doğru yere bakmalı, doğru yükseklikte olmalı, kapısı doğru yerde olmalı, hâkim rüzgâr yönü dikkate alınmalı, batı güneşi nasıl vuruyor bilinmeli… iyi tasarımcı bunları ve daha çoğunu dikkate alandır. iyi tasarlanmış bir mîmârî için de şunu ölçü kabul edebilirsiniz, bir santimetre bile yan tarafa kaydıramamalıyız. mimar, tasarımını mükemmelleştirdikten sonra, mal sâhibi gelip de “her şey harika olmuş ama bu binayı aynen bir metre sağda inşa edelim lütfen,” derse mimarın vereceği cevap şu olmalı: “bir metre sağ taraf için tekrar bir tasarım yapmalıyım, yeniden çalışmalıyım.”

bunu niçin anlattım? mükemmel canlı, diyor dansçı mehdi, milyon yıldır aynı. birincisi, milyon yıllık bir fosile kabaca dışarıdan bakarak günümüzdeki canlı ile aynı olduğu anlaşılamaz. ikincisi dünyanın koşulları, radyasyonu, sıcaklığı, avcıları-avları, iklimi, kıtaların yeri devamlı değiştiği için canlı yeterince mükemmel ise doğanın değişimine en mükemmel uyumu gösteren olmalıdır. o yüzden değişmeyene mükemmel denmez ki değişmeyen yoktur doğada. çünkü doğa değişmektedir ve değişmeyen hayatta kalamamaktadır, ölmektedir.

dünyanın zihin değişimine âdapte olamayan bağnazlar gibi.

birleşmiş milletler çevre koruma programı’nın yeni araştırmasına göre dünya 8 milyon 700 bin canlı türüne ev sâhipliği yapıyor. sadece böcekler bunun 700 binini oluşturuyor. bunlar farklı türler. ne demek? birbirine çok benzeyen iki böcek türünü ele alın. birisi azıcık açık renkli ve ortalamada %2 daha uzun ve aralarında üremedikleri için farklı böcek türü olarak isimlendiriliyor ama belki aynı cins, şube vs. altında tanımlanıyor. yâni bu hayatta olan kataloglanmış ayrı ayrı 8 milyon 700 bin canlı türüne, soyu tükenenleri de eklediğinizde sayı yüzlerce katına çıkıyor. yâni hayat açısından böyle çeşitli, canlı dolu, yaşam dolu bir gezegende yaşıyoruz. bu kadar ayrı canlı türü nasıl var? bu içinden çıkılmaz çokluğu açıklamanın üç farklı yolu var:

  • 1- doğal koşullara uyum gösterme yetenekleri sayesinde ortamlarına göre âdapte olanlar bu çokluğu oluşturuyor. pek çok sayıda değişim mekanizması fraksiyonu bulunmaktadır. darwin’den sonra yeni yaklaşımlar çıkmıştır. (genetik sürüklenme vs.)
  • 2- türleşme fikrine soğuk yaklaşan ama değişimi de hepten reddedemeyeceklerini bilecek kadar dünyayı ve bilimi tanıyan bazıları da alt değişimleri, cüz’î salınımları kabul ederken, ana formların yoktan var olduğunu söylemektedir. mutasyonun bâriz varlığı ile mücâdele edememektedir. o yüzden “ufak tefek” değişimlerin sadece var olduğunu söylerler.
  • 3- milyarlarca canlı türü, önce en basitleri, sonra daha karmaşıkları, her yirmi otuz yıla yeni bir tür denk gelecek biçimde, diğer tüm canlıların gözleri önünde, tanrısal olarak gökten çiftler hâlinde indirilmiş ve ensest, yâni kardeşler ile çiftleşerek yayılmıştır ve doğaya rağmen hiç değişmemiştir.

üçüncü seçenekteki bâriz saçmalığı görüyorsanız evrimin alternatifine doğru bakıyorsunuz demektir.

evet, her yirmi otuz yıla yeni bir canlı türü tekabül ediyor. 

evet, yaratma denen gökten indirilme hâdisesi, diğer canlıların gözleri önünde olmaktadır. meselâ gümüş sırtlı goriller, gökten karı-koca hâlinde inen, yetişkin bir ceylan çiftine doğru bakmaktadır ve “yine bir çift yaratıldı,” diye düşünmektedir. inecek olan canlı çifti tamamen sürprizdir. bazen eski yılanlara yeni bir güncelleme, bazen böcek, bazen de kuştur ama hep eski örneklerinden daha gelişkindir nedense.

soyun devamı için her yeni çiftin kendi bebekleri ille de dişi ve erkek olmak zorunda, aralarında çiftleşmek, evet, ensest ile üremek zorundadır, insan dâhil.

yukarıda tarif ettiğimiz çok benzer iki tür bile ayrı ayrı gökten inmektedir. yâni rengi azıcık açık ve boyu azıcık uzun olan bir böcek türü, sırf diğeri ile çiftleşmiyor diye müstakil biçimde ayrıca var edilmiştir. 

en tuhafı da ilk yıllar basit formlar inerken, tek hücreliler gibi, ilerleyen yıllarda balıklar, kurbağalar, sürüngenler, kuşlar, memeliler… şeklinde bir gelişmişe doğru indirilmektedir. yâni niçin yoktan var olurken gelişmişler az gelişmişten daha evvel değildir?

bunlara ek olarak, evrende big bang’ten beri bulunan mevcut madde ve enerji korunurken, big bang’in yaratıcısı, canlıların evren oluşumundan on milyar yıl sonra oluşmaya başlayacağını önceden öngörememiş midir de sonradan devamlı ek madde takviyeleri ile eklemeler yapmaktadır?

bunlar fevkalâde nâzik mevzûlar.

bütün bu tiyatroya inanan kentli inançlı, yaratıcıyı ne kadar düşürdüğünü fark etmemekte, o’nu, müdâhaleye gerek olmayan bir evren yaratamayacak seviyeye indirerek, eksik ya da yanlış yaratılmış olan evren için aktif bir düzeltici bir konumuna indirmektedir. yaratıcıyı mükemmel seviyeye çıkartana da “kâfir” gözüyle bakmaktadır. mükemmel ve değişmeyen şey canlılar ve doğa değil, yaratıcı!

mükemmel, yâni kemal, yâni tam olmadığı için, yâni eksik olduğu için devinen şey de doğa. var mı bir şeytanlık?

bu sorular uzar tabiî ama şunu belirtelim ki “gelişmiş” kelimesi kompleks anlamındadır. meselâ güya insan en kompleks canlı ama en basit canlı yâni bir virüs bile insanı dövebilmektedir. yâni demek ki kompleksleşme ve biyokimyasal uzmanlaşma şeklinde iki farklı evrim var ve birisini diğerinden daha iyi kılan bir şey bulunmuyor. yâni karasinek, hayatta kalma konusunda meselâ kendisinden çok daha kompleks bir memeli olan pandalardan daha iyi durumdadır. yâni sinekler evrimini kompleksleşme yönünde değil, biyokimyasal uzmanlaşma yönünde yapmıştır. ve kimse sineğin insandan daha aşağı bir mahlûk olduğunu söyleyemez. soylarını da tüketemez.

dünya târihinin en meşhur false dilemma’sına hoş geldiniz. ya yaratılışmış-mış ya evrimmiş-miş. dört ihtimal var:

  • 1- tanrılı, evrimli evren. (yaratımın var etmeyi, değiştirmeyi, dönüştürmeyi kapsaması.)
  • 2- tanrılı, yoktan oluşçu evren. (târih boyu gökten düşen milyarlarca canlı çifti.)
  • 3- tanrısız, evrimli evren. (natüralist paradigma, entropinin olduğu bir evrende evrimi açıklayamaz.)
  • 4- tanrısız, yoktan oluşçu evren. (atom altı düzeyde veya big bang’te olduğu gibi ânî varoluşlar.)

evrim bahsini daha detaylı okumak için sinan canan, caner taslaman ve enis doko’ya bakılmasını öneririm.