ayşe y. y. hanımefendi’den “çürüme” yorumu

  • 13 dakikalık bir metin-

emre timur’dan çürük ağacın kokuşmuş meyvesi “insanı” anlatan kıyıcı kitap “çürüme” üzerine bir analiz

öncelikle belirtmeliyim ki çürüme, emre timur’dan okuduğum üçüncü kitaptır. aynı zamanda bu, yazarın hem son hem de olgunluk dönemi kitabıdır. her kitabında yazarın kurgu dünyasına ve üslubuna daha aşina olmaya başladım.

emre timur toplumsal dengeyi/dengesizliği yine bir denge/dengesizlik kurgusu ile irdelemeyi; insanın fıtratını, yaşama amacını, hayata kattığı ve katamadığı değeri felsefî bir düzlemde anlatır. hilkat içinde insanı kavram ve olgu olarak ayrı bir yere koyar. tabiat ve hayvanattan farklı olarak düşünme kapasitesi olan insandan beklentisi fazladır ama aynı zamanda bu beklentisini karşılamayan insana kırgındır, kızgındır. diğer kitaplarında da bu his kırıklığını okuru acıta acıta anlatan timur’un çürüme kitabı tam olarak bu duygulanımı birkaç adım daha öteye taşımış, birkaç metre daha yukarı çıkarmıştır. şimdi yavaş yavaş nasıl çürüyoruz buna bakalım.

tıpkı şizofren kitabında olduğu gibi çürüme kitabında da yazar “mukaddime” bölümü ile giriş yapıyor. konunun ağırlığı, duygunun vehmi için adeta okuru bir hazırlık aşamasına tabi tutan, okurun beyin kaslarına ısınma yaptıran bu bölümde yazar bir bakıma “az sonra olacaklardan hem ben hem de tüm insanlık sorumludur” demek istiyor. henüz ilk satırlarda elimizdeki metnin derin bir kişilik tahlili, kıyıcı bir sosyolojik çıkarım, acılı bir psikolojiye sahip olduğunu anlıyoruz.

“o yüzden derim ki insanı anlamaktan başka ilim yoktur. uzaktan bakarsın tarih olur, yakından bakarsın psikoloji olur, içinden bakarsın fizik…” (s.5)

genel taslağa yani iskelete baktığımız zaman kitap inkılap yayınevinden çıkmış olup 317 sayfadır ve mukaddime bölümü hariç toplam 29 bölümden oluşmaktadır ve her bölüm başlığı aynıdır: entropi. kelimenin terim anlamına dair meraktan mütevellit yaptığım araştırmalar sonucu bunun varlığa ait bir iç dinamik olduğunu öğrendim. örneğin hastalanmak bir entropi sürecidir ve doktora gidip ilaç almak ise negatif entropi sürecidir. yanlış biçimde bir sistemin “arızalı durum” olarak adlandırılan bir durum işlevidir. toparlayacak olursak ve kitaptaki kullanımına bakarsak entropi tam olarak bir çürümedir. yani bozulma, mental olarak, ruhsal olarak, bedensel olarak olumsuz bir değişimdir. yazar, toplam 29 bölümde entropi başlığı altında toplumun farklı kesimlerindeki farklı hayatlardan bu bozulmaya dair kıyıcı örnekler sunuyor.

hemen ilk bölümden yine fark ediliyor ki diğer timur kitaplarında olduğu gibi ebeveyni tarafından bir terk edilme travması ile dünyaya gözlerini açan bir çocukla tanışıyoruz. aslında yazarın kitapları boyunca bu detaya meyletmesi tesadüfî olmasa gerek. çünkü bir başka yazarın kitabından da okuyup içselleştirdiğim bir cümle var:

“yarasız çocukluk yoktur” (psikolog gökhan çınar)

dolayısıyla timur kitaplarının kaide taşı aslında bireyin çocukluk yıllarıdır. o yıllar üzerine konuşlanan bina ya sağlam olur ya da çürük. kısacası timur’a göre çürüme ana rahmine düşüş ile hatta bedene ruhun üflenmesi ila başlar. çünkü genetik faktörleri de işe dâhil eden psikoloji bireyin ebeveyninden ayrı tutulamayacağını kanıtlamıştır.

daha ilk satırlarda dünyadaki yalnızlığını dile getiren yazarın “hamileyim deyince babam terk etmiş annemi. doğmuş bulundum. (s.11)” ifadesi bile bir çocuğun henüz anne rahmindeyken yaşadığı travmayı kanıtlıyor. ilerleyen bölümlerde geçen “şuralarda buralarda yanlışlıkla büyüdüm. büyümüş bulundum (s.38)” ifadesi de yine bireyin kaderinden azade bir şekilde dahil olduğu toplumsal travmayı kanıtlar niteliktedir.

birinci ve ikinci bölümlerde dikkatimi çeken başka bir husus ise timur’un diğer kitaplarından da aşina olduğum ana karakterin ailesini terk etme girişimidir. varoluşun bir nevi terk etmeyle başladığına inanan yazarın bu meylini felsefe tarihine baktığımız zaman da görebiliriz çünkü tarih boyunca tüm düşünürler maddi âleme dair ne varsa terk ederek bir yolculuğa çıkmaktadır. arayış bir anlamda terk edişle başlamaktadır.

karakter yaratımı:

karakter tercihi timur’da genellikle bezgin, karamsar, psikotik, yaralı, meczup, yalnız, çekingen, ürkek, korkmuş, tecrit edilmiş, özgüvensiz vb. tiplerdir. hayatın kaotik ve yaralayıcı tarafı göz önüne alınırsa bu tercihin ne kadar haklı bir duruş olduğu görülür. kurguya en uygun tiplemeler bunlardır. çürüme kitabında bu kasvetli havayı dağıtıp okura daha ılımlı daha mizahî bir anlatım sunmak adına komik bir karakteri (masum) eklemiş olsa da genel olarak çürüme’nin karakterleri yaralı insanlardır (öncü, kader, amir, masum, çocuklar, eş)

kitaplarında ana karaktere net bir isim vermeyi tercih etmeyen yazarın amacı kemik bir prototip yaratmaktan uzak kalmak istemesidir. çünkü romanları tüm toplumu ilgilendirdiği için yazar benî âdem yani tüm insanlık adına konuşmak ister. bu sebeple çürüme kitabında da ana karakterin ismi yoktur, biz onu örgüt içindeki takma ismi olan öncü ile biliyoruz.

ana karakterin en yakın arkadaşı hatta kendi deyimi ile kan kardeşim dediği kader ise bir transseksüeldir. küçük yaşlarda üvey babası tarafından taciz edildiği ve toplumun da ona başka türlü bir yaşam şansı tanımadığı kader de yine yaralı bir karakterdir.

örgütün başı amir ise her ne kadar toplum yararına illegal işler yapan, tabiri caiz ise modern bir robin hood olsa da içindeki enaniyet oldukça yüksek biridir. çünkü kendisine abi diyerek hitap edildiğinde kızmakta ve “ abi ne lan, amirim diyeceksin” demektedir. burada bile yani toplum yararına kurulmuş bir illegal cemiyette bile aslında yine toplumsal bir hiyerarşi vardır.

kitap almak için erkeklerle birlikte olan fahişe karakteri (daha sonra ismini vasîfe olarak öğreniyoruz) annesi tarafından çok dövülen, babası alkolik bir genç kızdır. o kadar çok korkutulmuştur ki acısını birine anlatmaktan bile imtina etmekte ve tüm derdini tuvalete anlatmaktadır.

öncü’nün arkadaşı ve örgütün diğer üyesi masum karakteri saf, söyleneni anlamayan/ yanlış anlayan (kadim halk edebiyatındaki karagöz ‘e benzettim), cahil, egoları ile hareket eden, komik bir tiplemedir. öncü’nün frenlemeleri ile yol almakta ama yine de yeri geldiğinde bildiğinden şaşmamaktadır. aslında bu minvalde bakınca masum iptidai insanı örneklemektedir. bilgisizliği biraz da saflığından gelmektedir. büyük hayalleri yoktur bu sebeple bir çöp konteynerinde yaşamak ona sarayda yaşamak kadar huzur vermektedir.

karakterlerin eminsizliği için psikoloji ne diyor?

tüm timur kitaplarında olduğu gibi çürüme’de de karakterler düşünceleri ve davranışlarından emin değiller. uzun zaman aralıkları bir yana an içinde bile fikriyatları boyut ve düzlem değiştiriyor. bu kendinden emin olamama durumunu psikoloji yine çocukluk travmalarına bağlar. küçük yaşlarda korkutulmuş, bastırılmış çocuklar yetişkin olduğu zamanlarda bu travmayı kendinden emin olamama, kendini ifade etmede güçlük ve sürekli bir endişe hali ile açıklar. kitapta bunu kanıtlayan yüzlerce ifade vardır:

“gençlik yıllarımızda yapardık böyle şeyler. yo, yapmazdık.” (s.24)

“kararmakta olan veya aydınlanmakta olan bir oda…”(s.25)

“hafiften altımı ıslattım ya da öyle sandım.” (s.45)

kitapta örgüt adına çalışan doktor dahi öncü’ye tedavi uygularken, yaşadığı şeylerin bir halüsinasyon olduğunu, aslında kimseyi öldürmediğini, küçük yaşta annesini ve kardeşine yangına kurban verdiği için ölen herkesten kendisini sorumlu tuttuğunu söylemektedir. bir bakıma kitapta doktor karakteri ile aslında psikoloji bilimi konuşmaktadır. hatta öncü dertlerinden kurtulmak için madde kullanınca yine doktor sert uyarılar yapar ve bu yolla sıkıntılarının üstesinden gelemeyeceğini söylemektedir. peki bu kadar sıkışmış bir birey nasıl feraha çıkacaktır. bir yanda geçmiş yaşantılar, bir yanda toplum içinde kendin gibi olamamak, bir yanda bilimin mantıklı açıklamaları varken birey ışığa nasıl kavuşacaktır? bilmiyoruz, çünkü yazar da zaten bu bilmeyişi yazıyor bir bakıma. yazar da biliyor ki evren kurulalı beri “kötülük” ile mayalanmış insan çamuru topyekûn ıslah edilmediği sürece tek tek insanı tedavi etmek mümkün değildir. zira bu iş bataklığı kurutmak yerine sinek avlamaya benzer. sanırım burada da bilimin yaratılış karşısındaki çaresizliği devreye giriyor.

mekân seçimi ve diğer kitaplarla benzerlikler:

emre timur yarattığı kurguya uygun olarak daima kasvetli, rutubetli, toplumun belli kesiminin (elit tabaka, sosyo-ekonomik düzeyi yüksek kesim)  uzak durduğu, yıkık dökük, hastalık fışkıran, kokuşmuş, ötelenmiş mekânları tasvir ve tercih eder. hatta tesadüf olduğunu düşündürmeyecek bir şekilde dinlenilen müzik arabesk ve tercih edilen sanatçı da müslüm baba’dır. kurgu ve işleyiş penceresinden bakıldığı zaman birbirine puzzle parçaları gibi uyan bu kurgu-mekân ilişkisi eleştirilemez. buhranlı mıdır, evet. okuru kasvete sürükler mi, evet. ama zaten yazar da kimseye gül bahçesi vadetmiyor aksine “huzurunuzu kaçırmaya geldim” diyor. kaldı ki yazarın misyonu zaten dünyada uykuda olduğunu bilen insanın daha derin bir uykuya yatmış vicdanını çivili bir yatağa mecbur uyandırmaya çalışmak. yazarın tüm metinlerde dil seçiminde bu yüzden “siyah-beyaz, vıcık vıcık, kusmak, intihar, nefret vb.” ifadeler çokça geçer. yazar “duyun artık, görün artık, bir durun artık! bakın böyle hayatlar da var, hani birimiz hepimiz için hepimiz birimiz içindik, hani neredesiniz?” diye bas bas bağırmaktadır. bunu yaparken elbette dâhil olduğu egzistansiyalizm felsefesi gereği bazı derin anlamlı kelimeler hatta farmakolojik ifadeler kullanmıştır. bu yoldan bakılınca vasat okur için ağır, ağdalı bir kitap dili ortaya çıkıyor. kaldı ki yazar yine de bu algıyı kırmak için oldukça samimi davranmış lakin yine de timur kitaplarını okumak ve anlamak için bir kuple de olsa felsefe biliyor olmak lazım. çünkü timur, felsefeden yararlanır evet ama bunu fikir üretmekten ziyade fayda sağlamak için yapar.

yine bu kitap da diğerlerinde olduğu gibi dikkati çeken bir inanç sistemi mevcuttur. karakter intihar edip bu çürümüşlüğe son vermek ister (çünkü çürümeyi ancak ölüm durdurur, çünkü insan yaşadığı sürece çürür ve çürütür) fakat bir yanıyla allah’a çok inanır. cennet cehennem kavramlarına inanır:

“sen beni dinsiz bir adam sandın değil mi? (s.257)” ifadesi de bu inancın kanıtıdır. yeri geldiğinde “hiç âdetim olmadığı halde camiye gittim” şeklinde sert ifadelere rastlasak da bu yöneliş ile aslında toplumun kuru softalarını eleştiemektedir ki bu yönüyle de timur kitaplarında sızıntı halindeki o sosyal ve dinî hicvi çok seviyorum. öyle ya “hani komşumuz açken biz tok yatmayacaktık?”

din konusuyla oldukça sıkı bir gönül bağı olan yazar tüm kitaplarında bunu sezdirir. palyaçonun listesi’nde de ana karakterin yolu bir derviş ile kesişiyordu, çürüme kitabında da öncü’nün yolu bir şeyh ile kesişiyor. şeyhin kendisine söylediği “ölmeden ölemiyorsan, ölünce ölmeyeceklerden ol. (s.152)” ifadesine bakınca yazarın “topluma faydası olan kişi ölse de ölmez” inancı ve islamiyet’teki “amel defteri açık kalan kul” tanımlaması ile ne kadar da benzer ve örtüşük değil mi?

yine her kitabında kur’an’dan sureler ya da sahabe hayatından anekdotlar ile metni zenginleştiren yazar çürüme kitabında da öncü’yü, birinin adı hachiko olan sekiz köpekle arkadaş ettirerek ve ilerleyen bölümlerde bunu ashab-ı kehf’e dayandırarak ne kadar güzel bir telmih sanatı sunuyor okura. hatta bu bölümlerde isminden memnun olmayan hachiko’nun serzenişleri ile yine harika bir mizah yakalıyor. insandaki kibir, hırs, temayül, nefret, tutku vb. duyguların çürümeyi hızlandırdığı ve bunlar hayvanlarda olmadığı için kurulan bu insan-hayvan dostluğunun insana ne kadar iyi geldiğini vurgulayan yazar aynı zamanda kehf mağarasındaki uyuma ve uyanışa da atıfta bulunuyor. tüm bu islamî detaylar metni benim gözümde diri ve sağlam tutuyor.

dil ve üslup tercihi:

kısa cümle kuruluşları ile rahat bir okuma süreci sağlıyor çürüme. konusu ve kurgusu gereği zaten ağır olduğu için sade bir anlatım tercihi çok isabetli olmuş. yer yer birkaç eski türkçe kelime olsa dahi (beni zorlamadı) bunlar manası anlaşılmayacak kelimeler değildi.

yazarın tarzı devrik cümle üzerine kurulu. bu artık onun imzası olmuş. bu sebeple çok fazla devrik cümle kullanımı kişisel bir eleştirim olsa da kitabın bütününe bir zararı olmadığı için genel okur kitlesi tarafından hoş karşılanabilir.

ana karakter de yan karakterler de avam (sosyo-ekonomik ve kültürel düzeyi düşük) tabaka mensup olduğu için kaba bir dille konuşturulmuş. yer yer sokak jargonu yer yer küfür tercih edilmiş. ancak bu ifadeler metnin iskeletine uygunluk açısından bence gereklidir. kaldı ki popüler edebiyatın yoz dilinin yanından timur’un ifadeleri devede kulak gibi kalır ve çok su kaldırır. okuru tiksindirmeyen, oldukça tadında ifadelerdir. hem zaten ana karakter sonradan kitap okumaya başlayınca dili daha olgun bir hal alıyor ve cümleleri daha felsefî bir boyuta taşınıyor. aslında yazar bu geçişle bile “okuyun işte, ancak okuyarak değişir ve gelişiriz” diye subliminal bir mesaj da veriyor.

metaforlar:

sinek:

ana karakter öncü farklı zaman ve mekânlarda sürekli cama çarpıp duran bir sineği gözlemler. sinek canhıraş şekilde cama kafasını vurmaktadır. benzer şekilde öncü de kriz anları gelince kafasını duvara vurmakta ve ancak o şekilde sakinleşmektedir. sinek de defalarca kafasını cama vurduktan sonra açık kalan pencere boşluğunu keşfeder ve özgürlüğe uçar. baktığımız zaman bu metafor ile yani kafa vurmak ifadesi ile aslında yazar “zihnin doğruya ulaşması için biraz zorlanması lazım, açıklığı görmek için zihni çalkalamak lazım, bu da ancak aynı şeyi defalarca deneyerek olur” demek istemiş olabilir.

kitapsever fahişe:

erkeklerle kitap karşılığında birlikte olan fahişe metaforu ise ne yazık ki hem ülke hem de dünya genelinde kadına biçilen değeri sembolize ediyor. ereklerine ulaşmak için, yaşamını idame ettirmek için kadının kendi bedeni ile yaptığı fedakârlık, mücadele ne yazık ki kitapta da en çıplak haliyle anlatılıyor. sevgi dilini bedensel fedakârlıkla öğrenen kadın algısı değişsin diye yazar âdeta bunu fahişelik kavramı ile ilişkilendiriyor.

çürüme:

kitabın tüm yapısına egemen olan ana metafor diyeceğimiz çürüme, yazara göre ruh olarak yaratılmamızla başlıyor aslında. bu nokta da yazarın ilahî kudrete isyan ettiği anlaşılmasın. açacak olursak yazar aslında insanın varlık olarak doğuştan kötü olabileceği bir fıtrata sahip olduğunu ancak doğru yönlendirme, vicdan ve ahlak eğitimi, rol anne-baba olmakla sağaltılabileceğine dikkat çekiyor. hali hazırda dünyanın kendisi de çürüme üzerine kurulu. bu şekilde yani birine temas ederek, bakışarak, konuşarak hatta düşünerek zaten her saniye çürüyoruz; yazar da bunun farkında. amaç ne peki? amaç bu çürümeyi doğru akışa yönlendirme. nasıl ki tarih boyunca çürüyen fikirler, mekânlar, canlılar yeni bir varlığa dönüştüyse en azından biz de çürümemizi yine bir fayda neticesine yönlendirelim demek istiyor. yıkık bir binayı restore etmek gibi düşünebiliriz bunu. ya da fosil olmuş, petrol olmuş canlı bedenleri gibi düşünebiliriz. sevgili timur aslında “madem çürüyoruz akıllıca çürüyelim!” demek istiyor. zira tanrı insanı yaratmak istediği vakit melekler “yeryüzünde bir halife mi yaratacaksın?” deyip endişe etmekte haklılarmış demeyelim. allah’ı kulundan mahcup etmeyelim. timur’a kulak verelim ve onun “hepimiz taşın altına elimizi koyalım” diye sayfalar dolusu sunduğu davete icabet edelim.

dürbün ve ayna:

şizofren kitabında ana karakter sürekli aynalarla konuşurdu, onlardan akıl alırdı. o tahlilimde de bahsetmiştim. ayna tasavvuf inancında da bireyin kendisiyle yüzleşmesini sembolize eder. çürüme kitabında da ayna metaforu var ve bu defa yanına bir de dürbün metaforu eklenmiş. çünkü kitapları boyunca “acaba toplumun ve insanın bu durumunda suçlu ben miyim?” diyerek kendini yiyip bitiren roman karakterleri bu defa gözünü uzaklara dikip “ acaba benden bir tane daha var mı, acaba bu durumda olan kaç kişi var” demeye başlamış. farkındalık ben’den başlayıp diğer insanlara doğru dalga dalga genişlemeye başlamış.

şeyh:

yukarıda da bahsettiğim gibi islamî duyuşa önceki kitaplarında da sık sık yer veren timur, çürüme’de de kahramanın yolunu bir şeyh ile kesiştiriyor. çünkü insan dertlerinen mantığı ve bilim ile çözüm bulamadığı noktada ilahi bir güce sarılır. bilim bile artık inancın gücünü ve frekansını kabul etti. dolayısıyla emre timur her ne kadar kitaplarında felsefe ve bilimden çok yararlansa da yanına hemen dinî ögeleri kondurarak sağlam bir roman iskeleti kuruyor.

konu:

neden en son konuya değindim? kitap analizlerinde önceliğim hep kurgu ve işleyiştir. neticede her yazar bir şekilde anlatacak bir şeyler bulur. benim arayışım nasıl anlattığı yönünde. çürüme’nin konusu yozlaşmış ve gittikçe dibe batan toplumda hırsızı, yolsuzu, katili, ahlaksızı yeterince cezalandırmayan adalet sistemine karşı kurulmuş illegal bir örgütün kendi adalet sistemini oluşturması ve üyeleri vasıtasıyla bunların hak ettiği ölüm cezasını kesmek. öncü de bu örgüte üye olarak önce gözünü kırpmadan ceza kesmeye başlar. ancak sonraları kötülüğün derecesini ve çıkış noktasını hesaba kattıkça öldürme eyleminin gerekliliğini sorgular ve neticede kolaylıkla insan öldüremez. zira öldürebilse zaten kendini öldürecektir. çünkü kendisi de evini çocuklarını terk ederek yeterince kötülük yapmış ve yeterince çürümüştür. sistemin parçası olmamaya gayret ettikçe o çamura bulanmıştır ve en nihayetinde tamamen çürüyerek kan kardeşini, arkadaşını öldürür.

yazar yine de insanlığa bir umut ışığı yakıyor ve aslında niyete bakıldığı zaman kötülüğün tartışılabilirliğine değiniyor. günün sonunda her bireyin de yine kendi hatasından, çürümesinden mesul olduğuna değiniyor. sistemin bir parçası olsak dahi bireysel sorumluluk yadsınamaz diyor. kitabın 29. bölümde son bulması tesadüf olmasa gerek. çünkü 29 asal sayıdır ve kendisinden başkasına bölünmez. tıpkı insanın da bile isteye, kendi iradesi ile yaptığı kötülüğün bedelini kendisinden başkasına yükleyemeyeceği gibi.

ayşe yazıcı yavuz

trabzon, eylül 2023

demokrasi eleştirim

  • 3 dakikalık bir metin-

demokrasi doğası itibariyle ortalamanın yönetmesi ve böylece çoğunluğun itiraz hakkını en aza indirmek için -şimdilik- uydurulmuş bir sistem. iki bin beş yüz yıl önce platon yerden yere vurmuştur kendisini; okuyun.

bir grup arkadaş akşam ne yapacağına karar verirken demokrasiyi kullanmaz mesela. herkes kapalı odalarda bir fikre mühür basmaz, bu mühürler sayılmaz. genel bir istişare olur, bazıları grupta daha isteklidir, bazılarıysa çekingen, uyumlu, çekimser. bazılarının aklına iyi fikirler gelir, bunu grupla paylaşır ve olur. yani o sayım cinsli demokrasi hiç kullanışlı bir şey değildir aslında.

on çocuklu bir aile oylama ile akşam yemeği seçse her akşam şekerleme yemekten zehirlenirdi; evet, demokrasi kendi kendisini zehirler çünkü çoğunluk kendisi için en iyi olanı bilemez. zaten o yüzden çobana ihtiyaç duyar.

gurur duyduğumuz liderlerin hiçbirisi seçimle gelmiş değil. unutmayın, alparslan’ı, fatih’i, atatürk’ü halk seçmedi. halk hitler’i seçer mesela. halk bilmez ki.

halkımız nasıl? dünyayı yöneten aileler, marmara’da con madeni, lozan’ın gizli maddeleri, evlilik programı, kitap siftahı olmadan geçen ömürler… halk bu. seni, beni, bizi yöneten budur.

oy veren yığınların cahil kalması birilerinin işine gelir ayrıca. cahil halk fanatik olur, radikalleşmeye, ölmeye, kavgaya, bağırmaya hevesli olur. ve tabii itaatkar olur.

cahil olamayan bir toplumda “sana katılmıyorum” gibi lafları duyabilirsiniz mesela ama bizim memleket için bu bir rüyadır; bizde “hain” olur, “namussuz” olur, “satılmış” olur.

güçlü yasalarca denetlenen bir demokrasi iyi olurdu pekâlâ ama biz “kuş uçsun mu?” diye dönüp halka sorduğumuz için o yasalara da sahip değiliz maalesef. halka arada sormalı, her şeyi sormamalı ve de halkın tamamına sormamalı.

normal dağılım eğrisi nedir? çoğunluk, adı üstünde vasat, tanımı itibariyle cahil olmak zorunda. cahil de kendisi için bile en iyi olanı bilemez. gördüğü zararın kimden geldiğini, nereden geldiğini ve ne yapacağını bilemez; bilse zaten adı cahil olmaz. zararı hesap edemediği için kime, nasıl, hangi saiklerle rey vereceğini de bilmez.

seçimle yönetilen ülkelerde lider değişince ülke değişmez çünkü yöneten cephe zaten yığınlardır. yönetici sarayda veya mecliste değil, sokakta, dolmuşta, hastanede, okuldadır. genele bakın, yönetici odur işte.

o yüzden yönetici değişince değil halk aydınlanınca değişir memleket. halkın aydınlanması da son derece yavaş, hantal, ağır, arkadandır.

pazartesi günü sonuç ne olursa olsun, eser miktarda kıpraşmalar hariç, bahar veya matem havasına bürünmek boşuna. asla heyecan veya panik hissetmeyin. cahil halkın doğal ve yavaş evrimi neyse o devam ediyor olacak ki öyle de oluyor. bakın, halk yavaşça evrim geçiriyor. yönetici burada neden değil sonuçtur. halkın kokusu yöneticiden çıkar.

ayrıca ideolojiler de pakettir, ambalajdır ve hepsi iktidardayken aynıdır. on yıl bekleyen her ekip çürür, kokar. arada havalandırmalı, tazelemeli.

oy verici eliti kitap okuyandan, dünyayı bilenden, beyinliden, eğitimliden seç, işte o zaman gör olacakları. seçim o zaman seçimdir ve değiştiricidir. yani nefes alan her iki bacaklının eşit haklara sahip olduğu bir dünyada her şey rüzgara ve şansa göre değişir.

nietzsche’nin dediği gibi, insanların içinde olmak hayvanların içinde olmaktan tehlikelidir.

bulantı, teslim, işgal ve yabancılaşma döngüsü

  • 5 dakikalık bir metin-

bulantı, teslim, işgal ve yabancılaşma döngüsü

yanmış ve uyanmışlar hariç bu metin kimseye bir şey anlatmaz ki bu da bu metnin önemli bir kalabalık için tamamen anlamsız olması demek.

yanmış ve uyanmış olmak bir çeşit yazgı. seçmezsin, seni bulur. bulduğunda da “uyanmış” gibi değil, daha ziyade “yanmış” diye tanımlarsın kendini. uyanma eylemi bir aydınlanma çağrıştırdığı için ve her aydınlanma bir hamilelik dönemi varsaydığı için gecikmeli gelir ki ötekileşmenin başlangıcı genelde on yaştır, yirmi yaşında da tamamlanır. bu tabii kadınlar için, erkeğin durumu daha vahim çünkü akıl gelişimi zekâ gelişiminin gerisinden geldiği için şaşkın ördek olma hali otuzu bulabilir.

öteki-sürü kavram çifti ile izah ettim bunu hep, yaklaşık aynı şeyden söz ediyorum.

yanmış/uyanmış -ya da diğer deyişle öteki- tuhaflığı ilk fark ettiğinde normal taklidi yapar ve bu onda yerleşir. taklit olan normallik ile doğal normallik fark edilir. dışarıdan bakınca bir gariplik olduğu bellidir ama bunu en çok öteki’nin kendisi hisseder. bilmediği bir dili konuşuyorlardır, bilmediği duygulardan bahsediyorlardır, aittirler, sahiptirler ve adeta tek parçadırlar ve öteki onları şaşkınca izlemektedir. hiç kimsenin anlamayacağı bir acı duyumsamaya başlar. bu bir bakıma yaklaşan öteki’liğin şiddetiyle beraber ergenlik sorularındandır. anlam sorusu fazla erkene alındığı için ve bu soru her zaman can yaktığı için öteki, ergenlik ilerledikçe ıstırap çekmeye başlar.

aslında bu durum anlam aşırılığı ile anlam hiçliği döngüleri şeklinde olur ki anakronik bir biçimde aynı şeydir. anlam aşırılaştıkça kendisini zehirler (anlam zehirlenmesi) ve içine çöker ki bu da nihilizmdir, yani anlamsızlık. anlamın bu aşırı yer değiştirme hamleleri öteki’yi fena halde yorar. birden tüm gücüyle var olan renk ve fırtına cümbüşü çıkıverir ve birden temeli kayıp yok olmuş bir grileşme ve hissizleşme intihar hissi uyandırır.

öteki için en zor dönem yirmi yaş öncesi dönemdir çünkü problem, karşısında en bariz bir biçimde çıkmıştır artık. en fenası da herhangi bir silahlanma yoktur henüz ortada. bunun en temel sebebi de sağlam bir referans, güçlü bir dayanağın olmamasıdır. bu dönemde güçlü bir fırlatış ile kendisini dinin içine atabilen öteki çıldırmaktan kurtulabilir. din elbette sadece tanrısal değildir; milli duygular, ideolojiler, çeşitli fanatizmler de bir çeşit dindir çünkü anlam illüzyonu yaratır ve yaralıyı yatıştırır.

öteki’nin ötekiliği ailesi, arkadaşları, kendisi ve hatta lalettayin yabancılarca anlaşılmaya başlar. bu da öteki’nin gerginliğini arttırır.

anlam döngülerinden bahsettik, bir döngüsü daha vardır öteki’nin;

yalnızdır, çok yalnızdır. bu bir bulantı hissidir. acı çeker, bir el arar, bir kol arar. önce bulamaz ve bulamadıkça acısı katlanır, yalnızlığı da. sonra birilerine sığınır, teslim olur ve bu sırada normal taklidi şiddetlenmiş, iyice kimlik kaybı yaşamıştır. kendiliği minicikleşir ve şişmanlayan kimliği yüzünden kişiliği ezilir de ezilir. bu teslim oluş, zamanla bir sürü işgaline dönüşür. öteki artık algılanmanın tiksindirici nesneleşmesini, sömürülmeyi, rol yapmayı son raddesine kadar yaşar ve bu da yalnızlık ve bulantı acısının öteki ucundaki acıdır, yani yabancılaşma acısı. artık öteki herkese her şeye yabancı hissetmektedir, en önemlisi kendine. bu sırada kendisini kaybettiği hissine kapılır çünkü bulamaz. neticede bu işgal arttıkça ait ve sahip olmaktan boğulur ve hasret içinde kaldığı yalnızlığına fırlatır kendini. bir süre yalnızlığın -o eşsiz- tadını çıkarır ve döngü başa döner çünkü bulantı hissetmeye yeniden başlar.

bu bulantı-yabancılaşma döngüsünde iki acı ucu odaklanma kaybı, heves kaybı, uyku kaybı, tuvalet kaybı ve neşe kaybıyla sonuçlanır. belirtileri bunlardır. doktora gitse hatta bipolar teşhisi bile alır ama hiçbir doktor maalesef ona “sen bir öteki’sin” demez.

bu nöbetler ve anlam krizlerindeki kişiye gidip efenim spor yap, sağlıklı beslen filan demek komik olsa da maalesef tek seçenek; spor yapacak kadar eylem kabiliyetinde olunsa zaten ortada bir sorun yok demektir. içinde biraz, bidonun dibinde birkaç damlacık hamle yeteneği kalmış olan öteki, kendisini zorla, evet, zorla bir şeylere fırlatması bazen iyidir. hiç değilse nöbet geçene kadar ki döngüleri birkaç ay veya haftaya yayılabilir.

çok fazla düşünmek ve anlam aramak gibi bir problemin insanlık tarihinde hep üç çözümü oldu. birincisi hayattan çıkmak, filmi bitirmek ki bir çözüm değildir elbette. ikincisi uyuşmak, sarhoşluğun çeşitli cinslerine gömülmek ki bu bazen bir alkolik olmak, işkolik olmak, derskolik olmak, aile kurmak, siyasi parti kurmak olabilir; üçüncüsü de sorunun üzerine gidip tüm felsefe kitaplarını yemek ve anlam denen meret ne ise peşine düşmek, ümüğünü sıkmak, onunla dövüşmek, mümkünse yenmek.

yendim; ben üçüncü yolu seçtim.

çıldırtıcı, kanırtıcı, boğucu, nöbetli, tekinsiz, krizli yıllar ve yıllar… birden dolan, birden boşalan anlamlar ve anlamsızlıklar… sanat mı? evet, o iyi ki var. sanat, anlamsızlık krizlerimiz için en güçlü reçete bana göre. tüm anlam boşluklarını sesin, görüntünün, tadın estetiği ile dolduruyor da dolduruyor. yanış, uyanış belasına müptela kişiye teselli olarak zaten yanında muhakkak sanat yeteneği de veriliyor. 

sonra yıllar geçiyor… yol giderek kolaylaşıyor, bu doğru ama bu kolaylaşma göreceli bir kolaylaşma. yani yirmili yaşlar otuza yaklaştıkça sorun yavaş yavaş netleşiyor. kırk geldikçe hafif bir bilgelik ve enerjinin devamlılığı sayesinde en üretken çağ başlamış oluyor. elli ile beraber düşen enerji ve netleşen anlam tablosu artık öteki’nin en iyi zamanları belki de…

ben kendi anlamımı anlatabilirim ama bu benim anlamım olduğundan başkası için anlamsız olabilir; bence tek ödevimiz kendilik. bundan öte ödev bilmiyorum. buna gözümü diktim ve bunun kurduğu anlam alt ödevler yarattı ve beni tatmin etti ki en büyük arayışımız da sanırım bu tatmin duygusu.

yazmak da sağaltıcım oldu. kendi sanatını bul, belki seninki müziktir. felsefe ile yolu ararken sanattan ağrı kesiciler alacağız. öteki’nin yolu bu işte. bir bakıma da kaderi. biz müptelası olduğumuz için bu yolda değiliz, başka türlü çıldıracak gibi oluyoruz.

putlaşmış hürriyet

  • 6 dakikalık bir metin-

ben henüz tazecik bir bacaksızken yazmışım bunu. bu çocuk neler yaşamış, dedim okurken. boyundan büyük laflar etmiş. metni arşivden bulup çıkardım.

alıntı, başlayıp yarıda bıraktığım “putlaşmış hürriyet” diye bir kitaptan

kayboluş ile özü yitiriş, geri geliş, hakikatin çıplak yüzüne çıplak gözle bakış, seziş, eriş… bu saydıklarım gece sonrası, lakin geceye bağlı ve de bağımlı evreler… bunlara ilişkin göndermeleri, yukarıdaki gece örneğinde bulacaksınız. kayboluş ile özü yitiriş bir yabancılaşmadır; insanın kendisine ve tüm dünyaya karşı gösterdiği bir yabancılaşmadır… kendisi kimdir? en ağır cinnettir; kimliğini tanımlayamaz, ne olduğunu ve ne olmadığını bilemez… öyle ki bu yabancılaşış sonsuzca sürmez, ilelebet gitmez; her gidişin bir de geri gelişi vardır… hakikatin çıplak yüzüne çıplak gözle bakış en pervasızca, şuursal anlamda en lezzetlice yapılandır. ardı ardına yaptığınız zıplayışlar sonrası bir anlık bir deneyim olarak hakikati görüş ile doyumsuz bir ruh sarhoşluğuna düşersiniz… düşersiniz; sezersiniz, erersiniz…

bir yerdeyiz. çırılçıplak, bilgisiz, savunmasız ve de kaçınılmaz biçimde varlığından emin olduğumuz ölüm duygusu ile… bizi kim attı buraya? varlık sürecine başlamak bile yokluk korkusu ile aynı anda… burası neresi? gündelik ucuz koşuşturmacalar ve ucuz insan ilişkileri ile kendimize kocaman bir yalan yaratmış ve ölüm ta kapımıza dayanıncaya kadar da, hiçbir önemli konuyu aklımıza getirmemiş; “adam olmaya” bakmışız… ölümün ağız kokusu kırınca burun direğimizi, işte o yıkılış sayesinde “ben kimim” demeye cesaret ediyoruz yalnızca… yani, başta sormamız gerekeni sonda soruyoruz… biz kimiz peki? geceler buna cevap verdirebilecek istidada sahip mi?

saçımı başımı yolarak, çığlıklar içinde kendimi pencereye atıp şunu demek istiyorum:”bir an olsun durun!”. bir telaş var; penceremden bakıyorum: herkes bir yere gidiyor, herkesin bir derdi var o an için, herkes bir şey yapıyor… ama ne yapıyor… bir an için, yalnızca ve yalnızca bir an için durmalarını çok isterdim! durup sormalarını çok isterdim, etrafa bir kez olsun bakmalarını, sonra birbirlerine, sonra dünyaya ve kendilerine… evet, kendilerine… pencereden bakınca çarptığım cinnet: biz kimiz? aynaya bakınca da malum: ben kimim? bu soruya bir yanıt aradığım kıvranışlarımda, bir adam, elinde bir cımbızla gelip, kulak deliğimden beynimi kürtajlayarak, parça parça çıkarır gibi oluyor!

bir tek darbeyle, duvara indirdiğim bir tek kafa darbesiyle kafatasımı yumurta gibi gibi çatlatıp, içinden de beynimi akıtıyor olduğunu durmaksızın hayal ediyorum! bu kıvranış yarım bilişin kıvranışı mı? belki de her şeyi, her şeyi bilsem dinginleşirim; ama arayış biter mi! arayış bitmeli mi?

teller var, duvak var… ama gelin nerede! uzaklardan sürünerek, topallayarak arkamızdan yetişmeye çalıştığını sandığımız adam yığılıp kaldı mı yoksa! geriden gelişini önemsemedik, ölüşü umurumuzda mı? bir nefes durup bakınca, siluette kimsecikler… öyle ya; itiraf şart artık: teller yalan, duvak yalandı ve şimdi de, şapkamıza takılı yas tülü yalan…

allice’i, harikalar diyarı’na götüren iç oluşlar hengâmesi her ne ise, o şey, her türlü demiri göğsüne vurarak parçalamaya hazır bir direnç abidesi olma özelliğini barındırıyor bünyesinde ve bu barındırış ile geceye giren kafa, o geceyi çekmeye de muktedir, o geceden çıkmaya da…

bu intiharın fikirsel iniş-çıkış kuyruklarına basmış bir kaotik içtimai haykırışlar manzumesini, bir yağmur gibi yağdıran mimli kelamların bitmez dayağına maruz kalan bir adamcağız olarak uyku sayıklamam şudur: kendi elimizle kendimizi sürüklediğimiz ve bir kere girince de bir daha çıkamayacağımız cinneti toparlayalım mı…  biz kimiz, davamız nedir, kavgamız nedir, inadımız nedir ve ne kadardır… topyekûn şuur felaketinde tekmelenen ve kendi şuur cumhuriyetini bayrak yarışı alanında kurmak için kafatasını tefsiye eden putlaşmış hürriyeti tepeleyiş: kafatasında cinnet…

az evvelki “biz” insanlıktı, bu tarif edeceğim “biz” ise, kutsi kavga yolunda ter, gözyaşı ve kan dökmüş her davadaş ki hepimiz biziz, hepimiz biriz!

ilham bir kez geldi mi duymalıdır, düşünmelidir, yapmalıdır… düşünme perisinin sert sol yumruğunu tadacak ve hayat boyu sürekli tatmayı da göze alacak bizleriz… biz buyuz!

şimdi, bizi anladık mı?

sahip olduğumuz her şeyi riske atabilme istidadına sahip olan kafamız ki en değerli şeyimizdir, riske atılmıştır, yine ona sahip olan kişi, biz tarafından ve bu yolculuk ne cinnetler, ne delirişlere tanık olan bu cehennemde geçmekte ve geçmeye devam etmekte…

hayatın en zor yokuşuna bu giriş, hiçbir girişe benzemez; bu zarı yırtıp çıkış da hiçbir çıkışa benzemez… etimizin doğmasıyla yarım bir doğmuşluk taşıyan bizler, düşünce zehrinin köklerinden yapılan şerbeti hayat boyu sürekli içmeye ve baldıran acısıyla ölüp, zakkum acısıyla dirilmeye ant içmişçesine sürünüyoruz ve asıl parçamız olan kafamız kısmen ana rahmine gömük durumdayken, boyuna kendimizi çekiştirmeye memur, boyuna acı çekmeye, ölmeye memur…

kafamız bir gün sönüp, sessizce yığılınca göğsümüzün üstüne, susmakta olan göğsümüz bu yıkılışın provasını belki de yıllar önceden yapmış olacağı için öylesine dingin, öylesine yitik…

yumuşacık, anne elleriyle, sıcacık, merhametli dokunuşlarla okşanırken hayat tarafından bütün bir insanoğlu, biz de, bu katranlı ziftten yapılma putu yalayarak bitirmeye memur bir razı gelişle, bir yola girdik ki, ne sebebi var ne sonucu var…

boğazımızda duran lokma dikenli kaktüs ki ne yutulur ne kusulur… öyle ki bunları yaparken de izlediğimiz insan kümeciklerine bakıp üzülüyor, kahroluyor, kâh acıyor, kâh tiksiniyoruz… ama asla yerlerinde olmak istemiyoruz! yol ki, giren çıkamaz; hakikat ki, gören bir daha çeviremez görmüş olan gözlerini…

bakışımız umutluca bir beklentiyle süzülürken insanlığın cılız teninde, görüyor ve şaşıyoruz ki: bu yaratık, evrendeki her şeyin üzerinde bir kıymete ve yine evrendeki her şeyin altında bir kıymete inme cüreti gösteren bu yaratık, öylesi piçleşmiş, öylesine yozlaşmış bir kültün esiri ki, bize düşen yalnızca, ona bakıp ağlamak değil kanlı gözyaşıyla; ip atmak, baş okşamak, el sıkmak… bu kültün payı tokat, adı da şeytanlık…

kavgamız da budur!

yanlış anlaşılma korkumdan uykularım kaçarken, kafatasındaki cinnet gibi tek cümleyle bile bitirilebilinecek bir konuyu bilhassa sündürdüm ki versin, yaksın, pişirsin… kafatasında cinnet davamızın bir ayağı ama asıl ayağı…  bunu anlamayan savaşın öteki yönlerini anlamaz, anlayamaz! karanlık bazı noktalar kalmışsa, bunlar mutlaka aydınlığa kavuşturulmalıdır ki yolumuz hem uzun hem karanlık; bir karanlık ile başka bir karanlığı aydınlatamazsınız!

mütemadiyen bir ömür, halıdaki nakışları, desenleri izlemekte olan kafamızı yana çevirip ağlayalım: pencereden bir aydınlık gözüküyor ki bu aydınlık birçoklarınca karanlıktır; bulutun derince uzandığı, yeşilin maviye sevişme fırlattığı bir huzur, bir cinnet; bir cennet, bir cehennem… burası bizim! buna inanalım; ötesi: burası bizim ve burası da biziz! amacımız anlamak değil, amacımız anlatmak değil; bizler, birbirimizi tanıyan ama konuşmayan, birbirimize varlığımızla destek olan ama köstek de olan bir aksiyon bombardımanına tutulmuş bir nefeslik şaşkınlık, bir nefeslik hengâmeyiz! gördünüz mü ne de büyük, gördünüz mü ne de cüceyiz! çelişkinin memesiyiz, bu memede sütüz, kanız, canız… allahım… gözümüzü uzaklara dikiyor ama aslında nerede olduğumuz unutmuyoruz; bizler ne de büyük bir çileye çarpmışız, heyhat…

davamız da budur!

kavgamız şu, davamız da buyken doğruluyor ve haykırıyorum ki: burada güzel olan bir koku elbette var ama o’nu bulmak değildir biz fenomeni, o’nu sezmektir; o koku ki, bizler bu tütüş uğruna kendi öz kafalarımızı ateşe atmaktan geri durmamış, hayata en çirkin yerinden bakmak gibi bir çirkinliği de göze almışız. almışız, dikenler ve çalılardan fışkırma bir taş-toprak-çakıl yığını üzerinden yüzüstü sürünmeye ve sürüne sürüne de yolun sonunda bir farkındalık bulmaya gönül koymuş yaratıklarız; biz, biz olmadığımız halde aynı şeyden tiksindiğimiz ve aynı şeye âşık olduğumuz için biziz…

kişilik bozuklukları

  • 1 dakikalık bir metin-

yalnızca psikolojiyi değil, sosyoloji, felsefe ve edebiyatı ilgilendiren önemli bir konu kişilik bozuklukları.

psikiyatri 10 tip kişilik bozukluğu incelenir ve bunlar a, b ve c olmak üzere üç kümede toplanır.

a kümesi (tuhaf ve alışılmamış): paranoid, şizoid ve şizotipal kişilik bozukluğu

b kümesi (hareketli ve kararsız): antisosyal, narsistik, histriyonik ve borderline kişilik bozukluğu

c kümesi (endişeli ve korkan): çekingen, bağımlı ve obsesif-kompulsif kişilik bozukluğu

dsm-v ‘teki 10 kişilik bozukluğu hakkında kısa bir sohbet…

paranoid kişilik bozukluğu

şizoid kişilik bozukluğu

şizotipal kişilik bozukluğu

antisosyal kişilik bozukluğu

sınırda kişilik bozukluğu (borderline)

histriyonik kişilik bozukluğu

narsistik kişilik bozukluğu

çekingen kişilik bozukluğu

bağımlı kişilik bozukluğu

obsesif kompülsif bozukluk

üç kavrayış ve eskimek

  • 7 dakikalık bir metin-

bazı yazılarım diğerlerinden daha önemli, en azından bütünleyici. ben de bu bütünlüğü, hayatı toplu kavrayışı bu yazıdaki argümanlarım ile sağlayabileceğimi sanıyorum.

insan için üç kavrayış düzeyinden bahsedebiliriz. bunların en aşağıda bulunanı ki ilk tanıdığımız budur, duyular düzeyi. ağzın alıştığı sayı ile beş duyumuz var ve durmadan veri yağıyor. görüyoruz, duyuyoruz, hissediyoruz, işitiyoruz ve tadıyoruz. duyuların malzemesi ise tikeller. yani karşımda duran kediye doğru bakarken gördüğüm şey kedilerle ilgili bir imaj veya kedilik kavramı filan değil. bu kediyi, ismi sarman olan, siyah olan, iki yaşındaki kısırlaştırılmış dişiyi görüyorum. yani tikeli.

duyumsamadığım halde hayal edebilirim. binlerce yıldır insanların hayal ettikleri bizim ortak bilinçdışı havuzumuzda birikir ve hayal kurma, mit uydurma, rüya görme yapıtaşlarımızı oluştururlar. muhayyile deriz. yani duyularla algılamadığım halde kafamda yaratır, seyrederim.

en üstte ise kavramlar bulunur. buraya herkes erişemez. güzel bir kadını görmek ilk söylediğime girer ama güzellik kavramı ile bağ kurmaktır bu. kavramlar ne yapılır? düşünülür. tikeller görülür, imgeler hayal edilir ama kavramlar düşünülür. felsefe de bununla başlamıştır.

insanlık tarihi uzun binyıllar boyunca sadece gördü. hayal edebilmesi için çok zaman gerekti. sonra hayal etti. hayal etmek demek abartmak demek, olmayacak nesne ve canlıları melezlemek demek, mantığı ihlal etmek demek. işte duyular bilim ve teknoloji yaratmıştı, muhayyile de sanatı yarattı. ilk mağara resimlerini yaptık. sonra küçük denemelerini dünyanın muhtelif yerlerinde yaptık ama ilk gerçek kavrama antik yunan’da felsefe ile başlattık. tabii önce yarı muhayyile yarı kavram ürünler çıkıyordu ama giderek artan kavramlaşmanın zirvesi üç yüz yıl sonra aristo’da kendini açığa çıkardı.

tikellerde takılıp kalmış olan için aptal diyebilir miyiz? ne kadar derinleştiğine bağlı. tikellerin zekasına sahip olabilir. hayatı kolaylaştıran küçük hap bilgilerle, pratik çözümlerle donatılmış bir adam düşünün. her şeyi tamir edebilen, her şeyin nasıl çalıştığını bilen ve ayakları yere sapasağlam basan… bu kişi tikelcidir. hatta tikel uzmanıdır. zeki midir? kesinlikle. zekanın üç cinsinden birisine sahiptir, tikeller zekasına. akıllı mıdır? diğer iki öge, muhayyile ve kavrama yoksa değildir, sadece zekidir.

muhayyile sayesinde mitlerimiz var. sanatçıda hayal gücü olur. bu, duyulardan uzak olduğu anlamında gelmek zorunda değil ama duyuları aşmış olmak zorundadır. yani belki sıkı bir tikel hakimiyeti de vardır muhayyilesinin yanında. duyularını galebe çalan bir muhayyilesi var, diyebiliriz ama. sanatçı budur, yazar budur, şair budur. hayal kurar. hayalde çelişki olmaz. tutarsızlık da olmaz. yedi başlı bir aslan hayal edersin, olur. bu kadar basittir. saçma denmez, olur. hayal gücü yüksek, yani sadece hayal gücü yüksek olanlara aptal denir mi? denmez. bu bir zekâ türüdür. akılsız diyebilirsiniz tikel ve kavram bilmiyor diye ama aptal denmez.

kavram düzeyi çelişkileri görür. zaten çelişkiler kavram düzeyinde başlar. duyular çelişkili, hayaller çelişkili olabilir. kavram düzeyinde çelişki olmaz. o yüzden neden-sonuç sıralamasına karşı olanı, determinizme karşı olanı da anlayamaz.

mesela edebiyat ne ile yapılır? edebiyatta kavram sakıncalı. varsa bile uyuşturulmalı. çelişkileri çok iyi görmek iyi edebiyatçı kılmaz yazarı ama problem acemi edebiyatçılar için tam tersi; çelişkiyi hiç göremiyorlar. sarhoş esrimesi gibi salt saçmalamak değildir edebiyat. kavramların, tikellerin kontrolünden geçmeli bir düzeye kadar. delilik ve sanat arasında bu fark var zaten. içinden apollonculuğu çekip aldığınızda delilik kalır, sanatın.

demek ki neymiş, edebiyatçıda tikellerin bilgisi de olacak. görmüş geçirmiş olacak, yaşamış, deneyimlemiş, tecrübe ve anı biriktirmiş, yani tikelleri biriktirmiş. muhayyile ve tikellerle çok iyi edebiyat yapılır.

bilim neyle yapılı? mümkünse muhayyile zayıf olmalı. imgeyle bilim olmaz. tikeller bilinmeli ve kavram. yani çelişki görülmeli…

üç zekâ türünden bahsettik ama bön dediğimiz, toplumun çoğunu kaplayan kesimde üçünden de yoktur. herkeste ille zekâ mı olacak? eser miktarda varsa bunlardan birinden, adamın kafası buna meyilli diyoruz ama bu, bönlükten çıkarmaz kimseyi.

akıllı, deyince bir davranış modelinden bahsediyoruz zannediliyor. akıllı davranmak, akıllıca bir tutum sergilemek gibi… akıldan kastım bir bilgi işlem merkezi, bir kavrama aracı olarak ustan söz ediyorum. bu saydığım üç zekâ türü el ele verip dengeli bir bir araya geliş sergilediğinde akıl oluşur. evet, akıl kendisini oluşturan bu parçaların dengeli olmasıdır.

şu davranışı yaparsam toplum bunu nasıl karşılar? mesela bir lgbt danışma derneği kursam, bunun yankısı nasıl olur? bu soruyu soran ve düşünmeye başlayan kişi aklını kullanmaya çalışıyordur. akıl, dünyayı simüle eder. yani gerçek dünyada bir eyleme geçmeden önce onu akıl soyutunda bir deneriz, bir yoklarız, ona göre davranırız. yukarıda verdiğim örnekte gerçek bir dernek, gerçek bir toplum ve gerçek bir ülkeye başvurulmadan, dünyanın simülasyonunu kafamızda yaratırız ve denemek istediğimiz şey ne ise, orada yaratırız. neticesine bakarız, sonra gerçek hayata döner ona göre davranırız.

yani akıl bir hayat simülasyonu sağlar. gerçeğe en yakın simülasyon, en akıllı kişi demektir. ben tek bir örnek verdim ama hakikati arama işinin akılla yapıldığını düşünürsek, felsefe diye bildiğimiz ne varsa akla ihtiyaç duyar. yani üç bileşen bileşik oluşturur felsefede.

toplam demek istemiyorum elbette. duyular, muhayyile ve kavramlar toplanmaz; yan yana gelince bir bileşik oluşturur, başka bir şeye dönüşürler. işte biz buna akıl diyoruz.

günümüz bir tikel yağmuru altında. son yirmi yıl hiç durmaksızın muhayyile ve kavramda gerileme yaşandı, tikellerin de önemi arttı.

bundan yüz yıl önce bir tarlada çalıştığınızı düşünün. gördüğünüz en hızlı şey neydi? yarış arabası yok, füze yok, renkli hareketli aksiyon filmleri yok, çita yok koşan ve geyik yok kaçan. yavaş yavaş akan, ufak ufak salına bir hayat var. işte bu hayatta tikelleri ezberliyorsunuz. mektubunuz bir haftada gidiyor şehre, oradan cevap gelmesi de bir ay sürüyor. sesler durağan, hayat durağan ve her şey benzer. yeni bir şey, allah’ım yeni hiçbir şey yok. işte bu benzerlik içinde duyular sıkıyor. bak bak nereye kadar… hayal kurmaya başlıyorsunuz ve bolca da kuruyorsunuz. yani dikkatiniz duyular ve hayal arasında bölüştürülüyor.

bugün bir müziğin eskimesi bir hafta sürüyor. her şey yağmur gibi gözlerimize yağıyor. hayat çok gürültülü ve her şey aşırı yeni. herkes devamlı en son haberi okuyor, soruyor. geçen hafta olan hiçbir şey bugün değerli kalamıyor. bugün önemli, şu an önemli, şimdi önemli. işte tikellerin zaman-zemin bağı ve tikellerin çokluğu bizi yavaşça onlara mahkûm kılıyor. hayal kurmak ve kavramlarda gezinmek artık demode. bugünkü haberi duymuş olmak önemli. iki bin yıl önce tartışılmış bir kavramı tekrar değerlendirmek önemli değil.

dünya bir aptallığa değilse de ahmaklığa gidiyor. muhayyile ve kavramdan bu denli kopuş ve tikellerle bu denli meşguliyet ilk kez oldu. önce kendimizi terk ettik, sonra sevdiklerimizi. bu durmayacak. “şimdi ve burada” nın önemi arttıkça, tikel yağmuru sürdükçe, her şey anlık oldukça, eskime hızlandıkça, zamanı aşanlar ile bağımız kalmayacak. ilkelleşiyoruz bir yanımızla, gelişiyor olsa da bir yanımız.

hala ümit var. yetmişlerin müziklerini dinleyenler var, tükenmiş, tüketilmişi başköşesine koyan var, eski kitap, eski mesele, eski insanlara kafa yoran var. bu anlattıklarımı lüzumsuz bir romantiklik ile söylüyor değilim. yalnızca dünyanın geçirdiği bu süratli değişim karşısında başı dönen bir adamım. teknolojinin, bilimin gelişmesi değil negatif olan, insanın, dostluğun, hakikatin ufalanması…

yalnızca ve yalnızca kendi zaman-zemininde olanlarla ilgilenen bir canlı, nasıl olur da zaman üstü hakikati, geleceği ve eşyanın özündeki pörsümezi görebilir? ilk halimize döndük. kedi köpekten hallice milyonlarca yıl dünya üzerinde gezindik ve yalnızca gözümüzün önünde durmakta olan ile ilgilendik. ilk hayali kuranlar, bir nevi ilk şairler, ilk kahinler, ilk sanatçılar ve mit anlatıcılarıdır aslında bizi insan kılan.

“ölmemiş yazarı okumuyorum” dediğimde hiç anlaşılmamıştı. beni ister ölü sayın ister okumayın ama bu öğüdümü ciddiye alın. evet, ölmemiş yazar çiğdir. zaman filtresinden geçmemiştir bir kere. elli yıl sonra toplum ve tabiat bu yazarların yüzde doksan beşinin adını silecek. geriye okunmaya değer olanlar kalacak. şarkıcısı diri olan şarkıyı bile dinlememeli. daha dün çıkmış, hele biraz söylensin, alışılsın bakalım…taze haber de ciddiye alınmamalı. bakalım üzerinden yüz yıl geçince nasıl bakacağız o hadiseye. şimdi bakın mesela ikinci dünya harbi’ne. bu, olur. dindi, sindi, bekledi ve duruldu. artık üzerinde konuşulabilir bir kıvama geldi.

bugün bir ünlü popçunun yeni bir şarkısı çıkmış! şu haberin ışıltısına bakar mısınız? bugün ya, şimdi çıkmış! taze, taptaze! hiç tüketilmemiş ve tüm dünya ile eşzamanlı olarak aylarca dinleyeceğiz. canlı, diri, yeni, taze, gürbüz, hayat dolu ve bakir. ne zamana kadar? onu hep beraber eskitip eskimişler çöplüğüne atıncaya kadar. peki, müzik gerçekten, yani sahiden güzel mi değildi? güzel değil idiyse, nasıl dinledik onu hep birlikte?  çürümüşlüğü görüyor musunuz?

bırakın eskisin, bırakın tozlansın. tozlanmadan hiçbir şeye el sürmemeli. yenide hep bir hamlık, hem bir ekşilik, hep bir olmamışlık var. içinde bulunduğumuz günü yorumlamaya fazla alışmak, içinde bulunduğumuz çağı anlamaktan uzaklaştırır bizi. bırakalım şu yeniyi bir. yeninin o şehvet uyandıran ışıltısından kurtulalım.

herkesin unuttuğuna, unuttuğunu bile unuttuğuna, bakmayı bıraktığına bakalım.

intihar/ durkheim

  • 2 dakikalık bir metin-

psikoloji nedir, bilmeyen yoktur ama iş sosyolojiye gelince kafaların karıştığı oluyor.

şunu belirteyim ki bilim olmaya psikolojiden daha layıktır. bilim olması bir alanı daha değerli kılmaz, daha determinist kılar. psikoloji, içindeki davranışçı ve biyolojik yaklaşım ekollerini dikkate almazsak bilime değil felsefeye yakındır.

yani türkçesi; bireyin sağı solu belli olmazken, toplumun davranışlarını öngörebiliyoruz ki toplumu da sosyoloji inceler.

sosyolojinin babası olarak gösterilen bir iki aday var ama durkheim en hak edeni görünüyor. ben burada iki kere okuduğum ve çok önemsediğim bir kitabından, intihar’dan söz edeceğim.

her önemli kitap gibi, değeri sonradan anlaşılmıştır. durkheim, intihar denen olguyu vicdani bir kriz olmaktan çıkartıp, toplumsal bir hadise olarak inceliyor. evet, bu çok büyük bir yenilik çünkü intihar son derece ferdi bilinir. bu kadar ferdi gözüken bir eyleme bile cemiyet zaviyesinden bakabilmiş üstad.

üç intihar türünden bahseder, dördüncüsü de bir dipnotta geçer: bencil (ki sadece bu bilinir), özgecil, anomik ve fatalist intihar.

enlem derecesinin, hava sıcaklığının, saatin, yaşın, cinsiyetin, dinin intihar oranlarına etkileri acaba ne olabilir?

sosyolog olmak biraz da matematikçi olmak demek. durkheim tam bir veri analistidir ve istatistikler üzerinde isabetli yorumları titizlikle seçip çıkartabilir.

freud’un rüyalar devrimi gibi durkheim’ın intihar devrimi yirminci yüzyılın en başındaydı takriben ama çok önemli bir toplu travmayı hiç görmedi: birinci ve ikinci dünya harpleri. o yüzden insan ve toplum yorumlarında biraz noksanlık varsa bundandır.

ikinci konu da sıkıcı, fazla matematiksel tablo yorumlarını tek tek incelemeniz gerekmiyor; atlayarak okuyabilirsiniz.

ayrıca “müntehir” gibi güzel sözcükler için de ilkgelen’e teşekkür ediyoruz.

ben size özellikle kült kitaplar okumanızı öneririm. gıyaben anlatan, derleyici kitapları değil, birinci elden okumaları. lütfen dün çıkmış çocukları ham tüketmeyin de tarihin mayalamasına izin verin ve yüz yıllık imtihandan başarıyla süzülüp kalmış bu şaheseri alıp okuyun, böylece insanı biraz daha tanıyın.