kalemimi romanla tanıyan ve benden nicedir bir roman bekleyen okuruma müjde: artık altı çocuk annesiyim.
yeni romanım çürüme, türkiye’nin en köklü kitabevi inkılâp’ta.
bugün çürüme ön-siparişte, 25 nisan pazartesi itibarıyla da okuruyla buluşuyor.
huzurunuzu kaçırdığım ilk günden beri rahatsız etmeyen kitapları çöpe attığınızı biliyorum. yazılan kitap kesilen ağaca değsin istedim ve bu yüzden yeni romanımı kokuşmuş adalete ithaf ettim.
içimde kıyısız, şekilsiz bir iç dil var. sana bir şey demek istersem, o bulanık dumana, bulabildiğim en yakın dış dil unsurlarını, sözcükleri seçerim de gırtlağımdan üflerim. anlam’ım kendisine en yakışan sözcük kıyafetine girmiş olur ama terzide dikilmiş gibi de değildir sanki. demek ki tüm demeler bir yanlış deme, teğet geçmedir. şiir dili müstesnâ. şiir, formunu îmâ formu olarak tutarak anlam’ı bozuma uğratmadan demek istemeyi başarır. yani keskin dilden anlam’a doğru eğilir, anlam’dan da susmamaya doğru. böylece ikisinden asgarî tâvizle demiş olur, demek istemiş olur.
bir isim zikrederken şeylerin değiştiğini de hatırlar, hatırlatırdım. oysa değişmek ne kelime, oluş var imiş yalnızca. sözgelimi “insan” donup kalmış buz kütlesidir çoğunun imgesinde. kimisininkinde de yüzen buzdağı; oysa akmazsa görünmeyen, hiç olmayan, var olmayan imiş;
“us” kelimesini “akıl” kelimesi ile yakın bir anlamda kullanıyorum. farklarını konuşuruz lâkin birisine “zeki” demekle “akıllı” demek arasında çok bariz bir fark vardır.
bazı erkek çocukları vardır. zehir gibi bir zekâya sahiptir. matematik çözerler, teknik bilirler, mantık oyunlarında iyidirler fakat nerede ne konuşacaklarını bilmezler. saçma sapan hayat planları yaparlar ve ölçüden uzaktırlar. yani akıldan uzaktırlar. erkek çocuğu örneğini bilerek verdim çünkü zekâ, iki cinsiyette yakın hızda gelişirken akıl gelişimi farkında uçurum olur. yirmi yaşında bir oğlan çocuğu saftirikçe dolaşırken ağzından köpükler fışkırtarak, beş yaşında kız çocuğu bıcır bıcır konuşur ve her şeyin farkındadır. iki cins arasında kabaca on yıllık bir akıl gelişimi farkı vardır. rahatlıkla söylerim ki ortalamada yirmilik kız, otuzluk erkekten akıllıdır.
aklın üç adet bileşeni var. bu şablon bana ait ve parçaları ayrı ayrı izah edeceğim.
ilki zekâdır ve mantık açıklarını bulmaya yarar. zekâ kurucu değil, çürütücüdür. paradoks, çelişki, aporia, tutarsızlık, çıkmaz tespit etmeye yarar. mantığın ana ilkeleri ile çalışır. mantık, aritmetik, geometri, satranç, yazılım, fizik ve mühendislik zekâ ile yapılır. o yüzden diyebiliriz ki bilim adamında en çok olan şeydir. ergenlik sonlarına kadar gelişimi sürer. daima da itibarlı olmuştur. kurnazlık zekâ ile olur ve aklın bilgisayarlar ile taklit edilebilen tek parçasıdır. o yüzden denebilir ki bilgisayarlar insandan zekidir. (analiz eder, tümden parçaya gelir.)
ikincisi sezgidir ve tüm olarak, içe doğma hamlesiyle fark eder. malzemesi estetik, imge, arketip, öngörü, örüntü, telepati. zekâ, parçalara ayırırken, sezgi bütün olarak yutar. rüya görürken her zihin faaliyeti durur ve saf sezgi çalışır. gördüklerimiz saf sezgi âlemidir. o yüzden sezginin yaptığı şey anlamak filan değil, müşahede etmektir. çelişki denen şey bütün için bir sorun teşkil etmez, bu sorun zekâ için vardır. sanatçıda, şairde, kâhinde, annede, âşıkta, çocukta, kadında daha çoktur. dönemsel olarak artıp azalır. itibarı da öyle… pozitivist çağda biraz gözden düşmüştür seziş ve eriş eylemleri. demode görülmüştür ama bergson’un eliyle tekrar yükselişe geçmiştir. yine de doğu’nun sahip çıktığı kadar sahip çıkmaz batı, sezgiye. kıta felsefesinin sahip çıktığı kadar da analitik felsefe. (sentez kurar, tümden tüme gider)
üçüncüsü görgüdür ki yaşanmışlık ile gelişir. okumak ve sinema ile belki bir de… tikellerin tikellere benzemesi ilkesi ile çalışır ve tecrübe de denebilir. parçaların parçalara benzeyeceğini varsayar ve hafızaya ihtiyaç duyar. bir çeşit bilgeliktir. yaş aldıkça artar. en son gelişen ve hayat boyu gelişimi süren akıl bölümüdür. hep en itibarlı akıl parçası olmuştur. zeki ve sezgili olmasa bile çok deneyimli bir yaşlı, her daim bilge görülmüştür, fikri sorulmuştur. (parçadan parçaya gider; apoloji denir.)
zekâ, sezgi, görgü ögeleri, toplama işlemi ile bir araya gelip oluşturmaz aklı çünkü öyle olsaydı toplama işleminde sıfır, etkisiz eleman olduğu için parçalardan birisinin eksikliği diğerleri tarafından telafi edilebilirdi. parçalardan birisini çektiğinizde ortaya çıkan aklın kemmiyeti değil keyfiyeti değişir; yani türü. hem toplanarak bir araya gelse tuz ve suyun karıştırılması gibi olurdu; karşımda her iki bileşenin de tadı olurdu.
çarpma işlemi ile bir araya geldiğini düşünebilirsiniz çünkü sıfır yutan elemandır çarpmada.
mimari tasarımda üç mühim bileşen vardır, deriz: sağlam olmalı; işlevli, yani kullanışlı olmalı; estetik olmalı. sağlamlığa “doğru”, işlevselliğe “iyi”, estetiğe de “güzel” dersek aklın çalışması da buna benzer.
farklı oranlarda yapılan karışım da farklı akıl türlerini doğurur. mesela edebiyat, deneyim ve sezgi ile yapılır. zekâ işin içine karıştığı an ortaya kötü edebiyat çıkar çünkü mantık çelişkileridir edebiyatı güzel kılan. edebiyatçı zeki olmayandır, demiyorum, edebiyat yapma eylemi sırasında zekâsını susturabilendir, diyorum. o yüzden en güçlü akıl, yeri geldikçe bir şeylerini susturabilen akıldır.
işte bunların hepsinin ölçülü olarak bir arada çalışması ile hakikat ortaya çıkar ki felsefenin müşterisi olduğu şey de budur.
tabii ölçülü düşünmek denen şeyin eğitim istemesinin en büyük sebebi sık düşülen insan-sı hataların var olması. insan beyni rasyonel düşünce üretmek için değil inanmak için sulandırılmış ve kafatasımıza tıkıştırılmıştır. onu ciddi bir düşünce terbiyesinden geçirmek gerekir. mevcudunu fazla ciddiye almamak da.
koşmayı geliştirmek için nasıl ki koşmak icap ediyor, us da ussal faaliyet ile gelişir. bir şey ne kadar beyni yoruyorsa o kadar iyi.
siz ruhsunuz yani beyinde tepinen, “ben” diyebilen. kellenizi bir kutu düşünün, bu kutuya dışarıdan malumat yağıyor. ağzın alıştığı biçimiyle beş duyunuz var ki aslında çok daha fazladır. kanın asiditesini ölçen duyuları veya yer çekiminin yönünü anlayan denge algılayıcılarını sayabilirsiniz ama bir de mâliki olmayanlarca yok sayılan “sezgi” var ki altıncısıdır; çiğnemeden löp löp yutulan bir lokma misali tam, tüm, bütün olarak algılar ama en kötü tarafı da gördükleri bulanıktır, sislidir. yukarıda aklın bir bölümü olarak anlatmıştım sezgiyi, doğrudur. hem ek bir duyu hem de aklın bir parçası.
işbu kaynaklar ile “inanç” üretilir. bilgi yok, inancın dereceleri vardır. taşı attığınızda yere düşeceğine şiddetle, uzaylılaraysa şüpheyle inanırsınız. şüphe oranı azalan inanç, mobilya gibi ağırlaşır. hareket hâlindeki inancın çıkardığı sese “düşünce” diyorum. fabrika çıkışı enerji tasarruf yazılımı, beyni düşünmekten korur. çok az kişi sahiden düşünür; genelde hayvani taraflarımızın taleplerine mantıklı-imiş gibi bahaneler bulmakla meşgulüzdür.
beyin içindeki her işin yegâne yakıtı duygudur ve duygu olmazsa düşünmek, hatırlamak, öğrenmek ve hatta hareket de olamaz. duygu üretemeyenler o yüzden hiçbir şey yapmak istemez ki biz buna “depresyon” diyoruz. depresyon hüzün filan değil, duygusuzluktur. duygusu kalmayan kişi deponun dibinde kalanlar ile zayıf bir anlam üretebilir; anlamsa koku yapar, duygu üretir. aşırı anlam aşırı koku yapar. aşk, kin, kıskançlık ise yakıt aşırılığıdır; delirtir.
kimileri de duygular arasında ayrım yaparak bazısını lüzumsuz filan görür ama başta da dediğim gibi sevgi, hasret, özlem ne kadar lüzumlu duygular ise kin, öfke, kıskançlık da öyle lüzumludur. yakıtın cinsleri veya farklı oranlardaki karışımları olduğundan farklı şekillerde harekete geçirir sahibini. palyaçonun listesi romanında bilge ile palyaço tartışır duyguların lüzumunu.
yani duygular -ileride göreceğimiz- eşya ve hadiselere dikilen dış kılıfların yani anlamların çıkardığı kokulardır ve sahibi tarafından üretilen, yine sahibini mağdur edendir. aşk ise sahibi tarafından üretilmeyen, tam bir maruziyet olandır. aşkın durumu çok farklı. göksel bir yanı var. tüm duyguları ateşleyen ama kendisi bir duygu olmayan his, coşku, körlük ve aşırılaştırma.
aşk dışsal bir yağmur olduğu için neye âşık olduğundan hesap sorulamaz. ağaca da olunur, ölmüşe de cansıza da… aşk ussal olmadığı için yalnızca yağmur hâlindeki zevkin ve acının hissine kulak vermeli ve geçmesini beklemeliyiz. konuşacağız tafsilatlı.
evlilikse kutsal değil ussaldır. ussal olduğu için sınıfsaldır. sosyo-ekonomik bir imzadır; dünyadaki üç buçuk milyar karşı cinse, elli yıl boyunca hiç bakılmayacağına, yalnızca imza atılan kişiye cinsel hislerle bakılacağına dair tuhaf bir yemindir, imzadır. bu masala inanılmaz tabii ama inanılmış gibi yapılmalıdır. o imza bir kere atıldıktan sonra nedense vazgeçilmemesi için cemiyet ve devlet el ele verir. toplumun hiç istemediği şey boşanmış canlılardır. geçmiş olsuna gidilir ve nedense evlenenlere “niçin?” diye sormayan toplum, boşananlara büyük bir hevesle “niçin?” diye sorar.
tafsilatlı döneceğiz…
bu dünyayı bütün gün devamlı izlemekten yorulan kelle kutumuz duyuları ve aklı dinlenmeye alır ve salt sezerek 8 saat geçirir ki biz buna “rüya” diyoruz. uyumayan gündüz görür(halüsinasyon), görmeyen ölür.
rüya görmediğini iddia edenler bilsin ki hatırlamamaktadırlar ve sadece ve sadece rüya görmek için uyumaktayız. bu belgeli, ispatlı.
kadim toplumlar rüyayı çok ciddiye almıştır. rüyasında birisini öldürdüğünü görürsen seni sabah hesaba çekerler anlattığında. öyle, şakaya filan gelmezdi yani… aydınlanma döneminde bir süre gözden düşen rüyaya itibar, freud ile tekrar canlanmıştır.
düşünmek denen inancı hareket ettirme aktivitesi, biraz itina gerektirir…
bir bilmeceler yumağı hâlinde yaşamakta olduğumuz hayatta, tüm doğadaki canlılardan yalnızca insanların bir kısmı düşünebilme yetisine sahiptir. sözgelimi; insanlar üzerinde çalışan arılar yokken, arılar üzerinde çalışan insanlar vardır. eşit diye bir şeyin yalnızca zihinsel bir varsayım olduğunu düşünürsek, tüm bir varlık spektrumu (eşya) dereceli bir silsile içinde sıralanıyor. nasıl ki şempanze düşünebilme adına kaplumbağadan ileriyse bazı insanlar da bazı insanlardan ileri bulunuyor. ve herkesin ağzına pelesenk ettiği bu “düşünmek” eylemi çok nadir canlıya gerçekten nasip oluyor. çünkü düşünmenin konusu olan “hakikat” sıklıkla başka şeylerle karıştırılıyor. çünkü insan beyni bir bahane üretme ve inanma motoru olarak çalışıyor. gerçeğin araştırılması, olabilecek en yüksek beyin işlevidir ve hayatta kalmaya hizmet etmediği ve çok enerji sarfiyatı yarattığı için nadiren kullanılıyor. düşünmeye kalkan insanın önüne de kendisini kandırabileceği kullanışlı, tatlı yalanlar çıkıyor ve düşünce adayını avutuyor.
kedi ne der? “murdar.” der yetişemediği ciğere. “yetişemedim.” derse bununla yaşayamaz. bu onu çıldırtır veya özgüvenini sarsar. adapte olmasını zorlaştırır hayata. bir sonraki ciğere gittiğinde de cesaretini kırar. işte “murdar” demek sizi rahatlatıyorsa ve aklınıza hiç şüphe düşmüyorsa bence yanlış yazıdasınız. bu yazıyı yavaşça kapatıp, diğer, ciğerlerin “murdar” olduğunu anlatan kitaplara bakabilirsiniz. ben, “yetişemedim” demenin acısını konuşmak, diğer yetişemeyenlerle buluşmak için hazırladım bu ağıtı. çünkü ciğer murdar değil, belli; harika bir kokusu var. yetişemeyen benim. sizin gibi.
işte bizim yeraltı felsefe çetemiz, kendisinin murdar olduğunu fark edenlerden müteşekkil.
dert, gerçekten gerçeklerse, ılık sütlü biberonlarla avunmak veya pudralar ile rahatlamak değil, tatmin olmak veya alkışlanmak hiç değil, gerçeğin acı da olsa kendisine ulaşmak ve akıbeti düşünülmeksizin, ne işe yarayacağı bilinmeksizin, bir realite hasretini dindirmekse, dikenli kaktüsleri kaynar su ile yutmaksa, çok sık düştüğümüz bazı tuzaklardan korunmalıyız. ciğere diğer yetişemeyenlerle birlikte, murdarlarla birlikte, akıl tuzaklarını konuşacağız.
her birinden birer kitap çıkacak olan bu maddeleri olabildiğince kısa tutacağım ve başlıklarıyla geçeceğim. kitap boyunca sunacağım argümanları da bu maddelerden aldığım feyze dayandıracağım.
1-babanızın tuttuğu takımı tutuyor, ailenizin oy verdiği partiye oy veriyorsunuz. akrabalarınızın dinindesiniz ve toplumun geneliyle aynı yargıları paylaşıyorsunuz. herkesin aynı şeyi düşündüğü bir yerde düşüncenin olmadığını bilmiyor musunuz? siz bence düşünmüyor, taklit ediyorsunuz. birtakım gerekçeleriniz mi var? karşı parti oy çaldı ve karşı takım hakemi satın aldı değil mi? evet, birinci ilke, toplum/aile ile aynı fikirde olma testidir. bu denk geliş tesadüf de olabilir ama genel olarak bir kitle psikolojisi işaretidir. bunun ilginç bir örneği de toplum ne yapıyorsa tam tersini yapma eylemidir. o da enerjisini sürü psikolojisinden aldığı için yine bir düşüncenin değil inadın meyvesidir. yani “eksi sürü” veya “anti toplum” olmak da orayı referans almak demektir. ya da şunu canlandırın; insanlık aynı anda, birdenbire, bir mucize eseri düşünmeye başlasa hayat nasıl olurdu. yedi milyar kişi aynı dinde, mezhepte, partide mi kalırdı? yedi milyar farklı kanaat mi olurdu? inanmak toplar, düşünmek böler.
2-ilkinde de biraz değindiğimiz gibi, karşıt fikri şeytanlaştırma, karikatürleştirme eğilimlerimizi fark etme ilkesidir. yetmişlerdeki kamplaşmayı hatırlayın. iki taraf da karşıyı şeytan gibi görüyordu ve iki taraf da haktan bahsediyordu. sömürülme, haksızlık, yalancılık her iki tarafta da kötüyken cesaret, onur ve vatanseverlik iki tarafta da erdemdi. peki, bu nasıl oldu? en önemli düşünce jimnastiği karşıt fikri anlamaya çalışmaktır. hak vermek başka, anlamak başkadır. çünkü bazen yalnızca anlama eylemiyle bile karşıt fikrin karşıt fikir olmadığı ortaya çıkar. öteki’ye bakın, nedense şeytansı, yaratıksı, canavarsı, pis, necis bir toplum atığıdır bir zaviyeden. bir bakıma da belki tamamen onun koşullarında doğmuş büyümüş olsanız aynı şey olacaksınızdır.
3-sorgulanmaya hiçbir şeyin kapalı olmaması ilkesidir. yani otoriteyi reddetme. “aklı aşan” şeyler muhakkak vardır fakat sorguya kapalı bir şey yoktur ve olmamalıdır. bu arada bu ilkeleri konuşurken “bu zaten bende yok.” deyip geçiyorsanız, üçüncü ilkeye bir örnek vereyim; evrenin matematiğe uyup uymadığını düşündünüz mü? iki elmanın iki elma ile toplamının dört elma ettiği deneyimlerinizle doğrulanıyor görünse de matematik bir soyutlama biçimidir. insan icadı mıdır, yoksa matematik bir keşif midir? matematik felsefesinde bu çok çetin bir tartışmadır. demek ki neymiş? hiçbir şey sorgu dışı değilmiş. sormak ayıp, günah, yasak, sakıncalı, tabu, çirkin değilmiş.
4-hatalı polarizasyonlarla “düşünüyoruz”. buna “false dilemma” denir. yani “evrim mi, yaratılış mı?” ikilemi gibi. bu şuna benzer: yemek yemeyi mi seversin, spor yapmayı mı? hatalı ikilemlerde kombinasyon gereği dört cevap oluşur. yani hem yemeği hem sporu sevenler ne onu ne onu sevenler ve birer tane de yalnız birini sevenler. bu ikilem başta hatalı kurulduğu zaman tüm tartışma bunun üzerinden gidebilir. yani bir deli bir kuyuya bir “false dilemma” atar. dördüncü ilke, kurduğumuz ikilemin hatalı olup olmadığını anlamamız gerekliliği. bir şey ya a’dır ya da a değildir. “ya a’dır ya b’dir” derseniz, “c hani?” derler, “gri yok mu?” derler vs.
5-bir fikri tek başına çürütemeyen şüphelerin sayısını ne kadar artırırsanız artırın bir şey değişmeyecektir. bu, tek tokatla yıkamadığınız bir binaya yüzlerce tokat vurmaya benzer. çünkü şüpheler toplanarak çoğalmaz, en kesin olana göre çalışır. bir adamın cinayet işleyebileceği ile ilgili yüzlerce şüphe düşünün. hareketleri tuhaf cinayet romanları okuyor, cebinde bıçak taşıyor, geceleri dışarı çıkıyor vs. yüzlerce şüphe var. fakat bu şüphelerin hiçbirisi kanıt niteliğinde olmadığı için bu adama katil diyemezsiniz. aslında bir hadisenin olasılığının %1 olmasıyla, %99 olması arasında fark yoktur. çünkü her şeyin üç ihtimali vardır: kesin, mümkün, imkânsız. siz şüphe ile yola çıkarsanız, mümkün ile kesin olanı karıştırmış olursunuz. paranoya sahipleri çok düşer bu tuzağa. sevgilisinin kendisini aldattığına ilişkin milyonlarca “kanıt”(!) toplar. sonra bunlar ile dev senaryolar kurar.
6- çok kişinin düştüğü bir mantık hatasıdır. bir fikir üzerine “düşünüyorsanız” ateistler, komünistler, satanistler, müslümanlar, ingilizler, masonlar… vs. diye cümleye başlıyorsanız, siz, fikri değil, o fikri takip ettiğini varsaydığınız tikeller üzerine konuşuyorsunuz demektir. dünyada hiçbir fikir, onun takipçileri tarafından ideal takibe mazhar değildir ve hiçbir takipçi de bir fikri tam manasıyla temsil ediyor değildir. o yüzden komünistler hakkında konuşmak ile komünizm hakkında konuşmak arasında çok büyük fark vardır. insan dediğiniz yaratık şaşırır, unutur, vazgeçer, irade gösteremeyebilir, aklı kadar anlar, ihtilafa düşebilir, kendine göre yorumlayabilir… bu kusurlu kopyalarla değil, tümeller ile düşünmeliyiz. yani “-ist”i değil, “-izm”i.
7-yaşı kaç olursa olsun, çoğu kişinin zaman dilimi on yıldır. ve çoğu kişinin evreni kendi ülkesidir. yine çoğu kişi, bir mesele hakkında konuşurken, dar bir zaman dilimine ve mekânsal bölgeye hapsederek fikri boğar. dünya iki buçuk milyar yıllıktır, insan ise iki yüz bin… yedinci ilke, lokal bakıştan kurtulmamız gerekliliğidir. üç beş yıllık memleket meselesini hayatın anlamı sanıyorsanız, elinizdeki merceği bırakın da iki yüz bin yıllık insanlık tarihine bir bakın derim. buna örnek de sabahtan akşama kadar günün fırkasını konuşan karton aydınlardır. bugünün fırkası dünyanın bir noktası kadar küçük bir bölgesindeki, evrenin bir anındaki değersiz bir hadisedir. fazlası değil.
8-parça bütün ilişkisini doğru anlamak… bütünün parçalarına bakarken hangi cins parçalar ile bütünlendiğini iyi anlayabilmek…
“toplanarak bütünleşme” vardır ki parçaların toplamı bütündür ve bütünden bir parça çıkarmak bütünü değiştirmez. mesela bir ambar buğdaydan bir avuç buğday alsanız, geriye yine bir ambar buğday kalır.
“çarpılarak bütünleşme” vardır ki bir parçayı çıkarmak bile bütünü çökertir. insan damardan ibaret değildir ama damarsız insan bir hiçtir. ya da bir çocuk göz kapakları sayesinde sınavı kazanmış değildir, dershaneye gitmiş, çalışmış, ailesinden destek görmüş, yetenekli doğmuştur ama göz kapakları olmasaydı sınavı kazanamazdı, gibi…
“başkalaşarak bütünleşme” ilk söylediğimize benzer ama bu sefer bütün, parçadan bambaşka bir şey olmuştur. okyanus damlalardan oluşur ama damla ile okyanus farklıdır, insan ile toplum farklıdır.
başkalaşarak bütünleşmişi incelerken sık yapılan bir de hata var…
meselesine göre değişmekle birlikte birçok meselede tümdengelim düşünme eğilimi içinde olmak icap eder. yakıcı ve yanıcı maddelerin birleşmesinden müteşekkildir su. ve su, söndürür. yani hidrojen ve oksijen kimlik kaybına uğrar. parça-bütün ilişkisinin en önemli konusu budur. parçalar bir araya gelip bütüne doğru gittikçe, yeni bir mana bürünüşü yaşar ve en önemlisi, o yeni eklenen yeni mananın nüvesi, özü, kokusu, izi ve esamisi tek bir parçanın hiçbir yerinde yoktur. nöronlara bakarak beyni, damlaya bakarak okyanusu, ferde bakarak cemiyeti anlayamazsınız. yönünüzü çevirmelisiniz. atomu, maddeye bakarak anlamaya çalışmalıyız. şiiri bilerek, mısrayı yorumlarız. modern sinemaya bakarak chaplin’i anlarız. yirmi yaşımızı ne kadar doğru anlasak da kırkımız sürpriz kalır. fakat kırkı görürsek, döner yirmiyi yorumlarız. yani sonuç olarak marx’ın dediği gibi, “maymuna bakarak insan anatomisi anlaşılmaz; insana bakarak maymun anatomisi anlaşılır.”
su damlasına bakarak denizi anlayabilir misiniz? bir cümlesine bakarak bir romanı? insana bakarak toplumu anlayabilir misiniz? hayır, yani insanı çok iyi anlasanız; toplumu da anlar mısınız? bugünü çok iyi gözlemleyin; yorum yapabilir misiniz çağ hakkında? bir ferdini görün, tanıyın; aile yapısını anlamış olur musunuz? bir davranışını çok iyi gözlemleyerek kişi hakkında iyi fikirlere sahip olmuş olur musunuz?
parça+parça+parça+parça+(şefin gizli sosu)=bütün
formül aslında buradaki gibi.
9-hiçbir ideoloji, görüş veya fikri toplu hâlde kabul etmek veya toplu hâlde karşı çıkmak zorunda olmadığımızdır. içerisinde alınabilir veya karşı çıkılabilir tarafları olabilir. paket program gibi kabul etmek veya reddetmek, ortada bir düşünce olmadığının en bariz göstergesidir.
10-fikirler üzerinde çalışırken, kullandığımız fikrin kim tarafından sarf edildiğinin önemsiz olduğudur. fikrin sahibinin zekâsı, eğitim durumu, siyasi görüşü, mezhebi önemsizdir. çünkü kendisini değil, fikrini almaktayızdır. dokuzuncu ilkede olduğu gibi kendisini de komple kabul ediyor veya her şeyine karşı çıkıyor değilizdir. çünkü hayat gridir ve kimse hepten haklı veya hepten haksız değildir. hatta daha da ileri giderek, normalde argümanımızın aleyhinde olan bir fikir adamının bir mevzu üzerinde iyi bir fikri varsa, karşı olduğu argümanı savunurken bile o fikirden faydalanabiliriz. insanın, o tikel, kusurlu yaratığın hiç mi hiç önemi yoktur.
11-bir şeyin var olduğunu gösteren tek bir kanıtın yeterli olduğudur. var olduğunu gösteriyor olmayan yüzlerce “şey” de olsa, o tek kanıt varlık için kâfidir. çünkü varlığın kanıtı tek şey iken yokluğun kanıtı her şeydir, yani müşküldür. beşinci düşünce ilkesini hatırlayalım. bir katillik şüphesinden bahsetmiştik. o adamın katil olduğunu gösteren (kamera kaydı gibi) 1 şey var ve katil olduğunu göstermeyen 99 şey (iyi bir insan olması, herkesin sevmesi, sicilinin temiz olması gibi) olsun. 99 yokluk, yokluk için kanıt teşkil etmezken, tek bir varlık, varlık için kanıt teşkil eder.
12-hakikatin aslında ne olduğu ile o hakikatin yaşanabilir olduğunu ayırma zorunluluğudur. yani toplumda çok övülen, “özün sözün bir olması” tam bir gaflet hâlidir. ideal hayat yaşanabilir olan değil düşünülebilir olandır. tüm doğruların, erdemlerin özelliği mükemmel oluşudur. bu mükemmelliğin yaşanamaması sonucu birçok kişi söz-eylem uyumsuzluğu gerilimini yaşar ve ikisinin eşit olması gerekliliği varsayımı ile (genelde) ideallerini revize ederek, eylemleriyle mutabık hâle getirir. bu da ideal ve teorik zemindeki erdemlerin mükemmelliğini gerçek hayatın imkânlarına sıkıştırır. oysa yaşamıyorsak bile ki genelde hakikat yaşanabilen değil ancak savunulabilen bir şeydir, hakikati olduğu gibi temiz ve orijinal formu ile savunmalıyız. mesela “yardıma muhtaç insanlara yardım ediyor musun?” sorusuna, “hayır,” dedikten sonra “…edilmesi gerekir.” diyebilmek bu ilkenin kastıdır. ahlâk eğitimi veren birisi son derece ahlâksız olabilir. bu, verdiği ahlâk eğitimini değersiz yapmaz. tıpkı ahlâk eğitimi veriyorluğu ahlâksızlığını hükümsüz kılmadığı gibi. o yüzden sert bir teori-pratik ayrımı yapıyorum. ikisini son derece ilişiksiz, ayrı, bağımsız şeyler olarak görüyorum.
bir düşünceme “gerçek” demeden önce bu on iki testten geçirmeye özen gösteririm. genelde birkaçına takılıverir. ve yine bu on iki yöntem ile çok kesin sandığım bazı hakikatlerimi masaya yatırma şansı buldum ve bakış açımı değiştirdim. ciğere yetişemiyorsam, yetişemiyorumdur. murdar değildir yani. başta da belirttiğim gibi gerçek sadece gerçektir. acı filan da değil, gerçektir, o kadar. kabul edin, sevin, yaşayın, bilin veya bilmeyin; gerçek yalnızca sizin ona karşı olan tavrınıza kayıtsız, sapasağlam, görecesiz ve buz gibi bir gerçektir.
en tehlikelisi olan on üçüncü ama onu işletmek bir hayli zor. yedinci ilkenin azmışıdır kendisi… o da ben insan olduğum için her şeyi insansı, insan biçimci, antropomorfizm içinde düşünme tehlikesine düşmemdir. evren devasa, yaşlı, kayıtsız ama minicik bir böcek olarak ben ve beynim, kendi sınırlarımı yok sayarak her şeyi insansı anlıyor olabilir miyim? evrenin anlaşılabilir olduğunu da nereden çıkardım? kendisinin bana böyle bir sözü olmamasına karşın… kendi sulu sakatatımın dışında düşünme şansım asla ve asla yok. aynı beyne sahip canlılar arasında bile bu kadar bariz düşünce ayrımları varken bir de mesela uzaylılar gelse, bizim yazdığımız hiçbir şeyi anlayamazdı. alfabemizi bilse de anlayamazdı. ya da dünyadaki tüm insanları öldüren bir virüs düşünün; tek bir insan bile kalmadığında, o dünyada kalan şey nedir? adalet kalır mı? güzellik, dürüstlük, samimiyet, okumak, düşünmek? insanı çekince yok olan her şey insansıdır.
bir de freud diye bir adam yaşadığından beri başımızda bir bela var.
kendisi orijinal bir fikir babası olmaktan ziyade muhteşem bir pazarlamacı, abartıcı, derleyici ve okurdur. platon’dan beri konuşulan bilinç harici dehlizin, nietzsche’de de kokusunu almış ve dostoyevski’den öğrenerek güzelce abartmıştır. abartmak diyorum, çünkü “her şey” bilinç dışı hâline getirilerek konuya vurgu yapılmıştır. “bilinç altı” tabiri biraz demodedir. aslında freud’un çizdiği iç harita çok iyi çalışıyor görünmektedir.
id ki vahşi tutkular ve hiddet ve şehvet ister hem de hemen!
süper ego ki insaf, ahlâk, utanç merkezidir.
ego da bu ikisi arasında kalmış olan bendir, benliktir.
freud’un kurduğu psikoanalizm okulu tüm dünyada korku ve heyecan yaratmış, sonrasında en sadıklar bile teker teker kopmuştur. freud’u en şaşırtanı jung’tur. problem şu ki freud insanı salt içgüdülerden, karanlık rüyalardan, tutkulardan, kıskançlıktan ibaret, cinsel sembollerin içinde kıvranan bir yaratık hâlinde tanımlamıştır. yani insanın insani yönünü, farkında olan yönünü ihmal etmiştir ya da ciddiye almamıştır. freud’dan kopanlar ile o hareketler ayrı yönlere gitmiştir ama hiçbir ciddi psikoloji otoritesi bilinçdışının varlığını inkâr etmez, edemez.
problem ciddi olmayanlarda. “bela” dediğim oydu konu başında.
aslında böylesi felsefi veya bilimsel konuların havas, elit, seçkin arasında konuşulması ve avama, halka, cahile mümkünse hiç duyurulmaması yeğdir. âlimler bir işi tartışır ve elli yıl sonra bu halka sirayet eder. olanlar da olur.
freud’un bilinçdışı halk tarafından duyulduğundan beri ayaküstü analizcileri önlerine çıkan herkesin bilinçdışında olan şeyler hakkında bir şeyler uydurmakta, bu inkâr edildiğinde de bunun da bir bilinçdışı mekanizması olduğu savunulmaktadır. yani ağız tadıyla bir homofobik olamazsınız mesela. muhakkak “gizli homo”sunuzdur. kıskanıyor da olamazsınız sevgilinizi, karınızı; çünkü kendinize güvenmiyorsunuzdur. nefret edemezsiniz çünkü bu bir “gizli aşk”tır. niçin? çünkü öyle demektedirler. inkâr etseniz de bilinçdışınız kendisini savunmaktadır. uydur uydur söyle…
bu ve buna benzer saçmalıklar ile bilinçdışına var derken bilinci inkâr hatasına düşerler. evet, bilinçdışı vardır ama bilinç de vardır. felsefenin amacı bilinci kalınlaştırmak ve bilinçdışını bir inkâr bölgesi olmaktan çıkartıp bilinç işlerini üstlenmiş bir yardımcı mekanizma hâline getirmektir.
yani aslında iyi bir filozofun karanlık ve bilinmez bilinçaltından söz edilemez. onun bilinçaltı ona kolaylık sağlar.
psikanalizin çektiği acı başka şeylerde de var…
bu sıralar zavallı kuantum da aynı durumda. koskoca fizik dalının düştüğü hâlleri görünce içim sızlıyor. kuantum başlığı olan ama kuantum ile uzaktan yakından ilgisi olmayan bir dolu sayfa ziyanı ortalıkta dolaşıyor maalesef. “kuantum enerji terapisi” gibi saçmalıkları görmeden öldüğü için çok şanslı heisenberg ve arkadaşları.
bilim 90’ların sonuna kadar tübitak’ın harika basımlarından öğrenilirdi. biz de oradan öğrendik ve sahiden bilimdi. sonra ortada bilim-imsi şeyler dolaşmaya başladı. bilim olmayan ama içinde bolca bilimsel ibareler geçen istismarcılar. evet, terim hırsızlığı bir bilim istismarıdır. gerçi yüzyıllardır yapan taraf olmadığımız için bizde bilim hep bir emanet, ürküten bir soğukluğa sahip oldu ve onu tutarken lastik eldivenler taktık. ağzımıza filan da tam oturmaz. hani yeni evlilerin kayınbabasına “baba” diyememesi gibi. ya da eskilerin kocasına ismi ile hitap edememesi gibi… böyle… mühendisimiz bile saçmalar bilim hakkında konuşurken. dam der şam der.
“bilim insanları çözemedi.” diye bir başlık görürseniz koşarak kaçın. hiçbir bilim insanı heyeti toplanıp da “ilginç” gizemleri çözeyim diye beklemez. işleri güçleri vardır, dalları vardır. ayrıca bilimin bir şeyi çözemediğini niçin söylüyorsun ki? evrende bildiğimiz değil bilmediğimiz çok. çözebildiklerimizi konuşalım.
aslında “bilim insanları” tabiri de yeterince kaçılası bir kelimedir. yine bir lastik eldivenle emanet tutuş… şu olur ama: “stanford üniversitesi’nden bir meta-analiz çalışması”
gördünüz mü böyle başlık? nadir… ama şu gırla: “bilim cevap veremedi!”
bilimin ne olduğunu bilmediğimiz için ne olmadığını da bilmiyoruz. pek çok mevzu vardır ki bilim ilgilenmez. filanca şiirin güzel olduğu hakkında bir soru sorulamaz bilimsel olarak. paralel evrenleri araştırmaz bilim. şunu da demez:
“bilim insanlarının yaptığı araştırmaya göre adaletli davranış için sözde durmak gereklidir.”
komik geliyor değil mi? farkı yok aslında. tanrı da bilimin konusu değildir, ruh da. yani demem o ki bir konunun bilimsel olabilmesi için konunun buna elverişli olması gereklidir. üzerinde bilim çalışamıyor ise konu değersiz değil, bilim için elverişsizdir, deriz. iki şart koşarız:
ölçülebilmeli;
yanlışlanabilmeli.
bu tanıma göre mesela freud’un psikoanalizi de bilim değildir.
bilimin ne olmadığını öğrenmek için alper bilgili’den “bilim ne değildir?” isimli kitabı öneririm.
felsefe için durum öyle değil. felsefe her alanla ilgilenir. teçhizatı buna uygundur. bilimin bittiği ve olduğu her yerde felsefe vardır ki bilim yaparken bile bazı felsefi ön kabulleri varsayarız. en azından bazı formlarda nedenselliği öngörürüz. yani taşı attığımda yere doğru gidiyor ise “burada bir ilişki var.” deriz.
david hume ve gazzâli buna itiraz eder. ikisi de bunalımı ile ünlüdür.
gazzâli der ki “ateş pamuğu yakmak zorunda değil. bu bir âdettir, kaide değil. “
işte bu sözü, sadece bu eş’ari tavır, o güzelim düşünce devrini, 11. yy aydınlanmasını, islam’ın altın çağını bitirmiştir. çünkü doğada bazı şaşmaz kaideler yoksa onunla meşgul olmanın da lüzumu yoktur. bu yasa gibi görünenler yaratıcının birtakım alışkanlıklarından ibaret ise doğada incelemeye değer bir şey yoktur çünkü doğa duruma göre davranmakta, tavır değiştirmektedir ve en önemlisi “doğa” diye bir şey yoktur. mutezile ise şöyle haykırmıştır; “yaratıcı şaşmaz bir düzen kurmuş olamaz mı?”
eş’ari cevap; “olamaz.”
ve bilim durmuştur.
bunu biraz abartılı anlatıyorum elbette. bir teoriyi seslendirdim. gazzali’ye çok yüklenmemeli diyen de var. moğol istilası ve selefiler, diyen de var ki gazzali, mantığı olmayanın hükmüne de güven olmayacağını söyleyerek, medreselere mantık dersini koydurandır. kendisini tam anlamanın tam bir yolunun bulunmama sebebi hayatı boyunca devamlı fikir değiştirmesidir.
nedenselliği tekrar kurtarmadığını biliyoruz, bu kesin. ateş pamuğu hâlâ yakmıyordu öldüğünde.
aslında inanılan yaratıcıyı da alçaltıcı bir inançtır devamlı aktif, keyfi müdahalenin devam ettiği evren görüşü. bu evren görüşüne göre yaratıcı, kendi murat ettiği biçimde tıkır tıkır işleyen bir evreni yaratamamıştır ve maalesef evrende yolunda gitmeyen gelişmeler için ara sıra müdahalelerde bulunmaktadır. buna inandığın an inandığın yaratıcı ya bilgi ya güç noksanlığına sahiptir. kendisi bizzat zamanı yaratan yaratıcı için bu zaaf, olacak iş değildir. tüm noksan sıfatlardan münezzeh ise icap eden şudur, geleceği ve her atomun yerini ve adedini yani her şeyi bilmekte ise, gelecek tüm saniyelerde nasıl olmasını diliyorsa o şekilde bir ilk fiske ile big bang ile yaratır ve yaratıcı tarafından hazır kurulmuş olan mekanizma saat gibi tıkır tıkır işler ve revizyona, düzenlemeye, dış müdahaleye ihtiyaç duymadan mevcut yasaları ile devam eder. yani yaptığını tam yapamayan, sonrasında revizyona giden tasarımcı insandır. insandır çünkü insan sonsuz bilgi sahibi değildir. evreni tasarlayanın sonsuz bilgiye ve güce sahip olduğuna inanıyorsanız, burasının kendi şaşmaz yasalarında işleyen bir kapalı küvez olduğuna da inanırsınız. hatta yine inanıyorsanız, mucizeleri bile buranın bilinmeyen yasalarına verirsiniz.
bu şöyle: elimde on tane zar var. nasıl fırlatırsam hepsini birden altı getiririm? işte her zarın ağırlığını, hacmini, sürtünme katsayısını, masanın dokusunu, havanın nemini, sıcaklığını vs. bilirsem, öyle mükemmel bir fırlatış yaparım ki hepsi altı gelir. yok, dokuz tanesi geldi de bir tanesi gelmedi ise elimde sonradan onu düzeltmek benim hesabı doğru yapamadığımı, yani benim bir eksikliğimi gösterir.
bir zamanlar benim de yakınlık gösterdiğim nedensel ispatlanamazlık, eşya ilişkilerindeki görünür yokluk, teorik olarak o kadar hoşuma gidiyordu ki tekrarlayıp duruyordum. oysa başta belirttiğim; filozofun en mühim ödevi tatbik edilebilirlik kaygısı gütmesi, asıl gayesinin yaşanabilir bilgelik olması. işte bu nedensellik karşıtlığı ile yaşayabilmenin hiçbir bilinen yolu yoktur.
sabah evden çıkar, asansörün düğmesine basarsın ve gelmesi ile basman arasında ilişki görürsün. asansör gelir ve kabine doğru adımını attığında gidebileceğini düşünürsün. ineceğin kata bastığın gideceğini düşünürsün. ne bileyim, arabanın direksiyonunu sola çevirince bilirsin ki sola gidecek. “hayırlısı olsun.” demezsin. araba sola gitmezse bir arıza varsayarsın. yine tekniğe başvurursun.
bilim ve din ilişkisi tartışılır bazı modernist hocalarca ama ikisi o kadar ayrı şeylerdir ki. doğanın ilkelerini araştırmakla gönlündeki inanç, ahlâk ve ilahi sevginin en ufak bir dirsek teması bile yoktur. ne karşıttır ne zıttır ne ilişkilidir ne ilintilidir.
felsefenin belli teorik seviyelerinde bilimi eleştiren şeyler okuruz. doğrudur da belki belirli açılardan ama bilim elimizdeki tek şeydir. evet; bu soğuk, hastalık dolu, büyük ve yorucu dünyada elimizdeki tek şeydir ilim ve fen.
“kuantum enerjisi terapisi” yaptırıyor, şifalı otlar içiyor, meditasyonla, hacamatla, sülükle uğraşıyor olabilirsiniz ama böbreğinizde taş olduğunda modern tıbba koşuyorsunuz. işte kızsak da ona duyduğumuz gizli güvenin ve tek çaremiz olduğunu bilişimizin tezahürü.
arthur c. clarke’ın romanı “2001: a space odyssey” sinemaya uyarlandı dev yönetmen kubrick tarafından ve orada ilkel insanın bir kemik ile yani ilk teknik alet ile başlattığı macerayı, uzay gemisi ile ilişkilendirildi. var mı farkı? bir sopayı alır, vahşi hayvanlardan korunursunuz. bu ilk bilimdir. binlerce yıl sonra da saniye hatasız mars’a modül gönderirsiniz. kimse bilime tapın demiyor ama son gelişmeler saygıyı hak etmiyor mu? yüzlerce kilometre ötedeki annen ile anlık görüntülü görüşme başlatabiliyorsun ve bu kolaylık dünyanın çoğu yerine yayılmış durumda. biz çocukken bilimkurgu olarak bile çılgın gelirdi.
hayvanların bilimi olmaz ama tekniği olabilir ki bilim için akıl değil zekâ gerekir. bazı hayvanlar vardır, bazı insanlardan zekidir. insanın en önde olan tarafı zekâ filan değildir. sizi eski kedimle tanıştırmak isterdim. kurnazlıkta fenadırlar. görgü deseniz, hayvanların tecrübesi de vardır ve faydalanabilirler. hatta yaşlandıkça bir çeşit bilgelik bile kazanırlar. onlarda olmayan akıl, aklın sezgi parçasının zayıflığı yüzündendir.
işaret dili bilen koko isimli bilge gorilin son sözleri:
“ben gorilim. ben çiçeğim, hayvanım. ben doğayım. koko insanı seviyor. koko dünyayı seviyor. ama insan aptal. koko üzgün, koko ağlıyor. zaman akıyor. dünyayı düzelt. dünyaya yardım et. acele et! dünyayı, doğayı koru. doğa sizi görüyor! teşekkürler.”
aklı hep sevimli anlattık ama başka bir yönü de var.
milyarlarca yıl boyunca evrende çarpışan gezegenler, gök taşları filan vardı ama kötülük yoktu. canlılar var oldu ama kötülük yine var değildi. fareyi yiyen yılan fareye kötülük etmez. yılanı avlayan kartal da yılana. doğa bu dengesi içinde iyilik ve kötülük olmayan, ancak “doğal” diyebileceğimiz akışı içinde sürer gider. acı mı? bolca mevcuttur ama bu acı kötülük değildir. kötülük ile akıl aynı anda ortaya çıkar. aklın olmadığı yerde kötülük de olmaz ve kötülük olmadığı için iyilik de tabii. yani canlılar hayatta kaldı veya öldü milyonlarca yıl ve asla kötülük de yoktu iyilik de.
bundan milyonlarca yıl önce sopayla hayvanları korkutmayı öğrendik. az evvel, bilim diye espri yaptım ama teknikti öğrendiğimiz şey. sonraları ateşi bulduk yarı tesadüfi bir şekilde ve pişen et daha proteinli beslenmemizi sağladıkça beynimiz büyümeye başladı. kötülük mü? hâlâ yoktu… zekâmız vardı, görgümüz de tabii… ama sezgimiz tam gelişmiş değildi. aklın bileşenleri çarpma ile bir araya geldiği için de sezgisiz bir akıl mümkün olmaz. aklımız zayıftı. gelişmekte olan sezgimizse nesilden nesle daha akıllı bir ırkı meydana getirdi. herkes rahmetli dedesi ile torunun aklını kıyas ediyordu ve şaşırıyordu. neslin aklı gelişiyordu…
mağaralarda yaşadık, bıçak yaptık, üstümüze bir şeyler giydik, sopaları çeşitli amaçlar için kullandık ve sezgilerimiz belirli bir olgunluğa erişince içimizde bir estetik itki ve dürtü hisseder olduk, mağaralara resimler yapmaya başladık. el izi bıraktık, hayvan resimleri yaptık ve kemikten bir flüt ile dünyanın ilk flüt sesini çıkardık.
sezgimiz gelişmişti. bu ses çok güzeldi.
şu sezgi konusunu bir açalım hele.
bir sezgi âleminden bahsetmiştim üstü örtük. ispat edemem ama ikna ederim. yemin edemesem de söz veririm.
geleceği öngörmek, telepati, garip rüyalar, duru görü, ilhamlar, ortak bilinç dışı imgeler, ortak sezgiler gibi açıklaması henüz olmayan pek çok fenomeni derleyip toplayıp çözen, cevap veren çok kadim bir inanca başvuruyorum. ibn-i arabi’nin “ayan-ı sabite” dediği şeye benzeyen, sezgi âlemi, rüya âlemi de denen, jung’un “arketipler” dediği ortak bilinç dışı havuzunu, platon’un idealar dünyasını, doğuştan gelen bilgileri, ilhamları, sezişleri, erişleri içeren bir zamansız ve mekânız yağmurdan bahsediyorum. orada devamlı süren bir yayın var. ortak imgeler, idealar var ve orayla hep bir irtibatımız var. bu irtibat en çok rüya görürken zirveye ulaşıyor. mekânsız dememdeki sebep, dünyanın öteki ucundaki biriyle bile bu garip bağın sürmesi. bu konuda, yavrusu ölünce kalbi hızlanan tavşan deneyleri vardır. zamansız dememdeki sebepse, ölüp gitmişlerin, doğmamışların bile oradan bir şekilde yayın parazitine karışması. bunu çok net bir bilgi alışverişi gibi düşünmeyiniz; irrasyonel bir şekilde bulamaç olmuş, karışık ve rastgele değişen imgeler… ben kâhinlerin geleceği bu şekilde sezdiğini düşünüyorum.
“efenim, ben bu şeylere inanmıyorum.”
reddedemeyeceğimiz kadar çok sayıda bildirilmiş tuhaf fenomen var. bir iki sıra dışı münferit hadise olsa üzerini örter geçerdik ama tarih bunlarla dolu. sultan tarlacı’yı araştırın derim.
rasyonel akış yani zekâ + görgü kısmı gelişkin olanlarda sezgiler zayıftır genelde. canlı türlerinde de öyle, insanlar arasında da. hatta hâlet-i rûhiyemize göre bile değişir bu oran. melankolik veya âşıkken rasyonel akıl zayıflayıp, sezgisel akıl kabarır. estetik yağmur ve sanatsal ilhamın kaynağı da işte orasıdır.
ben orada doğuştan vahdet, haşir ve ahlâkın bulunduğunu düşünüyorum. ispat edemem ama ikna ederim. yemin edemem ama söz veririm.
vahdet, yani tek tanrı’nın varlığı… haşir, yani ölüm sonrası sorgu ve hayat… ahlâk yani kötülük olan ve olmayan şeyler…
bazı tartışmalar vardır -ilerleyen bölümlerde tartışacağız- ahlâkın rasyonel temelinin olmadığını iddia eder. ahlâk sezgiseldir. iyi değilsek bile iyinin ne olduğu hakkında kanaat sahibiyiz yaklaşık olarak. en azından kötü niyetli olduğumuzda bunu seziyoruz. bunun formülü filan bulunabilmiş değil. sezeriz işte, o kadar.
maceramızı anlatıyorduk… her şeyimiz gelişti ve aklın en son gelişen kısmı olarak sezgilerdi kalan ve geliştikçe resimlerdi yaptığımız mağara duvarlarına.
anne babasından akıllı olan bir çocuk vardı ve büyüdükçe de gelişkin olan aklı iyice oturuyordu. nihayet rüştüne erince yeryüzündeki ilk kötülüğü işledi, ilk günah, ilk yasak, yasak ağaç…
semavî dinlerde benzer anlatımlarla sunulan yasak meyve kıssasının metaforik, simgesel pek çok anlatımı bulunuyor. ilk mülkiyet duygusu olması fikri yakın gelir hep bana.
ama netice olarak aklın kemâli ilk kötülüğü getirmişti ve kötülüğün mümkün olması da iyiliği mümkün kılmıştı. yani homo sapiens yüz binlerce yıldır yeryüzünde dolaştıktan sonra artık âkil olmuş, kötülük mümkün olmuştu. o artık dine de muhataptı.
bir de şu anlatılır; iblis, topraktan olana secde etmeyeceğini söylediği için ilk kıyas yapanmış ve kıyas, işte böyle şeytanî olanmış! tüm ulema bu tuhaf teoride ittifak etmiş; ben asla katılmıyorum. iblisin yaptığı şey felsefe olduğu için kabahatli değil. iblis kötü felsefe yaptı. yani aklını iyi kullanamadı. felsefeyi düzgün yapsa toprağın ateşten üstün olabilme ihtimali ve bunu secdeden sonra araştırma yapacağı ihtimali, secdenin bir üstünlük belirtmeme ihtimali gibi durumlar dikkate alınarak secde eder, secde bitince mevzuyu araştırırdı. yani iblis felsefeyi değil, kötü yapılan felsefeyi temsil ediyor.
bunlar fevkalade nâzik mevzular.
beşer, insan olma yolunda…
bedensel uzuvları gelişip güçlendikçe, biyokimyasal düzeyde değişimler de geçiriyordu, sosyal değişimler de. asıl değişmesi beklenen şey en son gelişiyordu, yani insanı insan yapan şey yani gelişkin bir ön beyin lobu ve korteksi. ve korteksin yaptığı en kompleks faaliyet olarak felsefe.
insanlığın, tarım devrimi ile ani bir şekilde zekâ gelişimi yavaşladı buğday yüzünden ama durmadı çünkü artık kültürü vardı. nihayet antik yunan’da ilk saf akıl ürünleri çıktı. hikmet sevgisi, felsefe…
birbirine yakın dönemlerde hindistan’da buda, çin’de konfüçyüs ve lao tzu, bilgelik öğretilerine başlamıştı ama bunlar tam anlamıyla saf us sayılamazdı.
antik yunan’da (aslında ilki muğla’da) öyle bir akıl fışkırışı başladı ki bunun dünya tarihinde adedi üçtür. ani bir kalabalık üç yüz yıla yayılmış bir hâlde püskürdü o coğrafyadan ve aniden durdu. thales ile başlayıp aristo ile kemâline eren üç yüz yıllık düşünce mirası ve pırıl pırıl akıllar… sonra ılık karanlık… daha sonra islam aydınlanması ve çeviri faaliyetleri, yani kindi’den ibn rüşd’e kadarki üç yüz yıllık akıl ve aydınlık çağı… ve karanlık… en nihayetinde de galileo’dan nietzsche’ye üç yüz yıllık beyin devrimi ve sonra başlayan modern çağ… ama unutulmamalıdır ki bu akıl mirası, kökün babaları olan antik yunan’ın iki devi, platon ve aristo’ya düşülen dipnotların dışına da çok çıkılmış değildir. hemen hemen tüm başlıklar bu iki dev deha tarafından zaten atılmıştır.
ahmet arslan’ın da dediği gibi türkiye’de kimi kazısanız altından bir platon çıkar. şunu da ben diyorum, platon’u da kazısanız parmenides ve pisagor çıkar. bunlar kabaca şunu der;
“boş ver eşyayı tek tek incelemeyi. sen ilkeyi düşün ve tartış. eşya zaten uymak zorunda yasaya, matematiğe, ideaya.”
benim 2017’ye kadar devam ettirdiğim bir “duruş” dolu çağım var; “her şey durur” diyen parmenidesçi ve platoncu… o çağdan vazgeçip heraklitosçu “her şey akar”a geçtiğimden beri her şey akıyor. ya da aristo’nun dediğine uyarak, eşyaya bakıyorum. ona bir fikri dayatmıyorum. çünkü biliyorum ki evren güzel olmak zorunda değil. aslında anlaşılır olmak zorunda bile değil.
yani mâlum ilme uymaz, ilim mâluma uyar.
biz şunu yapıyoruz, önce bir şeye isim veriyoruz, sonra da o şeyi kendi koyduğumuz ismin içine sokmaya çalışıyoruz. ilişkimize arkadaşlık mı diyelim, sevgililik mi, yoldaşlık mı? ne önemi var ki? koyulmuş ismin içine mi gireceğiz? sen güzeli güzelce sev; ismini koyamayan tarih utansın.
us kitabıma ve felsefeme dair eleştiri, yorum, görüş ve soruları aldım. ölümlü bir hayat için üç saatin harcanabileceği en değerli aktivitelerden biri oldu bizim için. üç saatinizin değerli olduğunu biliyorum ve -arayan yolcular için- bu üç saate ben kefilim.