içimdeki öteki

  • 7 dakikalık bir metin-

tam yirmi yıldır hiç şüphe etmeden savundum bilinçdışı denen şeyi. savundum derken, freud’un anlattığı formuyla savundum. bilhassa son zamanlarda önce, rastladığım bir sartre yazısında, sonra da yazılmış en cüsseli nietzsche biyografisinde şüphelerim katlandı. ben haritası üzerine bir yeni yapılanmaya gittim. yeni çizdiğim harita daha çok şeyi açıklıyor görünüyor. izah edeyim. bu dediklerimi de tam tekmil bir teori değil, sesli düşünme sayınız çünkü hamlar. ilk keşif heyecanıyla buraya yazıldılar.

freud bir bilinçsiz, şuursuz canlı tanımladı ve bunda da haksız değildi ki insanlık budur. ekserisi şuursuz doğar, şuursuz yaşar ve şuursuz ölür. bu böyledir. o yüzden bilinçdışı değil bilinçtir ilginç olan. keşfedilecek bir şey var ise bu bilinçtir. freud’un keşfinin ses getirmesinin sebebi bu şuursuz yaratıkların kendilerini şuurlu sanmaları. değilsiniz dedi freud, değillerdi. çoğu eylemimizin kökeninde duygular, bastırılmış arzular var ve onlara mantıklı kılıflar uyduran beyin kabuğu. evet, bilinç sanılan şey bir bahane makinası gibi iş gören bir şey.

yani aslında otomatik pilotta doğup ölen milyonların eylem ödevleri zaten binlerce yıldır belli. binyılların bilgeliğinden süzülüp gelmiş de onaylanmış sanılan yasalarla, ezbere duygularla ve reflekslerle yaşamını süren milyonlar. refleks kelimesi mühim çünkü şuursuz insanın yaşamı koca bir refleksler toplamıdır. ben dediği şey de sadece bir edilgen şahit hükmünde acı çekmekte, var olduğunu sanmaktadır.

bu şuna benzer, ata binmiş gidiyorsun ama aslında at istediği yere gidiyor. sen de “deh” filan diyorsun. veya tasmalı köpeğini gezdirdiğini sanıyorsun da o seni gezdiriyor, haberin yok. küçükken biz çarpışan arabalara binerdik. orada bozuk bir direksiyon olurdu, işlevsizce dönüp dururdu. biz de arabayı sürdüğümüzü sanırdık. aklıma o geliyor. bir de şey… atarilere giderdik. jeton atmazsanız oyun kendi kendine oynamaya başlar demoyu. o sırada siz rastgele düğmelere basarsınız da kendinizi oynuyor sanırsınız. işte kendimiz üzerimizdeki hakimiyetimizin durumu bu.

ilk aşama bunu fark etmek.

ve ben demek için, öteki değil demek, yani biz’den kurtulmak…

doğduk büyüyoruz, toplumda bir yer ediniyor, kavga ediyor, seviyor, seviliyoruz filan ama tüm bunların tamamı tüm canlı doğa ile aynı yasalarla gerçekleşiyor. yani ben, henüz icat/keşif edilmeden tüm ömür geliyor ve geçiyor. evet, bizim tüm “ben” demelerimiz bir dil sürçmesidir ve ben derken gizliden fark ettiğimiz acı duyan teni kastetmekteyiz. acı da duymasa tenimiz, hepten biz olacağız. bir insanlığın, milletin, toplumun, ailenin ve ilişkinin içindeyken yaratılmış olan “biz” illüzyonu ile yaşar ve ölürüz. illüzyon ne demek? var olanın yok görünmesi veya yok olanın var görünmesi veya mahiyet değiştirmiş sanılması demek. yani halihazırda olan, olanın kendisi ben+ben+ben iken biz onu biz sanırız. maddenin yapıtaşının atom olması gibi toplum da yapıtaşlarına ayrıldı aslında hümanizmle birlikte ama henüz yankıları bize ulaşmış sayılmaz. buna bir tepki olarak çıkış yakalayan kolektivizmin yani özel adıyla komünizmin yükselişiyle de batı karşıdevrimle tanıştı ki doğu zaten kolektivistti. doğuya kolektivizmin gitmesine gerek yok; tüm ortadoğu, anadolu, arabistan, iran, ırak, buralar zaten kolektivisttir. biz doğar ve biz ölürler, ben hiç yeşermez.

insanlığın çocukluk çağlarından, yani bir ferdin fert olmadığı günlerden kalma olan biz illüzyonu, gerçek “ben” deyişler ile yıkılıyor. bunun için ben’in güçlenmesi, biz’in illüzyon olduğunun keşfedilmesi gerekiyor.

biz’den ben’e çıkış, burada anlatıldığı kadar masalsı değil. mutluluk verici hiç değil. on bin yıllık ahlak yasalarını terk ettiğiniz an kendi yasalarınızı kurmak zorunda kalırsınız. bizler toplum olarak yaşıyor değilsek, üzgünüm, ölmek zorundayız. evet, ben ölür biz değil. çünkü biz’in içindeki fertler ölse de önemsizdir, onlar organizmanın önemsiz hücreleridir. önemli olan dinin, milletin, takımın, ruhun, cemiyetin, ailemizin, fikrimizin, davamızın yaşamasıdır. o yüzen ölüm ve ölüm korkusu başlar ben olmakla. yasamız, özgürlüğümüz, sorumluluğumuz, anlamımız, ölümümüz ve yalnızlığımız… bunları fark ettikçe tekrar biz’e dönesimiz gelir ve kimilerimiz döner de nitekim.

buralara geldikten sonra delilik kıyısı başlıyor, uyarayım. az değildir buralarda deliren. evet, hakikat delirticidir.

tüm hayatı bilinçsiz refleksler ile yaşamaktan gerçek eylemler yapmaya geçirişte çok önemli farkındalıklar var.

az evvel işaret ettiğim dört dehşet ile mücadele, mühim.

ikincisi nesne olmaktan özne olmaya geçiş. falancalar benim hakkımda ne düşünür, üzerine kurulan hayatlar nesne olmaktan çıkamaz. benim etimin senin gözündeki imajını imajine ederek, imajın imajını adam etmekle ömür tüketiyorumdur belki de… bundan büyük kölelik olur mu? soruyorum: en büyük kölelik bu değil mi? görünüşten oluşa geçmek çok zor ve büyük bir adım ve sert bir kopuş.

dipnot: sana bir şey anlatıyorsam, bunu senin anlayacağın dilde anlatmaya çalışıyorsam, kendime değil anlattıklarımın imajına makyaj yapıyor olabilirim; bunda beis yok. anlattıklarım şeydir ve şeyleşmesinde sakınca yoktur ve anlattıklarım ben değildir. özne olan bensem, nesne olmaktan korunması gereken, şeyleşmekten uzak tutulması gereken benim.

üçüncüsü edilgen olmaktan etken olmaya geçiş… maruziyet ve teslimiyetle geçen koca bir kurban rolü hayatından, aktif bir aktör olmaya geçmek pek feci. bu adım pek cesurca, pek büyük.

freud konusunda düştüğüm şüpheye gelirsek…

bilinçdışı benden bir şeyleri saklıyor ve bana çaktırmak istemiyor güya. sartre’ın freud eleştirisinde şu vardır: sansürcü bir ben var öyleyse orada ve bir de asıl ben varım. aslında bu benler o kadar karışık ki id, ego, süperego üçlemesinde üç tane mi ben var? bunlardan sadece ego bensem, diğer ikisi sadece ses mi? platon “üç ruh” der, aristo da “bir ruhun üç yönü”. yani burada bir ben enflasyonu var. oysa bilirim ki ben bir tek şeyim. bir savaş varsa da yekvücut olan bende değil, kendini ben sanan diğer birimlerle benin arasında var.

karıştırmadan geçeyim… bedenin üzerinde tepinen bir ruh yani ben var. ama bunu deyince problem çözülmüyor çünkü beden ve ruh deyince neyi anlamak gerekiyor? bedenin içinde beyin de var unutmayın. zekâ, eğilimler, alışkanlıklar bedende, yani beyinde. o yüzden ehlileştirilmesi gereken at bedenimizse, o atın jokeyi de ben, yani ruh. işte bilinçdışı denen şey bedende fakat orada bir sansürcü falan yok. tekrar ediyorum, bilinçdışını benden saklayan bir nöbetçi yok. ne var? beceriksiz bir ben var. oradaki çöplükte aradığını bulamayan, aramayan, orayı yönetemeyen, kölesine kölelik yapan bir ben var. işte bu ben’in özgürleşmesinden söz ediyorum. sıkı bir beden kullanım kılavuzuna ihtiyacı var o benin. sonra da harekete geçmeye. evet, bizler kölemize kölelik ediyoruz.

aslında hazır anlam paketlerini varsayılan reflekslerle veren, o anlamları sanki doğada görüyormuş gibi, sanki anlam veriyor değil de anlıyormuş gibi davranan beden otomatiklerine bir başkaldırıdan söz ediyorum. bir savaştan, kandırmacanın bitmesinden.

buraya kadar -iki üç kelime hariç- varoluşçu gibi konuştum ama beni varoluşçuluktan ayıran nokta şurası.

varoluşçuluk, tüm bunları dedikten sonra istediğin anlamı ve kendiliği yaratmanı salık verir ve bunda gücünün olduğunu söyler.

ben tam bir hürriyet içinde olduğumuzu düşünmüyorum.

eğilimler, demiştim az evvel. evet, bir kendilik eğilimi, temayülü, kokusu ile doğuyor ve yaşıyoruz. bu kendiliği inkâr ederek var kalıyor çoğumuz. işte bu kendilik, tastamam bir ödev listesi değil ama kabası bitmiş bir inşaat gibi. yani betonarmesi tamamlanmış olan inşaatta, uygun yerlere duvar yapmak, o duvarları istediğin renkte boyamak, istediğin malzeme ve mobilyalarla orayı döşemek elimizde ama kat çıkamıyoruz mesela. o yüzden o inşaatı sıfırdan yaptığımızı söyleyen varoluşçular ile bitmiş binanın içinde yaşadığımızı söyleyen kaderciler arasında bir yerdeyim. grideyim.

ahlak konusu da en büyük tartışma olarak kalır felsefede. ahlak yok desen, diyemiyorsun. tanrı varsa cennet-cehennem ahlakına itiraz edemiyorsun ama tanrı yok dersen hangi ahlaka yaslanacaksın, hangi gerekçeyle ve nasıl temellendireceksin?

ben derim ki cennet-cehennem inancı içindeki de bir temele sahip olduğu için ahlaklı değildir. ahlak, yani iyilik eğilimi bir içgüdüdür. cinsellik gibi tıpkı… cinselliğimizin de temelleri yoktur ya da mantıklı argümanlara yaslanarak cinselliğimizi var veya yok kılamayız. içimizden gelir, o kadar. uyku gibi savaşırsın, o ayrı ama içinden gelmektedir. yani yaratan şey temellendirme değildir, içgüdüdür. iyi olasın gelir veya kötü olasın gelir.

dipnot: ahlak teorim en çok salınım yapan teorimdir. us’tan beri bin kere sorgulanmıştır ve felsefenin bence en zor konusudur.

bence bir ödevimiz varsa kendilik ödevimiz var. birincisi, inkâr talebi yok; sahicilik bekliyor. ikincisi, kendilik mutluluktur; en azından yeterince. hem sahici hem mutlu eden bir denklem teklif ediyorum size. üçüncüsü, kolaydır. kendin olman öteki gibi görünmeye çalışmandan kolaydır, daha az yorucudur. rahat uyutucu, sabahları uyandırıcı ve kendisi için yaşamaya değicidir.

işte kendilik ödevinin başına geçtiğinde ilk yapacağın şey kırbacını eline almak ve üstünde oturduğun halde kafasına göre gezinti yapan hayvana “çüş” demek. onunla bir savaş başlatmak ve bu savaşın bir ömür sürmesi.

diğer teklif; bu zorlu, sahici yolu reddedersen, kalabalıklar içinde huzurla yaşayabilirsin. huzurla ölür ve öldüğünde bile yaşamaya devam edersin. sever, sevilirsin ve anlamsız hiçbir şey kalmaz hayatında.

bu iki hayattan birini seç. ilkinde mutlu bir hakikat, ikincisinde huzurlu yalanlar bulacaksın.

dört dehşet

  • 9 dakikalık bir metin-

bilen bilir, kalabalık laflardan, gitmeyen misafirlerden ve mıymıntı konuşmalardan hazzetmem. o yüzden internette bulduğunuz dolambaçlı tarifler yüzünden arkanıza bakmadan kaçtığınız o “vâroluşçuluk” hakkında sade bir sohbet yapacağız. bilen bilir, felsefi jargonla düz duvarı bulmaca gibi göstermekte de mahirim ama az konuşmak, çok konuşmaktan güçtür, bilirim. vâroluşçuluk… ne ola ki? ilginizi çekeceğini düşünüyorum çünkü teori o ki tüm hayat sorunlarımız, haydi mütevazı olalım, tüm psikolojik sorunlarımız ona dayanıyor imiş.

filancanın falancanın varoluşçuluğu da var ama ben kendiminkini anlatayım.

üç tip vâroluş var.

-taş, toprak ve kuru yaprak, su, ateş ve havanın varlığı cansızdır. öyle idik bir zamanlar. hatırlamıyoruz. yani, cansız. cansızın tek ödevi çözünmek dağılmak, çürümek, düşmek. ilk varoluş şekli çürüme.

-ikincisine canlı veya beşer denebilir ki bakteri ile suyun farkıdır kendisi veya ölü karınca ile dirisinin. taş toprak düşer de kedi ve kuş hareket eder. şizofren’de örnekti, rüzgârda uçan kuru yaprak ile direnmeye çalışan kelebek kıyası. yani canlı olan her şey ürer, hayatta kalmak ister, çürümeye direnir ve korkar. sizin insan dediklerinizin çoğunun da varoluş biçimi budur. yer, içer, uyur, ürer, ölür. yani hayatta kalır. ikinci varoluş şekli hayatta kalma.

-ilki evrende çok fazla, ikincisi bizim gezegende bile belli yerlerde, üçüncüsü ise son derece nadirattandır. beşer olarak doğarız hepimiz ki bu da hayatta kalma hâlimiz. şayet başarabilirsek, kendimizi inşa ederiz, yaratırız, kendimiz oluruz, var oluruz, “ben” diyecek gücü buluruz veya diğer deyişle, insan oluruz. üçüncü varlık biçimi yaşama ki hayatta kalanların çoğu gerçekten yaşamaz. yaşamaya hayatımızın belirli bir evresinde başlarız. yani beşer doğar, becerebilirsek insan ölürüz. işte bu bizim elimizde olan varoluş biçimidir çünkü diğerleri inşa edilmedi, maruz kalındı. doğamız gereği etimiz çürümekte ve tenimiz hayatta kalmaktadır ama ruhumuzda bir “ben” olma potansiyeli vardır.  

anne rahmi denen cennetten, yarı cennet olan memeye, oradan da çeyrek cennet olan aileye düşeriz ve tedricen dünyanın kucağında buluruz kendimizi. ana rahminin sonsuz huzurunu özleriz. mutlu bir akvaryum balığı olduğumuz dokuz ayı… ama dünya hiç de öyle değildir ve yaşadıkça dört dehşet verici vâroluş hakikati ile başımız belaya girer. ya bunları inkâr ederek uyuşmalı ve mutlu akvaryum balığı hayali ile yaşamalıyız ya da uzayda savrulmakta olan bir yarım elma olduğumuz gerçeğini kaldırmalıyız. kaldırmak kelimesi kritik çünkü bu dörtlü okşanmak için değil, katlanmak için var.

çoğumuz işte farkında olmadan bu dört anksiyeteyi inkâr etme uğruna hayatlar kurar, iş kurar, âşık olur, evlenir ve hatta çocuk yaparız. fakat bu pis çete tehlikeli ve yapışkan olduğu için yakanızı bırakmaz ve her yastığa başınızı koyduğunuzda sizi boğmaya yeltenir. çözüm, yüzleşmek…

bu dördünü sırasıyla konuşacağız… örnekler de vereceğiz…

hayat… hayatta kalıyoruz veya yaşıyoruz… ölüm… ölüyoruz… var mı farkı? zıt anlamlı gibi dursa da ölüm ve yaşam bir nevi eşanlamlıdır. “yaşıyorum” demekle “ölüyorum” demek arasında fazla fark yoktur çünkü ikisi de bir ömür sürer. yetmişinde mezara girmiş birisinin ölümü yetmiş yıl sürmüştür. can çekişmesi de.

ölüm, dört dehşetin ilki ama herkesin krizi farklı olur. kimisi için özgürlüğe mahkûmiyet zorken, kimisine ölüm fikri zordur.

en kabûl etmiş görünenlerin bile belirli bir oranda derinlere gömdüğü, yüzleştiği veya yaklaştığında haftalarca kâbusunda gördüğü beyin sivilcesi işte budur: ölüm!

korkunçtur çünkü planlarımıza kayıtsızdır.

moralli gencin ölümü çok yıkar bizi çünkü o bile ölebiliyorsa bizim gibi içi geçmişe neler olmaz?

kaçmak için yaptıklarımız arasında en yaygını âşık olmak olabilir ki yarattığı illüzyon başka şeyde yoktur ve en etkili uyuşturucu, en etkili susturucudur. âşık oluruz; ne ölüm kalır ne şu ne bu…

ölüm anksiyetesinden en yaygın kaçış biçimi evlenmek ve çocuk yapmaktır ki sizi hatırlamakta olan bir kandaşınız sizi bir nevi ölümsüz kılar ve siz ölseniz bile toprağınızı sular, sizi anar. çocuk, ölümü unutturur. biri değilse de dört beş tanesi hayatı bile unutturur.

resim yaparsın, müzik yaparsın, roman yazarsın izin kalır, fotoğrafın kalsın diye çekinir durursun, beyazlarını kapatırsın, kırkından sonra bıyığını kesersin, yetmişinde ruj sürersin ve ölüm bir nevi dağılıverir.

hayat tamamlandığında, ölüm korkunçluğunu yitirir der, nietzsche. gidin ve yaşayın. sevin, sahilde çıplak koşun, yağmurda ıslanın, yardım gönüllüsü olun, gezin, sırtınıza ejderha dövmesi yaptırın, balkondan bağırın, ellinizde okul okuyun, altmışınızda dağa çıkın, sokakta deli taklidi yapın, yirmi yıldır sakladığınız şiirleri gün yüzüne çıkarın, çocukluk aşkınızı arayıp itiraf edin, sokak şarkıcılarının önünde dans edin.

şu illüzyondan kurtulun: doğarız, büyürüz, yaşlanıp ölürüz. hayır! ölüyken doğarız, yaşamın en keyifli, en lezzetli, en orta yerinde de küt diye yığılırız. yaşam bu yüzden güzel. ölüm sürpriz olmasa yaşam da tatsız olurdu.

korkmayın, ölümü tattık ama hayat hâlâ giz.

hayat sadece ölümden sonra değil, öncesinde de var. inanın, yaşayın!

hanımefendi der ki: “beni bu hayata sen sürükledin!”

vâroluşçu der ki: “bu hayatı seçtiğim için pişmanım.”

kurban rolü derler… esaret altında olduğumuz pozu bizi rahatlatır. güya özgürlük ister-miş gibi konuşuruz konu açılınca ama kaideler içinde tutuk olmak, uzayda savrulan yarım elma olmaktan yeğdir. hürriyet sonsuzken ne yapılır ki? tüm eylemler kendi sorumluluğumda olacak ve suçlayacak bir baba, koca, patron, iş, şehir, hayat bulunmayacak ve özgürlüğün bedelini bu her yaptığımı, bile isteye yaptığım fikriyle ödeyeceğim. o yüzden derhal inkâr etmeli ve yalan bir esaret yaratmalıyım. bahaneler üreteceğim bir kafes hayatı bulmalıyım.

işte o koca sartre bu konu için şunu der: özgürlüğe mahkûmuz!

fromm da şu kitabı yazmıştır: özgürlükten kaçış.

mesela bir arabaya binmek istemiyorsunuz, üç adam sizi karga tulumba alıkoydu, zorladı. bununla, kafanıza silah dayanması aynı şey mi? sartre “hayır” der çünkü ölümü seçebilirdiniz, hürdünüz. yani “mecburum” derken yalan söylüyorsunuz. hatta siz ısrarı, ricayı da mecburiyet sayıyorsunuz.

beyefendi der ki: “bu şehirden bıktım.”

vâroluşçu der ki: “o zaman git.”

gidebilirsiniz ama kalmayı seçiyorsunuz. öyleyse şikâyet etmeyin, eleştirin.

sevgilinizi terk edemiyorsunuz, değil, etmemeyi seçiyorsunuz. intihar etmekle bile tehdit etse, siz katil olmazsınız çünkü vâroluşçu şunu der:

“herkes kendi duygu ve davranışlarından kendisi sorumludur.”

işte bu yüzden beni kendine âşık edemezsin, kızdıramazsın, küstüremez, arkadaşım olamazsın, şayet ben dilemezsem. ben izin verdiğim için buradasın ve ben tercih ettiğim için yas tutuyorum terk edişine. duygularım tek yönlü fışkırır kellemden dışarı, girmez kulaktan içeri ben dilemezsem izinsizi.

“ailemden iyi terbiye aldım” demez vâroluşçu. uyandığı yıl yıkmıştır geçici inşaatı. ben kendim çizdim kendi karakterimi, kendim istedim de oldum olduklarımı ve istemedim de dönüşmedim olmadıklarıma! kendim…

der!

ailenin dini hak, mezhebi haklı, milletin köklü, dilin derin, babanın takımı şampiyon, biz hep iyi! bu muhteşem tesadüfler, sürünün otomatik karar refleksleridir ve hürriyet için harika uyuşturuculardır. sen seçtin ve seçebilirsin. şüphe et ve başla. çünkü,

özgürlüğe mahkûmsun!

yalnızız…

savaşırken, sevişirken, ölürken ve doğmamışken de…

en sevdiğimiz ile sarılmış haldeyken, etrafımızda on tur koli bandı ile sarsanız bizi ve aynı saniye ve salise öldürseniz, yine de yalnızız. pascal ne der?

yapayalnız ölürüz!

arımızda hep bir kapanmayan boşluk, hep o tuhaf uzayda sürüklenen yarım elma imgesi ile yaşar ve sırf yalnız olmadığımızı ispat için temas edecek bir ten ararız da ürpeririz buz gibi, değsek de değemesek de.

işte dört dehşetin üçüncüsü budur ve bir stadyumda da yalnızız, orduların içinde de, çölde olduğumuz kadar. bunu hissederiz ve akvaryum balığı olduğumuz cenin günlerimizi özleriz. sonra kıvrılırız, büzülürüz ve hüzünleniriz. yanımızdaki ile bir değilizdir çiftleşsek, çiftlensek, birleşsek de. değiliz…

yapayalnız yaşarız!

âşık olmak da hep olduğu gibi iyi bir illüzyondur.

illüzyon ne demek? tavşanın çıktığı yeri şapka gibi göstermek. işte birliktelik illüzyonu ile ortak hesaptaki sosyal medyalarınız, sarılmış bin kareniz, aynı renk giyimleriniz, bir elmanın iki yarısı pozlarınıza rağmen aranızdaki bitimsiz mesafenin farkındasınız ve “ben” kelimesini aldatma telakki edişiniz, birbirinizin telefonlarını, günlüklerini rahatlıkla karıştırıyor olmanıza rağmen yalnızsınız, hem de yapa-yalnız. iki ayrı “ben”in suni toplamı ile plastik bir “biz” imitasyonu olmuşsunuz ve kabahat ve iftiharları grupça göğüslemek kendinizi unutmanızı ve anksiyetetinizden kurtulmanızı sağlıyor. şunu da barizce biliyorsunuz ki “ruh eşim” dediğiniz sevgilinizden çok farklı düşünüyor ve deneyimliyorsunuz. birbirinizde hiçleşmek için harcadığınız emeği dikkate almazsak pekâlâ farklı hayatlardan gelmiş iki apayrı bireysiniz.

önce şu ağzınıza yapışmış “biz” lafından ve siz olmayanlara kullandığınız “siz” hakaretinden bir kurtulun hele. ben dediğiniz şeyi yaratmak uzun sürebilir ama önce kimlikten sıyrılıp kişiliğe, kişilikten de kendiliğe hicret edin. vicdanlarınızın etrafına kırmızı, sarı, yeşil yuvarlaklar çizin ve kırmızıdan içeriye kırk yıllık eşinizi bile sokmayın. orası sizsiniz. oraya -iyi niyetle bile olsa- ayak basan sizi işgal eder.

cennet ve cehennem biletleri de teker kontenjanlı, biliyorsunuz.

ölürken olduğu gibi,

yapayalnız doğarız!

“ilahi adalet” der bazısı. bazısı da “kötülük dolu” der “dünya”. bazısı “döner” der, “yaptığın iyilik.”. benceyse dünya adaletsiz bile değildir, keşke öyle olsaydı.

tüm evren insan denen böceğe karşı kozmik bir kayıtsızlık içindedir!

şimdi anlatılanlardan çocukları, hassas kalpleri ve ince ruhları uzak tutun. çünkü dört dehşetin en dehşetlisi olanı, anlamsızlığı konuşacağız. (+40)

her obje sana şunu sorar: bana ne anlam vermek istersin?

çok kez demişimdir, benim hayatım tesadüflere inanınca aydınlandı. ilahi mesajların sizinle bu kadar uğraştığı ve bu mesajları tabela okur kolaylıkta okuduğunuz psikolojisinden çıkın. birisinin ağzından kazara “rastlantı” kelimesi çıkınca ona “kâfir” gözüyle bakmayı bırakın. hayat tonlarca rastlantı ile kurulu. sizin “tevafuk” dediğiniz şey, sizin okur yazarlığınızdan derin, aşkın. o yüzden, ilahi boyutta bir anlam varsa var ve orada kuru yaprak adedinin de kaydı var. alfabesini bilmediğiniz kitabı okuyor numarası yapmayı, okuyamadığını itiraf edeni de aşağılamayı bırakın. bilmediğiniz soruyu boş bırakın. anlamak yok, anlam vermek var.

“efenim, din var!”

din, hayatın ana başlığını koyar. tek tek cüz’i hadiselerin anlam listesini vermez. kapı numaralarına, kalbinize gelen seslere, avucunuzun kaşınmasına, kulağınızın çınlamasına, rüyada gördüğünüz beyaz ışığın anlamına garanti vermez. deprem günahlara gitmez, fay hattına gider. başınıza günahtan iş gelmez. öylesine gelir… iyi şeyler olunca da mükafat değildir çünkü “iyi” de bilinemez “hayır” da; hazdır bilinebilen yalnız.

paranoyak, daima kendisine kurulmuş tuzaklar için yemin eder ve şizofren’i hep takip eden birileri vardır nedense.

balkondan bakınca ne görüyorsunuz? uzayda anlamsızca hareket eden objeler ve atom yığınlarıyız. şıklık, sevimlilik, güzellik de nesi? hayatın kendisi baharatsız bir yemek gibi. ona dilediğiniz baharatı serpen sizsiniz.

seninle aynı odada bile olsak, ikimiz de kendi anlam odamızdayız. tek dünyaya sığmış iki ayrı dünyayız.

bu baharatsız dünyada umutsuz ve anlamsızca yaşamak değil verdiğim salık.

yaşamak, yemek yapmak gibi. verdiğim salık; fazla baharat sindirimde dert, az baharat lezzetsiz. baharatı serpen siz. siz, biz; anlam mahkûmları…

üç oluş var demiştim:

  • 1-çürüme ki cansızlar ve eşya çürür.
  • 2-hayatta kalma ki beşer ve bilgeleşme öncesi biz, hayatta kalanız.
  • 3-yaşama ki yalnızca insan olma cesareti gösterebilenler yaşar.

işte hayatta kalmaktan yaşamaya yani beşerden insana olan tekâmülde varoluşun 4 dehşeti ile yüzleşmek gerekir ki bunları da dört ayrı romanda anlattım.

  • 1-ölüm ki ancak mezarda geçireceği bir gece ile ölümü sahiden anlayacağını ve intihardan vazgeçeceğini biliyordu bilge palyaço’nun.
  • 2-özgürlük ki hapishane, tımarhane ve aşkın esareti arasında deliren bir şizofren, özgürlüğün gerçek yerini aramıştı.
  • 3-yalnızlık ki öteki olarak sürü içinde ve ötekiler içinde başka bir öteki ile bile kalabalık olmak, yalnız olamamak anlaşılmıştı bir adem tarafından.
  • 4-anlamsızlık da ancak bir çürüme ile anlatılabilirdi, anlatıldı.

yani her vâroluşçu dehşet için sırasıyla birer roman yazıldı ve her dehşete ayrı ayrı odaklanıldı. kendime “vâroluşçu yazar” dememdeki asıl sebep fert-dünya çatışmaları yerine vicdan-fert-cemiyet arasındaki gerilimleri 4 dehşet üzerinden anlatıyor olmam ki bu yüzden bin okunup bir yazılmalı ve yazılan kitap kesilen ağaca değmeli, demiştim. yüzyıllardır evcil olan romanı da bu yüzden silahlandırmıştım.

daha konuşacak çok şey var… şimdilik, hoşça kalın…

*omurga 2.etik 3.estetik acı aforizma ahlak akıl anlam aşk ben bilim cemiyet değişim doğa duygu edebiyat estetik etik evrim felsefe insan kitap mimesis mutluluk nietzsche psikoloji roman sanat sevgi sinema sosyoloji söyleşi sürü tekamül tin us varoluşçuluk zeka çürüme ölüm öteki özgürlük şair şiir şizofren

kurban rolüne dair

  • 4 dakikalık bir metin-

sartre, sana zorla bir şeyin yaptırılmasına karşı çıkar ve yaptığın ettiğin her ne varsa kendi yüzünden ve senden, der ve örnek verir; birisi kafana silah dayar ve ‘şu arabaya bineceksin’ derse bile mecbur değilsin, çünkü ölümü seçebilirsin.

bu durumu yakinen pek çok kereler gözlemlemiş biri olarak altında yatan rahatlatıcı hale bakınca bir çeşit savunma mekanizması olduğunu söyleyebilirim. durum şu aslında,

kişi, karşı koyamayacağı, altından kalkamayacağı, mücadele edemeyeceği bir stres karşısında kaldığında bu krizin sorumluluğunun kendisine ait olduğu fikri ile yaşayamaz ve suçu atacak merciler bulur ki genelde problem kader ve birkaç zalim arasında kardeş payı edilerek krizin muhatabı “istese de bir şey yapamayacak” olan bir mazlum oluverir. mazlum edilgen bir kelime; zulüm yapıcıya zalim, zulme uğrayana mazlum deniyor, mâlum.

edilgenliğin rahatlatıcı ve gerici tarafları olabilir. düzelmesi istenen bir durumun içinde eli ayağı bağlı olma hali gericidir elbette fakat -deprem gibi- bir felakette edilgen oluş ve tabii mümkünse yaralar içinde bir mazlum ağlayışı içinde oluş elbette rahatlatıcıdır. durum şu ki ortada bir depremin olmadığı -ikili ilişki gibi- hallerde taraflar birbirlerinin kafalarına silah dayıyor değillerse yüzde yüz hürdürler ve doğal olarak sonuçlardan yarı yarıya sorumludurlar. sözgelimi devamlılığı olan bir aile içi şiddet vakasında şiddeti gören taraf da bu suçun ortağıdır şayet ortadaki şey suçsa. suçsa, diyorum çünkü şiddet gören taraf şikayet içindeyse ve bu hal devam etmekteyse, bu şikayet kendi hürriyetini fark etmemiş olması ile ilgilidir.

kurban rolü oynayan kişi -geçmişte ve şimdi- elinden hiçbir şeyin gelmemesi hissinin tatlı rahatlatıcılığı ile yaşamına devam eder. böylece kimse ve kendi vicdanı onu suçlamaz ve suçlu olmanın acısından kurtularak kurbanlığının acısına katlanır. yani sorumluluk sahibi olma acısı karşılığında kurbanlığını satın alır.

gönül yarası filminde tatlı bir kurban rolü içindeki “hayatın sillesini yemiş” meltem cumbul’a, şener şen “her şey bizim elimizde” diye bağırdığında kadın ilk kez orada sinirlenmişti çünkü otuz yıldır oynağı kurban rolü deşifre olmuştu. yani kuklacının eli gözükmüştü. şapkadan tavşan çıkamaz olmuştu.

monster filmindeki fahişe rolünde olan charlize theron da ikide bir “hayat işte” filan diyordu ve “niçin fahişeliği seçmiş?” diyen birisine, arkadaşı çok kızıyordu. seçmek… kurban rolü için bir çeşit anti-kelime. ve bu “seçemeyen” kader kurbanı seri katile dönüştü film sonunda (ki hadisenin gerçekliği de var.)

aslında estetik olarak meftun olsam da demirkubuz’un kader filminde de -adı gibi- bu vardı. müthiş bir kurban rolü estetikası, dansı.

şu sözleri duyuyor, hatta kullanıyor olabilirsiniz: “bak bana ne yaptırdın!”, “senin yüzünden”, “kader”… kader konusu mühim. kelâmın, haydi felsefenin, hatta felsefenin en zor dalının yani zaman felsefesinin bu çetin meselesi, halk arasında müthiş bir tembellik bahanesidir ve kurban rolünün abdestli versiyonudur. emeviler bunu çok kullanmıştı, “madem başınızda bu reis var, demek ki bu reis sizin kaderiniz.”

devrimci çıkış, yıkış, çığlık, kuruş, başkaldırış, dik duruş, sorumluluk alış, eyleme geçiş, koşuş, tırmanış zordur oturup ağlamaklı bir parmakla falancayı işaret etmekten. mesele bu kadar basit aslında. beyin bu, kolayı seçer.

aslında bu rolün ana ödevi, yüzleşmesi zor travmalar ile yüzleşmekten koruması ve günün sonunda bir savunma mekanizması gibi çalıştığı için herkesin bir günde bırakabileceği bir tutum değil elbette. çünkü acılar içinde bir mazlum oynamanın iyileştirici tarafları da vardır gerçek olmasa da. dert ne? gerçeklik mi huzur mu? bu seçimi yapmak her daim kolay olmuyor şüphesiz ama sanırım iyileşmek isteyen küçük dozajlarda da olsa gerçekleri içmeli günde üç kere, aç karna. “benim yüzümden” bariyerine çarptıktan sonra da aşamalar halinde parçalara ayırmak, çözmek, yeni kararlar vermek, sorumluluk ve hataları kabul etmek… aslında kurban rolünden tam çıkamayan, yarım çıkan kişi “benim yüzümden” bariyerinde kalır genelde. o da ayrı bir kriz tabii. ben ikisinin de aşılmasından, tam bir varoluşçu oluştan söz ediyorum.

savunma mekanizmaları ara sıra bizleri travmalardan korusa da gerçeklerden uzaklaştırır çünkü gerçekler genelde travmatiktir. devamlı bu rolle yaşamak demek, çarpık bir gerçek algısıyla gerçeklere hiç değememek demek. ya da hatta bence kısa vadeli yüksek acıdan kaçmaya çalışırken, uzun vadelisine tutuluyoruz.

bunu defaatle anlatmışımdır, göz rengimi, doğduğum memleketi, anne babamı seçmedim, kurbansam kurbanım belki bunlarda ama lens de mi takamıyorum, göçemiyor muyum yaşadığım şehirden veya babamla görüşmeyi kesemiyor muyum? hepsi elimde. korkak olan benim, kurban olan değil.

kim kurban? kurban bayramında, yem verilmiş bir gecenin sabahında, başına çuval geçirilmiş ve üç ayağı iple bağlanmış büyükbaştır kurban.

sen değil.

doğmuş olmak üzerine

  • 2 dakikalık bir metin-

doğmuş olmak, ölüme hak kazanmış olmak demek. ufak iş deme; hiç doğmamış olanlar ölümü bile kazanamaz.

içini yaşamakla doldurmak istediğin bir hayat varsa, ölümü başköşeye koy derim sana. evet, içinde ölüm olan bir hayatta yaşam da vardır.

hiç ölmeyecek olsan ne yapardın? bu yapmakta olduklarını. yani sabah kalkar akşam yatardın. ama zamansız bir bitim sana dev bir ödevi, yaşamak ödevini yükler. yaşa.  

yedin içtin, gezdin biraz ve kızdın birilerine de hayatta kaldın bugüne dek. hayatta kalmaktan ve ölümü unutmaktan bunalmadın mı? yaşa! korktuğun yolun sonunda senin şüphe ve tereddüt içindeki bataklığından fazlası var.

nereye geldik derken on yirmi yılın geçti ve son on yirmi yılın da can çekişmekle geçecekse, şu en şanslısına otuz yıl verilmiş olan hazineye iyi bak. gözlerini ondan ayrıma.

her sabah uyandığında “bu gece de ölmemişim” demeni ve son günün o günmüş gibi geçirmeni salık veririm sana.

hani milyarlarca yıl karanlıklar içinde bir ölüydün de nutfe oldun ve bir an göründükten sonra yine milyarlarca yıl yoksun. yani iki dev karanlık arasında yüz yıllık mola, bir an yanıp sönen yıldızsın. sigara molasına gidip gelen bir melek, senin doğup öldüğünü kaçırır mesela, devamlı dünyaya doğru bakmazsa.

yaşıyorum demekle ölüyorum demek en tuhaf bir mizah anlayışıyla eş ve zıt anlamlı. evet, ne fark eder? seksen yıl yaşamış olan seksen yıl boyunca ölmüş değil midir?

birer adet hakkın var madem, kaçarak, saklanarak, korkarak tüketme yaşam ve ölüm hakkını. içine bin yaşam sokarak yaşa, itiraflar ve erdemler ve tatmaklar ile yaşamını. en kutlu yerde -gerekirse bir küçük kız çocuğunun kalbi kırılmasın için erken- davet et ölümü de. ne güzel yaşadı demekle kalmayalım, ne güzel öldü de diyelim arkandan. yaşam kadar ölüm de kıskanılası.

yaş ve sağlık sırasına kanma; cinsiyet ve ebeveyn sıralamasına da. sıralama, bir temenni, bir illüzyon. kura gelişigüzel ve sana belki de on yirmi kişi kaldı.

hayatının sonuna değil, ortasına sokmanı salık veririm ölümü ve ölümü unutanlardan değil dost, düşman bile edinmemeni.

seçimlerim

  • 4 dakikalık bir metin-

çok kaotik göründüğüne bakmayın. iki şey var şu evrende hepi topu: seçtiklerim ve seçemediklerim.

1- hayata bakınca görürüz ki bir şeyleri değiştirebiliyoruz ama sadece bir şeyleri.

2- değişirebildiğim şeyler ve değiştiremediğim şeylerin ne olduğu sıklıkla karışıyor. ayırmak, emek istiyor. benim elimde olanlar sanki bazen değişmez bir kader gibi görünüyor da uzaktaki lüzumsuz mevzûlardan kendimi sorumlu tuttuğum oluyor.

3- boyum, güzelliğim, ailem, memleketim, soyum, ana dilim, zekâm, sağlığım benim elimde değil. maruz kaldığım birer küllî kaide, küllî irâde.

4- eşim, dinim, yaşadığım şehir, konuştuğum dil, intihar etmiyor olmak, duygularım, arkadaşlarım, mesleğim, giyimim, hayatımda tuttuklarım ve kovmadıklarım benim seçimlerim, cüz’i irâdem.

5- seçtiklerimi seçmiş olduğumu inkâr ediyorum kimi zaman çünkü korkuyorum özgürlükten ve güçten, hayatımı yönetiyor olmaktan ve kendimi inşâ etmekten. o yüzden mâsum bir kurban olarak onu bunu suçlayarak korkakça yaşamak bana rahatlık ve huzur veriyor.

6- bazen de beni hiç ilgilendirmeyen kadersel ve küllî meselelerle meşgul oluyor, boşuna saç yoluyor, parmak ısırıyorum. minicik gücüm imkânsızlar için gereksiz bir şikâyet ve öfke içine giriyor ve kronik “keşke” stresleri ile erken yaşlanıyorum.

7- hayattaki en büyük sır ve bilgelik budur ki eski bir duâdır; revize ettim: değiştirebileceklerim ve değiştiremeyeceklerim arasındaki farkı görebilmek için “akıl”, değiştirebileceklerim ile yüzleşebilmek için “varoluşçuluk”, değiştiremeyeceklerim için de “stoacılık” -ve tevekkül- gerekiyor.

8- elimde olmayanlar ile övünmek, ezik, zavallı ve becerisizlerin yaptığı, emeksiz bir avuntu biçimidir. meselâ soy ile övünmek… birisine elinde olmayanlar için övgüde bulunmak kaderi övmektir. meselâ güzellik, yakışıklılık… ancak emek ile övünebilir ve emeksizliği, tembelliği, korkaklığı eleştirebiliriz.

9- değiştirebileceklerim ile yargılanmak, ahlâksız veya ahlâklı sayılmak, övülmek isterim. yakışıklı olduğum için değil, iyi hissettirdiğim için sevilmek… babam zengin, soyum köklü, ben güzel gözlü isem bana ne ve sana ne! bunlar ben değil; maruz kaldıklarım…

10- “ben” seçimlerimim; “sen” derken de seçimlerindir kastettiğim.

doğuştan sâhip olduğun hakkı dilenme, çal; öfkelenme hakkın yoksa, affetmen hükümsüzdür; hür hissetmiyorsan sevilen şey, sen değilsin; ortada bir “sen” olması için “sen” tarafından seçilmiş bir şeylerin, tercihlerin olması gerekmektedir; ‘aptal’ olduğunu söyleyene “kader” diye cevap ver ama “ahlâksız” olduğun söylenirse ciddiye al; var olduğun için utanma fakat gurur da duyma; ailelik eden aileye minnet duy çünkü cinsel ilişki yaşarlarken ailenin istediği sen değildin, bir bebekti; kimseyi akraban olduğu için sevme; sevmek için de nefret için de sebepler ara; sana yapılan zulme susman da seni dilsiz şeytan yapan bir şeydir; sadece mecbur olunmayan şeyler ikramdır ve teşekkürü hak eder; hakkını, maaşını, emeğinin karşılığını alırken teşekkür etme; yaşadığın, var olduğun, yer kapladığın için özür de dileme, teşekkür de etme; senin üzerindeki emeklerini başına kakmış olanın kakması sırasında aldığı şeytansı haz, ücretidir, ödenmiştir; sen kendin olduktan sonra etrafında kalanlara bak, diğerleri firedir, teleftir; sana senin müsâaden olmadan iyiliğin için de olsa yapılan her şey kötülüktür.

gökyüzünün mavi oluşu veya güneşin her gün doğuşunun hesabını bana sormazsın ama mesleğimi ve bugün niçin siyah giydiğimi sorabilirsin bana. bir cevabım yoksa da bir tercihim var.

niçin falanca ile evlendiğimi, çocuk sayısı tercihimi, yaşadığım şehrin sebebini sorarsın; cevapları hazırlamamış olsam da tercihleri yapmışım demektir farkında olarak, olmayarak.

“cinsel tercih” gibi laflar da zorlamadır ayrıca. kim etmiş tercih?

niçin filâncaya âşık olduğumu soramazsın çünkü ben seçmedim aşkı ve niçin ölümden korktuğumu, acıktığımı, susadığımı, yaşadığımı. kum saatinin taneleri tek tek düşer ve ölüme giderim ve bunu da ben seçmedim; maruz kaldım aşk gibi ölüme de doğuma da. beni doğuranlara bu yüzden teşekkür etmedim.

gözlerimin rengini sorma bana; denizleri boyayan ressam boyamış onları ama gözlerimin baktığı yönün hesabını veririm. göğe bakıyorum, sinekler cızırtı yapsa da yerden bana.

beni sevdiğini söylüyorsun; hırkam ve kalkanımdan yok başka şeyim. bu yüzden zenginliğimi sevmediğini bilirim ama bedenimse sevdiğin, onu bana veren ben değilim. benim seçmediğimi seviyorsan manzarayı izlemek kabilinden zevk alıyorsun ve benden hâriç, benden âzâde bir şey yaşıyorsun. zekâmdan bahsettiğini duyuyorum ama onu da bu kelleye bohçalayıp tıkıştıran değilim. söyle, nedir seçtiklerimden senin sevdiğin?

atalarınla övündüğünü görüyorum suratını görmediğin. atların üstünde kahramanlık yapmışlar ve kılıçlarla herkesi doğramışlar. ölmüşler yaşarken sen yoktun ve seçmiyordun bir şeyler. el âlemin eyleminin nesi ile övünüyorsun? ya da utanıyor musun onlar arasındaki tecavüzcü, hırsız, aşağılık olanlardan. o ölmüşler niçin utanç vermiyor sana? sana yaptıklarını, kendi yaptıklarını sorarım. ölmüşleri anlatma bana. 

kurban rolün için yılın tiyatrocusu seçildin mi? nasıl da edilgen, nasıl da mazlûmsun. olan bitenleri izleyen -canım benim- mâruz kalansın. sürüklendin, yuvarlandın, dövüldün ve itildin de bu oldun. hani seçtiklerin? yazgının el yazısı seninkinden daha güzel; boşuna yorulma, taklit edemiyorsun. bu çukuru ben seçtim, de, kurtul.   

varoluşçu

  • 2 dakikalık bir metin-

varoluşçulukla ilgili yığınla anlatım ortalıkta dolaşırken ve anlaşılmaz bazı tanımlar ezberlenirken son derece basitçe kendi mâcerâmı anlatayım ki ne kadar “varoluşçu” olduğunuzu konuşalım.

kız çocuğunun halaya, oğlan çocuğunun dayıya çektiği, dedenin koruk yediğinde torununun dişinin kamaştığı, yükselenler de dâhil burçların çok etkili olduğu, doğduğumuz mahallenin bizi yetiştirdiği, ailenin karakter oluşumunda mühim olduğu, genetiğin, soyun, büyüdüğümüz coğrafyanın ısrarla sorulduğu çağlarda, öğretmenlerin ve arkadaşların da insanı inşâ ettiği anlatılırdı. sonra yenen içilen gıdaların ve hatta jenerasyonun… ve tabiî cia’nin beyin yönetim tekniklerinin yanında 25. karelerin, subliminal mesajların da etkisi vardı, izlenen filmler kadar. boğuldunuz mu? işte yazarken yorulduğum bu etkenleri dinlerken çıldırmıştım ve bir gün kendime şu soruyu sormuştum: e, ben neredeyim? evet, sizi yetiştiren bu ordunun içinde bir noktacık olsun yok musunuz?

“ben” diye bir şey var ve bu meselâ kötü biri, bunu yapan ve hatta yaratan şey, bir ordu öyle mi? işte bu, beni yaratan(!) ordunun içinde yer alma hevesim, bana bir darbe planlattı ve tüm etkenleri reddetmeye karar verdim. bu çıldırışı descartes de yaşamıştı ve sepetteki tüm elmaları dökmüştü, çürüksüz sepet için. varoluşçuluk şunu der: sen sende komutansın, sen senin öğretmeninsin. ne duruyorsun? kendini inşâ et! işte böylece başlayan ve hiç bitmeyen bir yolculuk ile karakterin sandığın her şeyi çöpe atış, kabul ettirilmiş her doğruyu reddediş, yeniden kuruş ve doğruluş! işte varoluş!

varoluşçuluğun tersi fatalizm, yâni kaderciliktir, determinizmdir. varoluş ise tüm özü hepten reddeder ki işte orada ayrılıyoruz. ben de diyorum ki: yarım inşaat, bir ham öz, bir kuvve ile doğarız. onu pişirmezsek köle olur, pişirirsek kendimiz oluruz. birçoklarınca kimlik yerine kişiliği seçmek bile kibirdir. nerede kaldı kişilik yerine kendilik? ben de diyorum: kendin ol! kötülük işleyebilmen için önce bir “sen” olmalı ki sen bir günahkâr bile değilsin çünkü yoksun! bu inşaat bitmez ama en azından başlatılabilir. böyle buyurdu varoluşçu!

on ilkem

  • 2 dakikalık bir metin-


1- hayata bakınca görürüz ki bir şeyleri değiştirebiliyoruz; ama sadece bir şeyleri.

2- değiştirebildiğim şeyler ve değiştiremediğim şeylerin ne olduğu sıklıkla karışıyor. ayırmak, emek istiyor. benim elimde olanlar sanki bâzen değişmez bir kader gibi görünüyor da uzaktaki lüzumsuz mevzûlardan kendimi sorumlu tuttuğum oluyor.

3- boyum, güzelliğim, ailem, memleketim, soyum, ana dilim, zekâm, sağlığım benim elimde değil. maruz kaldığım birer küllî kaide, küllî irâde.

4- eşim, dinim, yaşadığım şehir, konuştuğum dil, intihar etmiyor olmak, duygularım, arkadaşlarım, mesleğim, giyimim, hayatımda tuttuklarım ve kovmadıklarım benim seçimlerim, cüz’î irâdem.

5- seçtiklerimi seçmiş olduğumu inkâr ediyorum kimi zaman çünkü korkuyorum özgürlükten ve güçten, hayatımı yönetiyor olmaktan ve kendimi inşa etmekten. o yüzden mâsum bir kurban olarak onu bunu suçlayarak korkakça yaşamak bana rahatlık ve huzur veriyor.

6- bazen de beni hiç ilgilendirmeyen kadersel ve küllî meselelerle meşgul oluyor, boşuna saç yoluyor, parmak ısırıyorum. minicik gücüm imkânsızlar için gereksiz bir şikâyet ve öfke içine giriyor ve kronik “keşke” stresleri ile erken yaşlanıyorum.

7- hayattaki en büyük sır ve bilgelik budur ki eski bir duâdır; revize ettim: değiştirebileceklerim ve değiştiremeyeceklerim arasındaki farkı görebilmek için akıl, değiştirebileceklerim ile yüzleşebilmek için varoluşçuluk, değiştiremeyeceklerim için de stoacılık -ve tevekkül- gerekiyor.

8- elimde olmayanlar ile övünmek, ezik, zavallı ve becerisizlerin yaptığı, emeksiz bir avuntu biçimidir. meselâ soy ile övünmek… birisine elinde olmayanlar için övgüde bulunmak kaderi övmektir. meselâ güzellik, yakışıklılık… ancak emek ile övünebilir ve emeksizliği, tembelliği, korkaklığı eleştirebiliriz.

9- değiştirebileceklerim ile yargılanmak, ahlâksız veya ahlâklı sayılmak, övülmek isterim. yakışıklı olduğum için değil, iyi hissettirdiğim için sevilmek… babam zengin, soyum köklü, ben güzel gözlü isem bana ne ve sana ne! bunlar ben değil; maruz kaldıklarım…

10- “ben” seçimlerimim; “sen” derken de seçimlerindir kastettiğim.

aşk ve varoluş anksiyetesi

  • 2 dakikalık bir metin-

iki duygu tarafımızdan üretiliyor değildir. o yüzden mâruziyettir.

1-aşk

2-varoluş anksiyetesi

aşkta durduk yere alınan zevk, durduk yere çekilen acıdan çoktur. ikincisinde ise tam tersidir ama her iki mâruziyette de acı ve haz yüksektir. o yüzden cinnete yakındır. cinnet, delirme, cezbe, insanın kaldırabileceği zevkin ve acının üzerine çıkmasıyla olur. borsacıların “işlem hacmi” diye bir tabirleri vardır. gideni de geleni de toplarlar. total bir rakam çıkartılar. işte, acı/haz toplamı arttığında -ki birlikte yükselir aromatize olduğu için- çıldırma eşiğine yaklaşılır ve cinnet korkusu başlar. kafatasının kemiği işte böyle sıkılmaya başlar terli avuçlar ile!

zannediyorum ki aşk yeteneği olanın varoluş anksiyetesi yeteneği de vardır ve birinden kaçarken ötekine tutulur.

durduk yere devam eden korku ve şüphe ve huzursuzluk temelli bir evrensel acı yayını gibi hayatın acılı-tatsız arasında gidip gelmesi ve varlığı ve ölümü devamlı fark ediş!

zeki demirkubuz filmlerinde olan şey budur. sartre’nin bulantı’sında anlattığı da. nuri bilge ceylan izleyin, andrei tarkovsky izleyin, lars von trier izleyin, michael haneke izleyin, yapabilirseniz gaspar noé ve béla tarr izleyin.

bir de şey, benim romanlarıma bakın. çok isterdim türkçede varoluşçu edebiyat olsun, biz de keyifli keyifli okuyalım ama bu çetrefilli dava benim cılız belime kaldı, çıtırdıyor. sorsanız çoğu edebiyatçı tanımını bile yapamaz, misaller verir dünyadan. maalesef durum budur.

bu varlık acısına sâhip olan kişi, bunların üzerine giderse filozof olur, üzerine giderken o kristale tesâdüf ederse âşık. kurtulmak için uyuşturuculara koşarsa da sarhoş.

işte hayat budur! aşk bu, varoluş budur!