bilen bilir, kalabalık laflardan, gitmeyen misafirlerden ve mıymıntı konuşmalardan hazzetmem. o yüzden internette bulduğunuz dolambaçlı tarifler yüzünden arkanıza bakmadan kaçtığınız o “vâroluşçuluk” hakkında sade bir sohbet yapacağız. bilen bilir, felsefi jargonla düz duvarı bulmaca gibi göstermekte de mahirim ama az konuşmak, çok konuşmaktan güçtür, bilirim. vâroluşçuluk… ne ola ki? ilginizi çekeceğini düşünüyorum çünkü teori o ki tüm hayat sorunlarımız, haydi mütevazı olalım, tüm psikolojik sorunlarımız ona dayanıyor imiş.
filancanın falancanın varoluşçuluğu da var ama ben kendiminkini anlatayım.
üç tip vâroluş var.
-taş, toprak ve kuru yaprak, su, ateş ve havanın varlığı cansızdır. öyle idik bir zamanlar. hatırlamıyoruz. yani, cansız. cansızın tek ödevi çözünmek dağılmak, çürümek, düşmek. ilk varoluş şekli çürüme.
-ikincisine canlı veya beşer denebilir ki bakteri ile suyun farkıdır kendisi veya ölü karınca ile dirisinin. taş toprak düşer de kedi ve kuş hareket eder. şizofren’de örnekti, rüzgârda uçan kuru yaprak ile direnmeye çalışan kelebek kıyası. yani canlı olan her şey ürer, hayatta kalmak ister, çürümeye direnir ve korkar. sizin insan dediklerinizin çoğunun da varoluş biçimi budur. yer, içer, uyur, ürer, ölür. yani hayatta kalır. ikinci varoluş şekli hayatta kalma.
-ilki evrende çok fazla, ikincisi bizim gezegende bile belli yerlerde, üçüncüsü ise son derece nadirattandır. beşer olarak doğarız hepimiz ki bu da hayatta kalma hâlimiz. şayet başarabilirsek, kendimizi inşa ederiz, yaratırız, kendimiz oluruz, var oluruz, “ben” diyecek gücü buluruz veya diğer deyişle, insan oluruz. üçüncü varlık biçimi yaşama ki hayatta kalanların çoğu gerçekten yaşamaz. yaşamaya hayatımızın belirli bir evresinde başlarız. yani beşer doğar, becerebilirsek insan ölürüz. işte bu bizim elimizde olan varoluş biçimidir çünkü diğerleri inşa edilmedi, maruz kalındı. doğamız gereği etimiz çürümekte ve tenimiz hayatta kalmaktadır ama ruhumuzda bir “ben” olma potansiyeli vardır.
anne rahmi denen cennetten, yarı cennet olan memeye, oradan da çeyrek cennet olan aileye düşeriz ve tedricen dünyanın kucağında buluruz kendimizi. ana rahminin sonsuz huzurunu özleriz. mutlu bir akvaryum balığı olduğumuz dokuz ayı… ama dünya hiç de öyle değildir ve yaşadıkça dört dehşet verici vâroluş hakikati ile başımız belaya girer. ya bunları inkâr ederek uyuşmalı ve mutlu akvaryum balığı hayali ile yaşamalıyız ya da uzayda savrulmakta olan bir yarım elma olduğumuz gerçeğini kaldırmalıyız. kaldırmak kelimesi kritik çünkü bu dörtlü okşanmak için değil, katlanmak için var.
çoğumuz işte farkında olmadan bu dört anksiyeteyi inkâr etme uğruna hayatlar kurar, iş kurar, âşık olur, evlenir ve hatta çocuk yaparız. fakat bu pis çete tehlikeli ve yapışkan olduğu için yakanızı bırakmaz ve her yastığa başınızı koyduğunuzda sizi boğmaya yeltenir. çözüm, yüzleşmek…
- yaşamın ortasındaki ölüm…
- hürriyete mahkûmiyet…
- mutlak yapayalnızlık…
- anlamsız, manasız hayat…
bu dördünü sırasıyla konuşacağız… örnekler de vereceğiz…
hayat… hayatta kalıyoruz veya yaşıyoruz… ölüm… ölüyoruz… var mı farkı? zıt anlamlı gibi dursa da ölüm ve yaşam bir nevi eşanlamlıdır. “yaşıyorum” demekle “ölüyorum” demek arasında fazla fark yoktur çünkü ikisi de bir ömür sürer. yetmişinde mezara girmiş birisinin ölümü yetmiş yıl sürmüştür. can çekişmesi de.
ölüm, dört dehşetin ilki ama herkesin krizi farklı olur. kimisi için özgürlüğe mahkûmiyet zorken, kimisine ölüm fikri zordur.
en kabûl etmiş görünenlerin bile belirli bir oranda derinlere gömdüğü, yüzleştiği veya yaklaştığında haftalarca kâbusunda gördüğü beyin sivilcesi işte budur: ölüm!
korkunçtur çünkü planlarımıza kayıtsızdır.
moralli gencin ölümü çok yıkar bizi çünkü o bile ölebiliyorsa bizim gibi içi geçmişe neler olmaz?
kaçmak için yaptıklarımız arasında en yaygını âşık olmak olabilir ki yarattığı illüzyon başka şeyde yoktur ve en etkili uyuşturucu, en etkili susturucudur. âşık oluruz; ne ölüm kalır ne şu ne bu…
ölüm anksiyetesinden en yaygın kaçış biçimi evlenmek ve çocuk yapmaktır ki sizi hatırlamakta olan bir kandaşınız sizi bir nevi ölümsüz kılar ve siz ölseniz bile toprağınızı sular, sizi anar. çocuk, ölümü unutturur. biri değilse de dört beş tanesi hayatı bile unutturur.
resim yaparsın, müzik yaparsın, roman yazarsın izin kalır, fotoğrafın kalsın diye çekinir durursun, beyazlarını kapatırsın, kırkından sonra bıyığını kesersin, yetmişinde ruj sürersin ve ölüm bir nevi dağılıverir.
hayat tamamlandığında, ölüm korkunçluğunu yitirir der, nietzsche. gidin ve yaşayın. sevin, sahilde çıplak koşun, yağmurda ıslanın, yardım gönüllüsü olun, gezin, sırtınıza ejderha dövmesi yaptırın, balkondan bağırın, ellinizde okul okuyun, altmışınızda dağa çıkın, sokakta deli taklidi yapın, yirmi yıldır sakladığınız şiirleri gün yüzüne çıkarın, çocukluk aşkınızı arayıp itiraf edin, sokak şarkıcılarının önünde dans edin.
şu illüzyondan kurtulun: doğarız, büyürüz, yaşlanıp ölürüz. hayır! ölüyken doğarız, yaşamın en keyifli, en lezzetli, en orta yerinde de küt diye yığılırız. yaşam bu yüzden güzel. ölüm sürpriz olmasa yaşam da tatsız olurdu.
korkmayın, ölümü tattık ama hayat hâlâ giz.
hayat sadece ölümden sonra değil, öncesinde de var. inanın, yaşayın!
hanımefendi der ki: “beni bu hayata sen sürükledin!”
vâroluşçu der ki: “bu hayatı seçtiğim için pişmanım.”
kurban rolü derler… esaret altında olduğumuz pozu bizi rahatlatır. güya özgürlük ister-miş gibi konuşuruz konu açılınca ama kaideler içinde tutuk olmak, uzayda savrulan yarım elma olmaktan yeğdir. hürriyet sonsuzken ne yapılır ki? tüm eylemler kendi sorumluluğumda olacak ve suçlayacak bir baba, koca, patron, iş, şehir, hayat bulunmayacak ve özgürlüğün bedelini bu her yaptığımı, bile isteye yaptığım fikriyle ödeyeceğim. o yüzden derhal inkâr etmeli ve yalan bir esaret yaratmalıyım. bahaneler üreteceğim bir kafes hayatı bulmalıyım.
işte o koca sartre bu konu için şunu der: özgürlüğe mahkûmuz!
fromm da şu kitabı yazmıştır: özgürlükten kaçış.
mesela bir arabaya binmek istemiyorsunuz, üç adam sizi karga tulumba alıkoydu, zorladı. bununla, kafanıza silah dayanması aynı şey mi? sartre “hayır” der çünkü ölümü seçebilirdiniz, hürdünüz. yani “mecburum” derken yalan söylüyorsunuz. hatta siz ısrarı, ricayı da mecburiyet sayıyorsunuz.
beyefendi der ki: “bu şehirden bıktım.”
vâroluşçu der ki: “o zaman git.”
gidebilirsiniz ama kalmayı seçiyorsunuz. öyleyse şikâyet etmeyin, eleştirin.
sevgilinizi terk edemiyorsunuz, değil, etmemeyi seçiyorsunuz. intihar etmekle bile tehdit etse, siz katil olmazsınız çünkü vâroluşçu şunu der:
“herkes kendi duygu ve davranışlarından kendisi sorumludur.”
işte bu yüzden beni kendine âşık edemezsin, kızdıramazsın, küstüremez, arkadaşım olamazsın, şayet ben dilemezsem. ben izin verdiğim için buradasın ve ben tercih ettiğim için yas tutuyorum terk edişine. duygularım tek yönlü fışkırır kellemden dışarı, girmez kulaktan içeri ben dilemezsem izinsizi.
“ailemden iyi terbiye aldım” demez vâroluşçu. uyandığı yıl yıkmıştır geçici inşaatı. ben kendim çizdim kendi karakterimi, kendim istedim de oldum olduklarımı ve istemedim de dönüşmedim olmadıklarıma! kendim…
der!
ailenin dini hak, mezhebi haklı, milletin köklü, dilin derin, babanın takımı şampiyon, biz hep iyi! bu muhteşem tesadüfler, sürünün otomatik karar refleksleridir ve hürriyet için harika uyuşturuculardır. sen seçtin ve seçebilirsin. şüphe et ve başla. çünkü,
özgürlüğe mahkûmsun!
yalnızız…
savaşırken, sevişirken, ölürken ve doğmamışken de…
en sevdiğimiz ile sarılmış haldeyken, etrafımızda on tur koli bandı ile sarsanız bizi ve aynı saniye ve salise öldürseniz, yine de yalnızız. pascal ne der?
yapayalnız ölürüz!
arımızda hep bir kapanmayan boşluk, hep o tuhaf uzayda sürüklenen yarım elma imgesi ile yaşar ve sırf yalnız olmadığımızı ispat için temas edecek bir ten ararız da ürpeririz buz gibi, değsek de değemesek de.
işte dört dehşetin üçüncüsü budur ve bir stadyumda da yalnızız, orduların içinde de, çölde olduğumuz kadar. bunu hissederiz ve akvaryum balığı olduğumuz cenin günlerimizi özleriz. sonra kıvrılırız, büzülürüz ve hüzünleniriz. yanımızdaki ile bir değilizdir çiftleşsek, çiftlensek, birleşsek de. değiliz…
yapayalnız yaşarız!
âşık olmak da hep olduğu gibi iyi bir illüzyondur.
illüzyon ne demek? tavşanın çıktığı yeri şapka gibi göstermek. işte birliktelik illüzyonu ile ortak hesaptaki sosyal medyalarınız, sarılmış bin kareniz, aynı renk giyimleriniz, bir elmanın iki yarısı pozlarınıza rağmen aranızdaki bitimsiz mesafenin farkındasınız ve “ben” kelimesini aldatma telakki edişiniz, birbirinizin telefonlarını, günlüklerini rahatlıkla karıştırıyor olmanıza rağmen yalnızsınız, hem de yapa-yalnız. iki ayrı “ben”in suni toplamı ile plastik bir “biz” imitasyonu olmuşsunuz ve kabahat ve iftiharları grupça göğüslemek kendinizi unutmanızı ve anksiyetetinizden kurtulmanızı sağlıyor. şunu da barizce biliyorsunuz ki “ruh eşim” dediğiniz sevgilinizden çok farklı düşünüyor ve deneyimliyorsunuz. birbirinizde hiçleşmek için harcadığınız emeği dikkate almazsak pekâlâ farklı hayatlardan gelmiş iki apayrı bireysiniz.
önce şu ağzınıza yapışmış “biz” lafından ve siz olmayanlara kullandığınız “siz” hakaretinden bir kurtulun hele. ben dediğiniz şeyi yaratmak uzun sürebilir ama önce kimlikten sıyrılıp kişiliğe, kişilikten de kendiliğe hicret edin. vicdanlarınızın etrafına kırmızı, sarı, yeşil yuvarlaklar çizin ve kırmızıdan içeriye kırk yıllık eşinizi bile sokmayın. orası sizsiniz. oraya -iyi niyetle bile olsa- ayak basan sizi işgal eder.
cennet ve cehennem biletleri de teker kontenjanlı, biliyorsunuz.
ölürken olduğu gibi,
yapayalnız doğarız!
“ilahi adalet” der bazısı. bazısı da “kötülük dolu” der “dünya”. bazısı “döner” der, “yaptığın iyilik.”. benceyse dünya adaletsiz bile değildir, keşke öyle olsaydı.
tüm evren insan denen böceğe karşı kozmik bir kayıtsızlık içindedir!
şimdi anlatılanlardan çocukları, hassas kalpleri ve ince ruhları uzak tutun. çünkü dört dehşetin en dehşetlisi olanı, anlamsızlığı konuşacağız. (+40)
her obje sana şunu sorar: bana ne anlam vermek istersin?
çok kez demişimdir, benim hayatım tesadüflere inanınca aydınlandı. ilahi mesajların sizinle bu kadar uğraştığı ve bu mesajları tabela okur kolaylıkta okuduğunuz psikolojisinden çıkın. birisinin ağzından kazara “rastlantı” kelimesi çıkınca ona “kâfir” gözüyle bakmayı bırakın. hayat tonlarca rastlantı ile kurulu. sizin “tevafuk” dediğiniz şey, sizin okur yazarlığınızdan derin, aşkın. o yüzden, ilahi boyutta bir anlam varsa var ve orada kuru yaprak adedinin de kaydı var. alfabesini bilmediğiniz kitabı okuyor numarası yapmayı, okuyamadığını itiraf edeni de aşağılamayı bırakın. bilmediğiniz soruyu boş bırakın. anlamak yok, anlam vermek var.
“efenim, din var!”
din, hayatın ana başlığını koyar. tek tek cüz’i hadiselerin anlam listesini vermez. kapı numaralarına, kalbinize gelen seslere, avucunuzun kaşınmasına, kulağınızın çınlamasına, rüyada gördüğünüz beyaz ışığın anlamına garanti vermez. deprem günahlara gitmez, fay hattına gider. başınıza günahtan iş gelmez. öylesine gelir… iyi şeyler olunca da mükafat değildir çünkü “iyi” de bilinemez “hayır” da; hazdır bilinebilen yalnız.
paranoyak, daima kendisine kurulmuş tuzaklar için yemin eder ve şizofren’i hep takip eden birileri vardır nedense.
balkondan bakınca ne görüyorsunuz? uzayda anlamsızca hareket eden objeler ve atom yığınlarıyız. şıklık, sevimlilik, güzellik de nesi? hayatın kendisi baharatsız bir yemek gibi. ona dilediğiniz baharatı serpen sizsiniz.
seninle aynı odada bile olsak, ikimiz de kendi anlam odamızdayız. tek dünyaya sığmış iki ayrı dünyayız.
bu baharatsız dünyada umutsuz ve anlamsızca yaşamak değil verdiğim salık.
yaşamak, yemek yapmak gibi. verdiğim salık; fazla baharat sindirimde dert, az baharat lezzetsiz. baharatı serpen siz. siz, biz; anlam mahkûmları…
üç oluş var demiştim:
- 1-çürüme ki cansızlar ve eşya çürür.
- 2-hayatta kalma ki beşer ve bilgeleşme öncesi biz, hayatta kalanız.
- 3-yaşama ki yalnızca insan olma cesareti gösterebilenler yaşar.
işte hayatta kalmaktan yaşamaya yani beşerden insana olan tekâmülde varoluşun 4 dehşeti ile yüzleşmek gerekir ki bunları da dört ayrı romanda anlattım.
- 1-ölüm ki ancak mezarda geçireceği bir gece ile ölümü sahiden anlayacağını ve intihardan vazgeçeceğini biliyordu bilge palyaço’nun.
- 2-özgürlük ki hapishane, tımarhane ve aşkın esareti arasında deliren bir şizofren, özgürlüğün gerçek yerini aramıştı.
- 3-yalnızlık ki öteki olarak sürü içinde ve ötekiler içinde başka bir öteki ile bile kalabalık olmak, yalnız olamamak anlaşılmıştı bir adem tarafından.
- 4-anlamsızlık da ancak bir çürüme ile anlatılabilirdi, anlatıldı.
yani her vâroluşçu dehşet için sırasıyla birer roman yazıldı ve her dehşete ayrı ayrı odaklanıldı. kendime “vâroluşçu yazar” dememdeki asıl sebep fert-dünya çatışmaları yerine vicdan-fert-cemiyet arasındaki gerilimleri 4 dehşet üzerinden anlatıyor olmam ki bu yüzden bin okunup bir yazılmalı ve yazılan kitap kesilen ağaca değmeli, demiştim. yüzyıllardır evcil olan romanı da bu yüzden silahlandırmıştım.
daha konuşacak çok şey var… şimdilik, hoşça kalın…
*omurga 2.etik 3.estetik acı aforizma ahlak akıl anlam aşk ben bilim cemiyet değişim dolunay doğa duygu edebiyat estetik etik evrim felsefe insan kitap kötülük mimesis mutluluk nietzsche psikoloji sanat sevgi sinema sosyoloji söyleşi sürü tekamül tin us varoluşçuluk zeka çürüme ölüm özgürlük şair şiir şizofren

“dört dehşet” için 3 yorum