“beni sizler var ettiniz” üzerine

  • 5 dakikalık bir metin-

aslında “başarı” kelimesi benim için çok necis ama fark ettiğim bir şeyi yazmazsam çatlarım.

kadın ödüller almış, başarılara imza atmış, şunu yapmış, bunu etmiş, kendisine yöneltilen mikrofona şunu diyor:

“beni halkım var etti.”

bu aslında zeki müren neslinin normallerindendi. yani sahneye çıkınca “ben yaptım, ben ettim” denmiyor. siyasetçiler nasıl ki demokrasi gibi saçma rejimlerde halka yaranmak zorundaysa aynı zorundalık maalesef sanatçıya da bulaşmış vaziyette. bunun bilim versiyonları da var ama cevap şöyle:

“çok çalıştım”

veya şöyle:

“çok acı çektim.”

aslında bunları gözlemlemeye başladığımdan beri cevapların dört özette toplandığını fark ettim. dünyanın çoğunu kaplayan vasatlar, dünyanın güney doğusu (hindistan, çin, iran, rusya, arabistan civarları) ve sosyalistlerin beklenti içinde oldukları cevaplar var “başarılı”dan. siz ona deha deyin. yani vasat-deha ayrımı. şimdi, adı üstünde, “deha” değil mi? ama cevaplar -çok özür diliyorum- kıç yalama seviyesinde.

  • 1-çok emek verdim; böylece bunu izleyen kıskanç vasatlar nazar değdirmeye gerek uymaz çünkü emek verse kendileri de yapabilirlerdi ama işleri vardı. bir yandan da bunu duyan baba, oğluna bir örneklik sunabilir, çalışan kazanır, masalını yutturabilir.
  • 2-beni halkım var etti; yani çatlamamanız ve beni sokakta parçalamamanız için size baklava ısmarladığımı farz edin. ortada bir başarı varsa bile bana ait değil. baklavanızı yiyin ki ciğeriniz soğusun.

tehlikeli cevaplar buradan başlıyor ki zaten bir işi yapabilişin sanırım üç ihtimali var: şans, yetenek, emek. bu saydığım iki madde emek hakkında ama sadece emeğin odağı değişiyor.

  • 3-şanslıydım! bu da ne! bu cevabı kim ne yapsın? şans çiğ de onun ikiz kardeşi olur. nobel konuşmasında “talihliydim” veya “nasip” oldu dediğin zaman başarıyı kadere, yani tanrı’ya yüklemiş olursun ve yine yırtarsın. halk seni parçalamaz sokakta yürürken. yine başardın vasat olmayı, vasatlardan olmayı, vasatların içinden gelmeyi ve fildişi kuleye çıkmamayı.
  • 4-yetenekliydim. neydin? çok zekiyim, çok. olmadı… bu olmaz işte. bu cevap kimse için moral olmaz. bu cevabı kimse alıp hayatına tatbik edemez. bu cevap hiçbirimizin bir işine yaramaz. ne yapalım zekiysen? diğer üç cevaptan birisini seç.

ama tabii bunu hafifletecek bir parantezle linçten kurtulabilirsin: çok fakirdik. bu oldu. yanına acıyı da eklersen hinduizm, budizm, spiritüalizm ve tasavvufçular -ve tabii sosyalistler de- seni bağrına basar. zeki ama çok acı çekmiş, üstelik çok da fakirmiş. bu olur. çile yükselişin ana anahtarı, biliyorsunuz.

eski büyüklerde ilham-vahiy ayrımı pek yok ki teknik olarak da var sayılmaz. yani mevlâna yazdıklarının kendisine indiğini, ona yazdırıldığını söyler. haşa kendisi yazmamıştır. ne öyle uydurukçu gibi… kendi pis aklıyla mı, şeytan bulaşığı aklıyla mı iş yapacak? gazzali’de, ibnü’l-arabî’de de bu vardır. aslında onlar biraz tevazu amacıyla böyle demişler ki halk da öyle anlamış. yani üçüncü maddeye giriyor, başarının tanrısal olduğu. yakın tarihte bediüzzaman da aynını demiştir ama fazla yakın bir tarih olduğundan onu çok suçlamışlardır. yani onun yersiz tevazuu olmuş sana peygamberlik. evet, yersizdir o tevazu. indi ne demek? günümüz yazarlarında da hala bu sürer kısmen. ayçiçeği gibi göğe dönmüş ilham inmesini bekleyenler var. ben de inanırım ilhama ama o öyle bir download işlemi gibi, gökten kalbe inen bir pdf değil. beş altı roman yazdım. evet, ilhamla yazdım ama ilham denen şey bir kıvılcımdır. haydi, çakmaktır. iteklemedir, iyi bir fikirdir, seziştir, irkiliştir, anlık bir kavrayıştır, o kadar. löp diye inmez kitap. veya allah elinden tutup da kalemi senin elinle oynatmaz.

o yüzden ısrarla sorarlar “gerçek hikayeden mi aldın?” diye. buna verilecek cevap “evet”se rahatlar halk ama senin kendi zekanla bir şeyi yaratıp yazmanı akıl, fikir, muhayyile, vicdan almaz, algılamaz! olmaz ya olmaz! sen uydurmuş olamazsın.

yani eskilerin tevazu amacıyla yaptığı şey günümüzde mesih kompleksi gibi görülüyor. problem şurada ki hâlâ “ben yazdım” diyemiyor sanatçı. de ya, de. “ben” de, “yaptım” de, “kendi aklımla” de, “sevabıyla günahıyla ben yaptım” de! hem kusurunu da üstelenmiş ol eserin.

biri de dürüst mü olsa acaba?

şahsen çok emek veren biri olmadım. çok çalışanları görüyorum. öyle olmadım. günde on beş saat okumadım. keşke olsam, olabilsem. imrenmiyorum değil ama olamadım işte. şanslı da sayılmam. genelde hafif bir uğursuzluk da taşırım. başkasının bir gün uğraştığına on gün uğraşmak zorunda bırakır şanssızlığım. azıcık şans hiç de fena olamazdı ama yok işte. ağzım çok laf yapmaz. sihirli bir dile sahip olmadım. yoktu işte. evet, acı çektim ama gökten inmedi bu acı. benim tecrübesizliğim, yanlış kararlarım diyelim. her ne yaptım, bilmiyorum ama halk var etmedi asla. vasatlar cumhuriyetinde olmaz öyle şeyler. yüz vermiyorsan hele cemiyete, önüne taş koymak için elinden geleni yaparlar. çok fazla engel çıkarıldı. yani destekçiden çok köstekçim oldu. isterler ki unutulup gideyim. bir bank köşesinde evsiz, kimsesiz ölüp gebereyim. evet, bunu isterler şaka değil. mezarsız gideyim isterler. tuhaftır cemiyet. en aklı başında görünen, mantıklının mantıklısı beş kişi bir araya gelsin linç sürüsüne dönüşüverir. tuhaftır… yani özetle,

gecesi gündüzü olmadan saat gibi vızır vızır çalışan, bazen çalışması azap veren ama ne yaptıysam kendisi sayesinde yaptığım bir buçuk kiloluk bir beynim var. o olmasa benden saksı olmazdı. her şey ama her şey sadece o kıymetli beynim sayesinde oldu. iyi bakmaya çalışıyorum. cevizle, omegayla filan besliyorum çünkü o benim her şeyim ve tek şeyim.

yani cemiyet sayesinde değil, cemiyete rağmen yaptım.

insanı insan yapan aklıdır. o ezik tevazu şovları pis pis kibir kokuyor ama yukarıda dediğimi diyenlere kibirli diyorlar. desinler… alkışla filan yaşamıyoruz. iyi ki güneş var.

itiraflarım 1- kibirliyim

  • 4 dakikalık bir metin-

kâğıt, kalem ve kibir.

çok önemli bir film izledim. kendimi çok iyi ifade edilmiş hissettim.

nietzsche’nin “sürü ahlâkı” derken ne demek istediğini anlamıyor olabilirsiniz. bu konuda üç önemli film var:

1-saygın vatandaş/2016

2-malena/2000

3-dogville/2003

bazı şeyleri açıklamak çok kolay görünür. yükselenin aşağı çekildiği türk fıkralarında hasedin durumu anlaşılıyor aslında ama konu çok daha derin. yani tırmanan vasata çekilir ama düşen de yerden kaldırılır hani… göçebe, sınıfsız toplumların hastalığı budur. sınıfsızlık ve sosyal eşitlik kulağa pek hoş gelse de marx’ı şöyle okumak mümkündür:

ey dünyanın tüm vasıfsızları, birleşin! kaybedecek hiçbir şeyiniz yok çünkü zaten bir bokunuz da yok!

aslında kime dürtseniz kıskanma meselesi hakkında bir şeyler söyler ama bence mevzu yükselenle ilgili değil. bir sahne tahayyül ediniz:

sürü hep birlikte ısınıyor koyun koyuna. bir tane adam da oradan uzakta ve tek başına. üstelik kovulmuş değil, sürü onu arasına almıyor değil, adam utangaç değil, gayet bariz ki bu güçlü bir “ben” deyiş ve sürü açısından son derece korkunç. sürü önce onu içine almaya çalışıyor. “en azından ara sıra bize doğru bak” diye yalvarıyor sürü ama adam havaya, yere, aynaya bakıyor. sürü ufak ufak laf sokuyor, ata sözleri okuyor, töreleri hatırlatıyor, ataları anlatıyor, hak hukuktan bahsediyor, ayıp diyor, günah diyor… sonra sürü öfkeleniyor. deli dese deli değil, çocuk dese çocuk değil… “murdar” demek zorunda kalıyor o adam hakkında. zaman içinde o yaratıktan öyle bir nefret duyuyor ki yok olsun istiyor.

sizce bunu niçin yapıyor?

aslında bence orada gördüğü yalnız güçtür, yalnızlık gücüdür sürüyü ürküten. sürü içindeki herhangi bir parçayı söküp alsanız sıfıra yakındır vasıfça. zaten o yüzden sürüdür. yüz sırtlan bir araya gelmiştir de aslana kafa tutmaktadır. işte o güç, o tek güç, o yardım istemeyen, yalvarmayan, sığınma talebinde bulunmayan o güç, sürü içindeki zavallıların kendi güçsüzlüklerini hatırlatıyor. hasedin kökeni de bu.

ilk filmde yazarı parçalamak istiyorlar, ikinci filmde güzel bir kadını, üçüncü filmde de iyi bir kadını.

bakın ben öyle bilindik bir yazar filan değilim. yolda çeviren filan da pek olmaz tebdili kıyafetle dolaşmadığım halde ama 2015-2022 arasındaki yazarlık sürecimde çok ilginç bir şey oldu.

kendi kendime şu kararı almıştım ki karakter olarak da uzak değildim: nazik ve olgun olursam, problemsiz bir okur-yazar ilişkisi ile yıllarım geçer gider. düşündüğüm buydu. o kadar ilginç ki durumu aslında bazen anlamakta kendim de sorun yaşıyorum. yani siyasetçi değilsin, asker değilsin, vali değilsin, belediye başkanı değilsin, muhtar bile değilsin, alt tarafı romanlar yazıyorsun ve okuyan kişi bunu bir sigara parası karşılığında alıyor, seviyor ya da sevmiyor. bu kadar. yo, bu kadar değil…

beni bir kaşık suda boğmak isteyen gruplar türedi. saldırıp parçalamak isteyen, her parçamı kuduz köpeklere yem olarak dağıtmak, çarmıha germek, diri diri yakmak isteyen ve gördüğü yerde döveceğini söyleyen… buna hiç anlam veremedim. dönüp kaideye baktığımda, nazik ve olgun olmak kâğıt üstünde iyi duruyordu ama bu linç şehvetlileri nereden türemişti?

çok düşündüm, çok fazla… bunu anlamadan yıllarım geçti -hoş, tam olarak anlamış sayılmam- ama şunu diyebilirim, en büyük günahı işledim: “ben” dedim!

“her belirlenim bir yadsımadır” der kant; ben de “ben” dedim, “siz değil” demek istedim.

kibir kelimesini bilerek, kışkırtmak için kullanıyorum ama aslında vakar demek lazım. kibir, nazaran üstündür, vakarsa zaten göklerde uçmaktadır aşağıdaki böceklere bakmadan.

bence vakar, her iş çıkartıcının olmazsa olmazı. sabah kaşınarak uyanan, akşama kadar soda çalkalayıp esneyen, akşam da netflix izleyerek uyuşan milyonlar, kendi acınası hayatları için bir sorumlu arıyorlar. kıllarını kıpırdatmadan yalnızca sigarayı bırakmak istemekle, kilo vermeyi istemekle, kocasından ayrılmayı istemekle, şehri terk etmeyi, spora başlamayı, yeni bir iş bulmayı, ingilizce öğrenmeyi, erken yatıp erken kalkmayı istemekle hayatları geçiyor. eylemsiz geçen her gün daha acınası bir noktaya sürükleniyor ve bu sürükleniş için devleti, tanrıyı, kaderi ve sistemi suçluyor. tüm hayatı okuyarak, yazarak, düşünerek ve çalışarak geçenlere de nefret ve korkuyla bakarak, onları diri diri yakmak istiyor. yapabildiği tek şey konuşmak olduğu için hiç durmadan gevezelik, çekiştirme ve iftira ile kalan beyinlerini de kurutuyor, tüketiyor.

o yüzden “ne yapmalıyız?” sorusu havalı görünen bir tembellik, korkaklık, kadercilik itirafıdır.

soru şudur: ben ne yapmalıyım?

tenim tek kişilik olduğuna göre, zevkim ve acım da tek kişiliktir. siyam ikizim olmadığına göre toplum için yani zamanını heba edenler için, zamanını iyi kullandığım hayatımı feda edemem. kimsenin bayağı şakalarına, acınası hayatını katlanır kılmak için bana soktuğu ince laflara katlanarak geçiremem! geri sayımım bireysel ve ölsem ölsem kendime, kendi adıma ölürüm. ben öldükten sonra yaşayacak olan fikirleri de öldüğüm için göremem. kibir, güçlüler ve güçsüzler arasında yaratılmış bir illüzyondur. o yüzden bizde eser sahipleri bile “estağfurullah” çekmekten, “yaptım, ben yaptım, ben ürettim” diyemez yoksa sürü huysuzlanır. heykeltraş çığlık atmalı “ben yonttum” diye, ressam “ben çizdim” diye, müzisyen de “ben besteledim” diye… bunu duyan sürü, ilk önerdiğim filmde olduğu gibi domuz çığlığı atar. vasıflı, devamlı “beni sizler var ettiniz” demezse sürü onu parçalamayı mubah görür ve tüm araçlarıyla da bunu yapar ve acımaz da.

çünkü artık o bir kibirlidir ve yok olması gerekmektedir.

yine insan, yine ilişki

  • 2 dakikalık bir metin-

insan ilişkilerinde fark ettiğim birkaç şeyi paylaşayım.

diyelim falanca seni çok seviyor. bunun epeycene aldatıcı olabileceğini gördüm. nitekim bir yanlışına, hatta bazen karşı tarafın bir yanlış anına bakıyor. *silinivermişsin. geçmiş zamanlarda bunun çok örneğini gördüm ve yaşadım. içinde kan bağı olan ilişkiler de dahil olmak üzere hiçbir ilişkiyi çok yerleşik görmemek lazım. bir de hatta bu tip bitişler genelde sevgiden nötre değil, sevgiden nefrete şeklinde oluyor.

ikna etme ödevimizin olmadığını unutuyoruz. aslında cevap verme ödevimiz bile yok. zahmet edip cevap vermişsem, karşı tarafın ikna olup olmaması tamamen önemsiz. nabzımın en çok laf anlatırken yükseldiğini fark ettim. sonra da şunu düşündüm, karşında çeşitli anlama kapasitelerine sahip on kişi var, on ayrı seviyede konuyu tekrar başa mı almalıyım? bebekçe konuşsam çocuk anlamaz, çocukça konuşsam yetişkin. ben kendi dilimde konuşayım, tercüme edemeyen tarih utansın.

bir zamanlar demiştim ki nazik ve adil olursam, sevilmesem bile hiç değilse düşmansız kalırım. çünkü herkes düşmandan söz ediyordu ve ben bir asosyal olarak bunu anlamıyordum. yazarlık öncesi evrem kabuk içinde geçti ve cemiyetle temasım hiç yoktu. zaman içinde nazik ve adilce çıktım kabuğumdan ve dehşet içinde her ay birkaç nefretli eklendiğini gördüm hayatıma. ben mi yanlış anlıyorum veya yanlış bir şey mi yapıyorum, diye çok sorguladım kendimi ama nafile. sonra anladım ki sen dünyanın en nazik ve adili olsan bile muhakkak gırtlağını kesmek isteyen birileri olacak. bunun sebebini çok merak ettim, serdar kuzuloğlu söyledi:

insanların sevmediği şey yaşamak, sen değilsin.

bir de şunu gözlemledim: zaman içinde her kim olursa olsun, altını çiziyorum, kim olursa olsun sınırlarınızı merak ediyor. nerede öfke, nerede kıskançlık, nerede sabırsızlık başlayacak? işte bu kıyıları görmek için de ufak ufak yokluyor, göremezse de panikliyor. kıyı görününce yavaşlıyor, güya sizi tanımış oluyor.

kendini yanında kendin gibi hissettiğin nereyse, oraya aitsin. ya da başka bir ifade ile, kendini beğendiğin yerde dur, “bu ben miyim?” dediğin yerden kaç.

*(sosyal medya jargonundan çıkın lütfen; buradaki silinmek, dostluğun, irtibatın, güzel anıların silinmesi.)

(kare, 1986/betty blue filmine ait)

2.etik 3.estetik aforizma ahlak aşk bilim doğa edebiyat etik evrim felsefe insan kitap mimesis psikoloji sevgi sinema sosyoloji söyleşi şiir

fitne ve kötülük

  • 2 dakikalık bir metin-


bir araç öndeki araca korna çalıyor kırmızıda. öndeki araçtan alımlı bir hanımefendi inip arkadaki aracın yanına nazikçe gidiyor ve yine nazikçe “buyurun beyefendi?” diyor. korna çalan adam hemen yumuşuyor: “kusura bakmayın. ben size çalmadım; şu araca çaldım.”

ben diyorum ki, karşında apaçık duran bir ferdin kötü olma ihtimali, hele de aynı talihsizliğin içindeyseniz, çok zor. insanı kötüleştiren başka unsurlar var, konuşalım…

1-otomobil kornası örneğinde olduğu gibi araçların veya sosyal medya örneğinde olduğu gibi telefonların arkasına saklanmak insanı daha kötü kılar. karşısındaki etli kanlı canlı birisiyle gözgözeyken kötülük daha güç.

2-orta duygular orta duygulara evrilir ama -bir dairesel kulvar hayal ediniz- aşkın nefrete evrilmesi hem de oradan tekrar aşka evrilmesi kolaydır.

3-“bir şey kötü olduğu için mi tanrı yasaklar, yoksa yasakladığı için mi kötü saymalıyız?” sorusu ile gazzali uğraşmış. bir kesin inançlının inandığı şey uğruna kurban edilirsin ve seni öldüren de kendini cennetlik sayar. demem o ki vicdan değerli bir şey olmadığı gibi çok da görecelidir. akıldır görecesiz olan, saf, pür, evrensel akıl.

4-bir kişi bir kişiyi dövüyorsa üzülürsün. on kişi bir kişiyi dövüyorsa katılırsın. lincin şehvetinin kokusunu aldı mı duramaz bu sürü memelisi. evet, linç zevklidir çünkü sorumluluk kimsededir.

5-tarih boyunca testosterona sahip olan taraf kaslı, östrojene sahip olan taraf hamile olduğu için erkek ve kadının kötülük biçimi de ayrışmış. sokakta sana saldıran taraf erkek, arkandan iş çeviren taraf kadın oluyor. erkek yumruk atıyor, kadın biriyle aranı bozuyor.

6-joker’i hatırlayın, “kötü olmak kötü geçen bir güne bakar” diyordu ve teorisini ispat etmeye çalışıyordu. katılıyorum.

7-fitne uyuyan bir şeydir. uyuyan fitneleri uyandırmak konusunda yetenekli kişiler var. sonra bir bakmışsın tam olarak tanımadıklarından gelen tam duymadığın haberlerle harekete geçmiş bir kitlenin içindesin. çok örneği var. herkesin gittiği yer rahatlatıcıdır.

8-şeytan hep boynuzlu, sivri dişli, çirkin tasvir edilmiştir ama bence şeytan son derece güzel görünümlü. zekâsına zaten diyecek yok. kaliteli kötülük bir ölçüde zekâ ve hatta eğitim ister.

sürü

  • 2 dakikalık bir metin-

memeliyiz. memesizlerin çoğu sürtünmez; sürtünürüz. sürtünmekten gelir sürü’müz, sürüyüz. ıssız adada tek başına iken bilmeyiz iyi mi kötü müyüz? ve kıskançlığı tatmayız, âidiyet ve sâhipliği de. alevli bağırlarda uyumayı ve uyutmayı bir de. yâni kendiliğin mâhiyeti sürü içinde çıkar. yoksa iddiada kalır, halkın içine girince en iyi insan olacağımız var sanısı ile.

cemiz. cem, cemâat, cami, cemiyet oradan gelir, toplanırız. mağaralarda bilge olmak, uzaklardan konuşmak kolaydır. insanlara bayılmıyorum ben de. sadece uzaktan sevmesi güzeldir o pembe yanaklı kıskançları, bilirim. bilirim o, “bende yok, onda da olmasın”cıları. dedikodu eder dururlar, ileri geri konuşurlar. çoğu selâm almayı bilmez, daha çoğu vermeyi. şen duygularınızı emerler, emerek yaşarlar. emdirmeyin. ne onlarla ne onlarsız… (örtüye) bürünen’e “kum fe enzir” dendi, kalktı ve uyardı. yoksa örtüler içinde ürpermektir en iyisi. platon’un adamı da ışığı, çarşıyı görünce mağaraya arkadaşlarını uyarmak için döndü de ona inanmadılar.

ananke kelimesi geçer dört kere ki zorbalık tanrısı’dır; yâni aydınlanma, zorla güzelliktir. zorla güzelliği! in agoraya, şehre, halka da gör kendini temastan sonra. on ilke ile olmuyor hasetten kurtulmak. ilk görülen güzel, tüm kitabı yaktırır. rüşvete, adâletsizliğe dağda karşı olmak kolaydır. ormanların bilgesi şehirde apışır kalır. işte gerçek savaş budur.

halkın içinde bilge kalmak, sürüye yem olmamak. kendilik tanımı sürü ile yapılırken yeni tuzak, sürü içindeki kimlik şıklarına mahkûmiyet, ahlâksız teklifler… kendiliği, kimliğe fedâ etmemek… “hanımefendi”, “çılgın”, “işveli”, “anne”, “erkek gibi”, “çocuk gibi” olmaların dışında, ötesinde bir kendilik… yeni bir inşaat, yeni bir tasarım ve yeni bir yaşamak… varsın sürünün kafası karışsın isim konusunda.

cemiyet içinde fert var, ferdin içinde de vicdan. işte bu vicdan ile cemiyet arasında sünmekte olan insan. en zor ödevse, nazım’ın deyişiyle “yaşamak, bir ağaç gibi tek ve hür, bir orman gibi kardeşçesine.”. ben’i öldürmeden biz olmak. sulu romantizm lakırdılarının birbirine karışmış biz’lerinin örtüsü altında ne ben kalıyor ne biz.

memeliyiz, sürüyüz, cemiz, biziz ama bu sıfırların önündeki 1 sayısı olarak, ben’iz.

yalnızlık

  • 2 dakikalık bir metin-

yalnızız…

savaşırken, sevişirken, ölürken ve doğmamışken de…

en sevdiğimiz ile sarılmış hâldeyken, etrafımızda on tur koli bandı ile sarsanız bizi ve aynı sâniye ve sâlise öldürseniz, yine de yalnızız. pascal ne der?

“yapayalnız ölürüz!”

aramızda hep bir kapanmayan boşluk, hep o tuhaf uzayda sürüklenen yarım elma imgesi ile yaşar ve sırf yalnız olmadığımızı ispat için temas edecek bir ten ararız da ürpeririz buz gibi, değsek de değemesek de.

işte dört dehşetin üçüncüsü budur ve bir stadyumda da yalnızız, orduların içinde de çölde olduğumuz kadar. bunu hissederiz ve akvaryum balığı olduğumuz cenin günlerimizi özleriz. sonra kıvrılırız, büzülürüz ve hüzünleniriz. yanımızdaki ile bir değilizdir çiftleşsek, çiftlensek, birleşsek de. değiliz…

yapayalnız yaşarız!

âşık olmak da hep olduğu gibi iyi bir illüzyondur.

illüzyon ne demek? tavşanın çıktığı yeri şapka gibi göstermek. işte birliktelik illüzyonu ile ortak hesaptaki sosyal medyalarınız, sarılmış bin kareniz, aynı renk giyimleriniz, bir elmanın iki yarısı pozlarınıza rağmen aranızdaki bitimsiz mesafenin farkındasınız ve “ben” kelimesini aldatma telakkî edişiniz, birbirinizin telefonlarını, günlüklerini rahatlıkla karıştırıyor olmanıza rağmen yalnızsınız, hem de yapa-yalnız. iki ayrı “ben”in sun’î toplamı ile plastik bir “biz” imitasyonu olmuşsunuz ve kabahat ve iftiharları grupça göğüslemek kendinizi unutmanızı ve anksiyetetinizden kurtulmanızı sağlıyor. şunu da bârizce biliyorsunuz ki “ruh eşim” dediğiniz sevgilinizden çok farklı düşünüyor ve deneyimliyorsunuz. birbirinizde hiçleşmek için harcadığınız emeği dikkate almazsak pekâlâ farklı hayatlardan gelmiş iki apayrı bireysiniz.

önce şu ağzınıza yapışmış “biz” lafından ve siz olmayanlara kullandığınız “siz” hakaretinden bir kurtulun hele. ben dediğiniz şeyi yaratmak uzun sürebilir ama önce kimlikten sıyrılıp kişiliğe, kişilikten de kendiliğe hicret edin. vicdanlarınızın etrafına kırmızı, sarı, yeşil yuvarlaklar çizin ve kırmızıdan içeriye kırk yıllık eşinizi bile sokmayın. orası sizsiniz. oraya -iyi niyetle bile olsa- ayak basan sizi işgal eder.

cennet ve cehennem biletleri de teker kontenjanlı, biliyorsunuz.

ölürken olduğu gibi yapayalnız doğarız!

insan ilişkilerinde temel kurallar

  • 2 dakikalık bir metin-


1- birisinin ötekisi hakkında anlatmış olduğu hikâye taraflıdır ve olsa olsa taslak fikir olarak aklın bir köşesinde bulundurulabilir; gerçek, iki taraf birden dinlendiği zaman ancak yaklaşılan bir şeydir.  

2- îmâ, sezgi, tahmin, şüphe, his ve zannın en iyisi bile iftirâdır. taslak fikir olarak bile hükmü yoktur. senin ağzından açık-seçik bir cümle çıkmalı, bizzat kendi kulaklarım ile duymalı ve “ne demek istedin?” diye sormalıyım. 

3- falancanın benim hakkımda demiş olduğu şeyin filânca tarafından bana söylenmesinin bir hükmü yoktur çünkü bir cümle cımbızlanıp bağlamdan koparılmış olabilir, filânca yanlış anlamış olabilir, falancanın kastı başka olabilir vs. o yüzden bu ancak taslak fikir hükmündedir.

4- “bu da mı tesâdüf?” sorusunun cevabı genellikle “evet”tir.

5- kendi sevmediği kişiyi senin de sevmemen için ve kendi sevdiğini senin de sevmen için baskı uygulayandan derhal kaçılmalıdır. takım ve grup olarak küsüp barışan, tek tek fert olmaktan âciz, buçuk insanlardan da öyle. bu tip buçuk insanların tepesinde bir çoban gibi davranan çete reisi tiplerden ise koşarak kaçılmalıdır.

6- eli coplu zorbanın copunun çilek kokulu olması ve zâten doğuştan sâhip olduğun kendi özgürlüğünü sana hediye eder gibi davranması seni aldatmamalıdır.

7- kendi sevdiğine haksız diyebilen ve sevmediğine haklı diyebilen açık sözlü dürüstler ile derhal dost olunmalıdır.

8- en yakınımız gelip filânca ile husûmetini anlattığında bile “bir de o tarafı dinlemek lâzım,” diyebilmeliyiz ve bunu dediğimiz için küsen yakınımıza küsmeliyiz.

9- sırrı alan, sırdaşına anlatır ve her sırdaşın kendi sırdaşı vardır.

10- insanın en vahşi güdüsü mülk güdüsüdür. sana veya sâhip olduklarına sâhip olamayan insan seni mülksüz bırakır, sonra da acır.

11- insan dâima tek başınadır; aile, ilişki, arkadaşlık, soy, millet, mahalle gibi kavramlar illüzyondur. en büyük hakaret -evlerden ırak- “siz” demektir. sana “siz” diyen bizci ile irtibatı ilelebet kes. 

ilişkiler hakkında

  • 2 dakikalık bir metin-

ilişkiler konusunda pek yazmıyorum aslında ama bir hâdiseyi çok gözlemlemeye başladım.

modern zamanlarda mı çarpıklaştı yoksa bu insan fıtratı denen şeyin bir ezeli açmazı mı, bilmiyorum ama başlayan ve biten ilişkilerde ve devam edenlerde de şüphesiz, tek ve aslî konunun sadece üçüncü şahıs ilişkileri bağlamına indirgenmesi parmak ısırtıcıdır. başta ilişkinin doğası gereği keyif temelli gibi görünmekte olan yaklaşımın adı konur gibi olduktan sonra toplu bir izolasyon operasyonunun başlamasından bahsediyorum. yâni asıl mevzûnun hoşlanış, flört, evlilik veya şiir belki veya aşk da denebilir bir sevişiş şekli olması îcap ederken, cemiyet temizliği mücâdelesine dönüştüğünü gözlemliyorum.

nihâyetinde “değişirsen severim, değişmezsen sevmem” çıkmazına girip saplanır ve sevmemiz için değişen şeyi de bu sefer sevmemeye başlarız. yâni değiştirdikten sonra sevmek amacıyla niçin onu kurban seçmişizdir, değişmezden evvel niçin sevdiğimizi söylemişizdir gibi sorular muammâ elbette. değişmesi karşılığında değişmemizi de isteyen tarafa ücretini ödediğimizde, ortada iki ayrı kişinin kaldığı görülür; birbirini sevmeyen iki ayrı kişinin.

hâsılı hayat değişmektedir ama o değişim kontrol edilememektedir. bu yüzden hiç değişmeyeceğini varsaydığımız ile hiç değişmeyeceğimizi varsayarak kaynaşmalı ve sohbetler toplumsal yalıtıma kaymaya başladığı an, arkamıza bakmadan koşarak kaçmalıyız. muhâtabına masada duran cüzdan muâmelesi yapan sevgili, bunu çeşitli şekillerde haklı da gösterebilir elbette ama emin olun dünyada, yâni üç milyar alternatifin olduğu bir yerde kimse masada duran cüzdan gibi kapılmayı beklememektedir. tam tersine, herkes siz yokken de yalnız, varken de.

hınç ve linç

  • 2 dakikalık bir metin-

herkes taparken, putken, gidip dövebilir misin adâletsizi? taş atabilir misin tek atan senken? hatta attığın yumruk yüzünden bin yumruğu yeme ihtimalin varken? buna hakperestlik veya cesâret diyebiliriz ama bir de bunun pis kokan bir cinsi var.

herkes birini döverken ne yaparsın? bir yumruk da sen mi sallarsın? bir sürü refleksi olarak hayat boyu dövemediklerinin ve korkaklığının intikamını, hıncını ve kötülüğünün karşılığını o yumrukla mı alırsın? herkesin vurduğuna vurmanın dayanılmaz zevki ve karşılık görmeyecek olmanın dayanılmaz güvenini hisseder misin? normalde gözlerine bakarken ürktüğün aslana, yaşlandığında ve sırtlanların oyuncağı olduğunda gidip bir çimdik de sen mi atarsın korkakça?

sorarım sana, pazaryerinde şişman balıkçılardan dayak yiyen hırsızı gördün mü?

diyeceksin ki dayak yiyen pek suçlu ve hırsız ve haksız ve günahkâr; işte o yüzden bu yumruklar. ben de sana derim ki tek başına dövüyor olsaydın tüm sürü seni izlerken ve ölme, öldürülme ihtimalin olsaydı senden cüsseli bir câni tarafından, işte o zaman sen olurdun bir kahraman. evet, kahraman! hak için hak şekilde, adâlet ve doğruluk için vurmuş olurdun ve erdemlilerce övülür, sürüce dövülürdün. o zaman derdik sana şampiyon ve çocuklarımızın adını, sokaklarımızın, okullarımızın adını koyardık senin adını.

eli yüzü parçalanmış bir zavallının üstünde tepinen bin cellâdı görünce senin de recmedesin tutuyor; seni gidi iyilik timsali, adâlet dağıtıcı, pis yamyam. yüzünde şeytanı görüyorum!

gelen geçen vururken ve sen içindeki korkaklığı dindirmek ve sürüden gözükmek için yuhalarken haksızı, sen dayak atmıyor, linç ediyorsun. linç, haklı haksız her büyük adamın tadacağı karınca istîlâsı, kovan saldırısı… günahkâr da olsa linç yiyen, linç edenlerle savaşmanı isterim! durdurabileceğin için değil, ‘ölçüsüz cezâ mastürbasyondur,’ diyebilen çıksın için.

akşam eve döndüğünde çocuklarına anlatacağın hikâye, kötülüğü ifşâ olmuş bir kötüye sövmüş olmak olmamalı, sırtlan sürüsüyle birlikte. çocuklarına, doğmuş herkesin kötü olduğunu ve kötülüğe intikam ile değil, adâlet ile yaklaşılmasını öğret. onlara kötü olduğunu îtiraf et. her şeyi bir kere, herkesin yaptığı şeyleri de üç kere düşünmelerini öğret.