itiraflarım 1- kibirliyim

  • 4 dakikalık bir metin-

kâğıt, kalem ve kibir.

çok önemli bir film izledim. kendimi çok iyi ifade edilmiş hissettim.

nietzsche’nin “sürü ahlâkı” derken ne demek istediğini anlamıyor olabilirsiniz. bu konuda üç önemli film var:

1-saygın vatandaş/2016

2-malena/2000

3-dogville/2003

bazı şeyleri açıklamak çok kolay görünür. yükselenin aşağı çekildiği türk fıkralarında hasedin durumu anlaşılıyor aslında ama konu çok daha derin. yani tırmanan vasata çekilir ama düşen de yerden kaldırılır hani… göçebe, sınıfsız toplumların hastalığı budur. sınıfsızlık ve sosyal eşitlik kulağa pek hoş gelse de marx’ı şöyle okumak mümkündür:

ey dünyanın tüm vasıfsızları, birleşin! kaybedecek hiçbir şeyiniz yok çünkü zaten bir bokunuz da yok!

aslında kime dürtseniz kıskanma meselesi hakkında bir şeyler söyler ama bence mevzu yükselenle ilgili değil. bir sahne tahayyül ediniz:

sürü hep birlikte ısınıyor koyun koyuna. bir tane adam da oradan uzakta ve tek başına. üstelik kovulmuş değil, sürü onu arasına almıyor değil, adam utangaç değil, gayet bariz ki bu güçlü bir “ben” deyiş ve sürü açısından son derece korkunç. sürü önce onu içine almaya çalışıyor. “en azından ara sıra bize doğru bak” diye yalvarıyor sürü ama adam havaya, yere, aynaya bakıyor. sürü ufak ufak laf sokuyor, ata sözleri okuyor, töreleri hatırlatıyor, ataları anlatıyor, hak hukuktan bahsediyor, ayıp diyor, günah diyor… sonra sürü öfkeleniyor. deli dese deli değil, çocuk dese çocuk değil… “murdar” demek zorunda kalıyor o adam hakkında. zaman içinde o yaratıktan öyle bir nefret duyuyor ki yok olsun istiyor.

sizce bunu niçin yapıyor?

aslında bence orada gördüğü yalnız güçtür, yalnızlık gücüdür sürüyü ürküten. sürü içindeki herhangi bir parçayı söküp alsanız sıfıra yakındır vasıfça. zaten o yüzden sürüdür. yüz sırtlan bir araya gelmiştir de aslana kafa tutmaktadır. işte o güç, o tek güç, o yardım istemeyen, yalvarmayan, sığınma talebinde bulunmayan o güç, sürü içindeki zavallıların kendi güçsüzlüklerini hatırlatıyor. hasedin kökeni de bu.

ilk filmde yazarı parçalamak istiyorlar, ikinci filmde güzel bir kadını, üçüncü filmde de iyi bir kadını.

bakın ben öyle bilindik bir yazar filan değilim. yolda çeviren filan da pek olmaz tebdili kıyafetle dolaşmadığım halde ama 2015-2022 arasındaki yazarlık sürecimde çok ilginç bir şey oldu.

kendi kendime şu kararı almıştım ki karakter olarak da uzak değildim: nazik ve olgun olursam, problemsiz bir okur-yazar ilişkisi ile yıllarım geçer gider. düşündüğüm buydu. o kadar ilginç ki durumu aslında bazen anlamakta kendim de sorun yaşıyorum. yani siyasetçi değilsin, asker değilsin, vali değilsin, belediye başkanı değilsin, muhtar bile değilsin, alt tarafı romanlar yazıyorsun ve okuyan kişi bunu bir sigara parası karşılığında alıyor, seviyor ya da sevmiyor. bu kadar. yo, bu kadar değil…

beni bir kaşık suda boğmak isteyen gruplar türedi. saldırıp parçalamak isteyen, her parçamı kuduz köpeklere yem olarak dağıtmak, çarmıha germek, diri diri yakmak isteyen ve gördüğü yerde döveceğini söyleyen… buna hiç anlam veremedim. dönüp kaideye baktığımda, nazik ve olgun olmak kâğıt üstünde iyi duruyordu ama bu linç şehvetlileri nereden türemişti?

çok düşündüm, çok fazla… bunu anlamadan yıllarım geçti -hoş, tam olarak anlamış sayılmam- ama şunu diyebilirim, en büyük günahı işledim: “ben” dedim!

“her belirlenim bir yadsımadır” der kant; ben de “ben” dedim, “siz değil” demek istedim.

kibir kelimesini bilerek, kışkırtmak için kullanıyorum ama aslında vakar demek lazım. kibir, nazaran üstündür, vakarsa zaten göklerde uçmaktadır aşağıdaki böceklere bakmadan.

bence vakar, her iş çıkartıcının olmazsa olmazı. sabah kaşınarak uyanan, akşama kadar soda çalkalayıp esneyen, akşam da netflix izleyerek uyuşan milyonlar, kendi acınası hayatları için bir sorumlu arıyorlar. kıllarını kıpırdatmadan yalnızca sigarayı bırakmak istemekle, kilo vermeyi istemekle, kocasından ayrılmayı istemekle, şehri terk etmeyi, spora başlamayı, yeni bir iş bulmayı, ingilizce öğrenmeyi, erken yatıp erken kalkmayı istemekle hayatları geçiyor. eylemsiz geçen her gün daha acınası bir noktaya sürükleniyor ve bu sürükleniş için devleti, tanrıyı, kaderi ve sistemi suçluyor. tüm hayatı okuyarak, yazarak, düşünerek ve çalışarak geçenlere de nefret ve korkuyla bakarak, onları diri diri yakmak istiyor. yapabildiği tek şey konuşmak olduğu için hiç durmadan gevezelik, çekiştirme ve iftira ile kalan beyinlerini de kurutuyor, tüketiyor.

o yüzden “ne yapmalıyız?” sorusu havalı görünen bir tembellik, korkaklık, kadercilik itirafıdır.

soru şudur: ben ne yapmalıyım?

tenim tek kişilik olduğuna göre, zevkim ve acım da tek kişiliktir. siyam ikizim olmadığına göre toplum için yani zamanını heba edenler için, zamanını iyi kullandığım hayatımı feda edemem. kimsenin bayağı şakalarına, acınası hayatını katlanır kılmak için bana soktuğu ince laflara katlanarak geçiremem! geri sayımım bireysel ve ölsem ölsem kendime, kendi adıma ölürüm. ben öldükten sonra yaşayacak olan fikirleri de öldüğüm için göremem. kibir, güçlüler ve güçsüzler arasında yaratılmış bir illüzyondur. o yüzden bizde eser sahipleri bile “estağfurullah” çekmekten, “yaptım, ben yaptım, ben ürettim” diyemez yoksa sürü huysuzlanır. heykeltraş çığlık atmalı “ben yonttum” diye, ressam “ben çizdim” diye, müzisyen de “ben besteledim” diye… bunu duyan sürü, ilk önerdiğim filmde olduğu gibi domuz çığlığı atar. vasıflı, devamlı “beni sizler var ettiniz” demezse sürü onu parçalamayı mubah görür ve tüm araçlarıyla da bunu yapar ve acımaz da.

çünkü artık o bir kibirlidir ve yok olması gerekmektedir.

kanaatiniz nedir?

%d blogcu bunu beğendi: