tabiatta neyin ne kadar olduğuyla ilgili tenkit çoğu kişiye kutsala hakaret gibi gelir. yaratıcı güç abes yaratmamış, ölçüyü korumuştur. hiç değilse evrim lüzumsuzları elemiş, lüzumluyu lüzumlu miktarda bırakmıştır. o yüzden “doğal yaşamak” gibi laflar daima çekiciliğini korur. yargılanamaz mükemmeli yaşamanın ne gibi bir yanlışlığı olabilir? yoksa var mı?
bir süre için bu sorgulanamazlığı paranteze alarak acının miktarını konuşalım. aslında varlığı pek hoştur, çoğumuza kendisi hoş gelmese de. çoğumuza diyorum çünkü mazoşizm diye bir şey var. tabii mazoşizmi de paranteze alacağız bu konuşmada. peki, acının varlığı niçin hoştur? çok basit, haber verir. haberin nesi kötü? sırtına bıçak saplanmış, haberin yok. acı sayesinde kaçarsın, çekilirsin, haberin olur zarar gördüğünden. ayak serçe parmağın kapıya çarparsın, bu çarpış uzvuna hasar verebilir, mümkündür. bu zararın önüne geçmek için seni bu gibi çarpışlardan uzak tutucu bir haber ve ders gelir beyne. işe bu postacıya acı diyoruz. var mı sorun?
sorun şurada; örneğin ameliyat olurken uyuşturmak zorundadırlar çünkü şifasına inansak bile acı duymaya devam ederiz, hem de şiddetli. yani acı mekanizmamızı ikna edemeyiz ameliyatın lüzumuna. o mekanizma, bu ameliyatı lüzumsuz görür ve hatta zararlı ki bizi caydırmaya çalışır. yani mızmız çocuk gibidir o acı mekanizması, ikna edilemez.
kolun kırıldı diyelim, bir acı duyarsın. oysa bu acı lüzumsuzdur, en azından bu miktarı. acı duymayacak olsak bile zaten o kolu tekrar kullanmak isteyeceğimiz için panik halinde hastaneye giderdik. kimse kırık bir kolla yaşamak istemez. ama işbu acı yüzünden birisinin bizi götürmesi gerekir biz çığlık atarken. yani kol kırılma acısının lüzumunu kabul etsek bile miktarı çok lüzumsuz, hatta zararlıdır çünkü aşırıdır. acıdan bayılmak diye bir şey var. düşünsenize, problemi çözemiyoruz –artık zararlı şey her ne ise- acı o kadar çok ki düşüp bayılıyoruz.
acı, evet, bize faydalı korkular verir. vahşi hayvanlardan, zehirli yılanlardan filan korkarız ki bu da bizi hayatta tutar ama şu hamam böceğinden korkumuzun hangi acı kökeni olabilir? bu mekanizmaların hepsi bozuk görünüyor. ortada yanlış işleyen bir şeyler var.
bazı hastalıklarda aşırı acı çekeriz. ağrı da buna dahil şüphesiz, ikisini tek sayıyorum. oysa o acı hissi bizi gereksiz bir enerji sarfiyatına sokar. oysa kıvamlı bir acı hastalık süresini kısaltırdı. yalnızca yatmamızı hatırlatacak bir acı yeterliydi ki zaten çoğu tedavi yöntemi torba torba ağrıkesici yutturur. yani doğal vücudun israflı acısını yapay kimyasallarla çözeriz.
sonra, bu saydıklarımın hepsi tensel acılar. tinsel acılar da vardır ve belki daha çoktur. bir sevdiğin ölür acı çekersin, yalnızlık acısı çekersin, özlersin ve acı hissedersin… ya da haksızlığa uğramak sende acı yaratır, itibar kaybı, aşağılanma, yas, zarara uğrama, kazıklanma… bunlar da acı. bu acıların farkı soyut kaynaklı olmaları değil, istersek engel olabilmemiz. yani daha doğrusu bizim tarafımızdan yaratılıyor olması. bu acılar sunidir, yapaydır ve sahtedir. yoksa değil midir?
kolunu kessek, istediğin kadar meditasyon yap o acıyı zihninle durduramazsın ama sevgilin seni terk etti diye acı duymak zorunda değilsin; acının bu cinsi koşullandırılma ile yaratılmış olabilir. bir psikolog seni ikna eder, yeni bir sevgili bulursun, önceliklerin değişir vs ama neticede o acıyı yok edebilirsin. yani tensel acılar yazgı iken tinsel acılar seçim gibi görünüyor. yoksa değil mi?
çocuğunu kaybeden bir annenin içindeki acıyı susturması mümkün olmaz. en azından genelde mümkün olmaz. yoksa vardır öyle hasta anneler ama ortada bir patos yoksa her anne bundan derin bir acı duyar. patos dememdeki sebep, hiç acı çekmeme hastalığı filan da var… onlar da parantezin içinde.
yani tinsel acıların önemli bir kısmı seçim gibi görünüyor, tensel acılarınsa tedbiri seçim, kendisi değil.
işte tinseliyle tenseliyle, ortada çok ama çok fazla acı yok mu? haddinden, lüzumundan, olması gerekenden çok ama çok fazla acı… bir deprem yıkığı altında 5 gün ölümü bekleyen bir çocuğun acı çekmesine gerek var mı? o çocuk öldüğünde ve ölmeden önce ailesinin tükenen ümitsizliğiyle doğan acıya gerek var mı? tonla acı çektik bugüne kadar, hangisi salt haber verici, ders verici olarak kaldı? çoğu işkenceden başka bir şey değildi. alacak bir ders bile yoktu ortada. dünyaya bakın, uzaydan, uzaktan bakın, sadece çığlıklar duyarsınız. o kadar çok çığlık var ki. bu insanoğlu hiç çığlık atmamalıydı, niçin atıyor? niçin bağırıyoruz? niçin acı çekiyoruz ve sonu bir türlü gelmiyor?
bugünlerde tek düşündüğüm bu konu, bu acı çokluğu bana acı veriyor. bence insan, insanoğlu haddinden fazla acı çekiyor. evrimin sanıyorum bir sonraki basmağı acı azalması olacak. keşke içme sularına ağrı kesiciler karıştırabilsek. dünya çok daha yaşanır olurdu. bu acı çokluğu için züğürt tesellilerimiz de yok değil elbette; güçleniyoruz, tekâmül ediyoruz, anlıyoruz, arınıyoruz, bilgeleşiyoruz… ben tekamül edeceğim, söz, şu acıyı alın üzerimden. acı o radde ki tekâmül hızımı azaltıyor. öldürmeyen acı güçlendiriyor değil, hasta ediyor. çoğu travma bırakıyor. sakatlayan acı güçlendirmez.
ben ne ölüm ne acı istiyorum, teşekkür ederim, ben kendim güçlenirim.
bu seneki en mühim buluşum bu oldu. konuyu nasıl toparlayacağımı bilemiyorum, deneyeceğim.
malumunuz şöyle bir anlatı var; yüzyıllar boyunca bilinçdışı denen şeyden habersizdik bir iki fısıltıyı saymazsak. sonra freud çıktı, bilincin, dedi, altı var, dışı var. şaştık kaldık ve itiraz ettik. sonra alıştık, sonra da vazgeçemez olduk. yani freud bize, bilinçli olduğumuzu sandığımız bize, farkındalığımızın olmadığı bir alanı tarif etti. evet, anlatı bu.
bunu koyun cebinize.
ikincisi… ruh. ruh var da ruh yok da filan bir kavgadır sürüyor. ben, ispat denir mi bilmem de ispat olabilecek bir iki argüman sundum. o yazıya bakabilirsiniz. determinizm üzerinden ruhu ispat ettiğimi düşünüyorum. ayrıca son yıllarda yapay zeka tartışmaları sürerken biliyoruz ki yapay olan bir zekada ruh yoktur, ruh olmadığı için de kendisi algoritmadan ibarettir. yani deterministtir, yani neden sonuç zinciri ile çalışır random fonksiyonu bile. yani gerçek bir rastgelelik asla kodlanamaz. doğadaki doğal gelişigüzellere başvurulur, asal sayılar gibi. o halde ruh ne? nedensiz eylem, sebepsiz eyleyiş ve eşyada olmayan bir özellik olan gayesellik yeteneği.
yani ruh var, bu da cepte.
doğada bildiğimiz kadarıyla bilinç yok. hiç değilse insandaki kadar yok. ağaçta bilinçdışı denen şeyden bile söz edilebilir miyiz, bilmiyoruz. tamam, örnek sert oldu. kedi mesela? bakınca bizdekine benzer bir tözün, benzer bir şeylerin, ortak bir ben hissinin olduğunu anlıyoruz (kedi besleyenler bilir bunu) ama bilinçlilik hali yok gibi sanki. varsa da zayıf var. yani bilinçdışı diye bir şeyi var. çoğu otorite kabul eder ki hayvanlar reflekslerle yaşar. ayrıca beyin incelemeleri de gösteriyor ki beynin sürüngen beyni, memeli beyni denen iç kısımlarının hayati tarafları var fakat beyin kabuğu, yani korteks entelektüel faaliyetler için. bizdeyse en gelişmiş haliyle görüyoruz kabuğu.
ayrıca insanlarda da çoğu kişi daha refleks ağırlıklı, sürü psikolojisi ile, hissel, sezgisel bir yaşantı sürer. yani bilinçli yaşam, çok azımızda var gibi görünüyor.
evrimsel olarak da bilinç en geç ortaya çıkan şey. insanda bile felsefe çok yeni bir etkinlik göreceli olarak. yani kişinin kendisine bakabilme, soru sorabilme ve cevap arayabilme yetisi yatak yorgan iki bin beş yüz yılı geçmez.
kişinin kendi hayatında da bilinç en geç ortaya çıkan yeti. çocukluk daha spontan geçer, bilinçdışı ile yönetilir, zamanla kendini eğiten ve gelişen ve bilgeleşen fert bilinç geliştirir. o bilinçle kendisine bakabilmeyi bile başarır.
cebimizde iki şey var, üçüncüsünü koyacağım.
jung’un ortak bilinçdışı havuzu dediği bir şey var, malumunuz. yani hepimizde ortak bir bellek, bir duygu, bir masal havuzundan simgeler, imgeler kullanıyoruz. rüyalarımız benziyor, bazı benzer anlatılar, ikonlar farklı kültürlerde farklı dönemlerde tekrar tekrar ortaya çıkıyor. jung bunlara arketip diyor.
üç etti…
şimdi bir soru soracağım, fakat iyi düşünmenizi rica edeceğim;
ben aslında ne? ben dediğiniz şey, asıl ben, yani ruh –şayet varsa- nemenem bir şey o?
siz cevap vermeden ruhun alanını daraltayım. beyne verdiğiniz zarar kişinin kişiliğini değiştirir. bazı beyin bölgelerinin kesilmesi veya alınması kişiyi aptallaştırabilir, moronlaştırabilir, saksı bitkisine çevirebilir, küfürbaz yapabilir, dil yeteneği uçabilir, hafızası gidebilir, yüzleri tanıyamaz olabilir vs. yani demek ki beyin denen şey öyle az buz bir şey değilmiş. hatırlatırım, beyin bedende. yani beyinin ruhla bir ilgisi yok.
e ama insanı büsbütün bir makine olarak da tanımlayamıyorduk, o ruh nasıl bir şey olmalı ki içinde kişilik, zeka, bellek gibi şeyler olmasın ama canlı kılma, seçim yapma, “ben” hissettirme yeteneği olsun. ben derim ki;
ben rüyamım. rüyalardaki ben asıl benim. rüya gören ben, beyin ile irtibatı en aza inmiş, dış dünya ile duyu teması kesilmiş olan ben, ortak bir bilinçdışı havuzunda yüzen ben, asıl ben.
zaten bilincimin bilinçdışıma doğru bakışı da bu ikilik sayesinde mümkün. salt bilinçsiz bir töz olan ruhumun bir bilinç üretme makinesi olan beynin içine girmesiyle iki ayrı bilinç meydana gelir uyanıkken; ruh bilinci, beyin bilinci. işte beyin bilincinden ruh bilincine doğru bakıp araştırma yapıyoruz psikanalizde.
özgürlüğüm mümkün olmadığı, kozalite ile çalışan, nedensel dünyaya mahkum bir makine olan bedene koşut ruh hür. bunun ispatı seçim hürriyeti. yani bedenen, koşullardan, çevreden, içsel, dışsal bin ısrar da geliyor olsa seçim ruha ait günün sonunda. yani biz mecburen özgür yaratıklarız. özgürleşmek denen şey bir palavradır. kişi özgürleşmez, özgürlüğünün farkına varır.
boynumda zincir varsa köle değilim, imkanlarım kısıtlı. fakat kendimi bilmem ne yapmak zorunda hissediyorsam, şunu şunu yapamaz, yeltenemez görüyorsam özgürlüğümün farkında değilim ve sartre’ın “kötü niyet” dediği şeyin içindeyim.
işte alında bence sarih ama birçoklarının itiraz edeceği bir kanıt buldum; acıyor o halde hürüm.
derim ki acılar hürriyetin alameti. seçim yapabilen canlılara doğanın bahşettiği bir bilgi türü acı. bilgi… evet, acı bir bilgi. o bilgi niçin ve kime veriliyor? seçim yapan düzgün seçsin diye veriliyor. acıyorsa seçim yapmaya zorlanırım. kaçmalı ya da savaşmalıyım sözgelimi. yani acı çeken her mahluk hürdür. birçok yanı otomatik reflekslere teslim de edilse, gölge kabilinden, sessiz, soluk bir hürriyeti muhakkak var çünkü ruhu var.
başta ferud’tan bahsetmiştik. şimdi daha kolay anlatabilirim sanıyorum;
freud bilinçdışını filan bulmadı. freud bilinci buldu. o bilinç ile bilinçdışına baktı, gördü. biz salt bilinçdışı idik zaten son çağa kadar. bilinci inşa ettikçe bilinçdışını anlar olduk, yani kendimize baktık. işte freud’un keşfi buydu. freud bilinçdışını değil, bilinci buldu.
kişi kendi içinde kavgalı parçalar ile donatılı. tek tözlü bir makine için bunu anlatmak çok zor. aslında ruhu ortadan kaldırdığınızda tek parçalı bir şeyin içindeki kavgaları izah edemez oluyorsunuz ki sartre bunun farkında olduğu için bilinçdışını reddetti hepten.
özgürlüğü reddetmeniz demek ahlakı reddetmeniz demek. yani doğru ve yanlış olan bir şeyleri boşuna konuşuyoruz özgür değilsek. özgür değilsek kimse kötü değil çünkü herkes kurulmuş saat. ve tabii iyi de değil kimse, erdemli de değil. kurulmuş saatlerden müteşekkil bir toplumdaysak neyi konuşmanın anlamı kalır ki. kaderciliğin son raddesi bu işte. hiçbir seçim özgürlüğü olmayan birtakım yaratıklar öylece mal gibi acı çekiyoruz devamlı, öyle mi? seçim hakkımız yoksa biz bu kadar neyi konuşuyoruz ki?
yani hasan hüseyin korkmazgil’in şiirinde ve şiirden yapılan şarkıda geçtiği gibi;
felsefe tarihinin en çetin konusu hakkındaki fikirlerimi serdedeyim…
geist, sprit, soul, psyche, tin, ruh… ismi veya tanımı değişmekle birlikte tarih boyunca materyalist bedenin ötesinde bir de metafizik, materyal ötesi bir töze var diyen olmuş, yok diyen olmuş. nietzsche’nin kankası rohde’nin “psyche” diye çok güzel bir kitabı var –yakın zamanda türkçeye çevrilen- ki ruh fikrinin köklerine iner. ilk inanış nerede doğmuştur tartışmalı olsa da greklerin teorize ettiğini biliyoruz. mistisizmin anavatanı hindistan’da da bolca ruh bulursunuz elbette.
aslında animizm inancı pek eski, pek kadim. animizmde her şeyin ama her şeyin bir ruhu var. pozitivizme doğru geldikçe çoğu şey ruhunu yitiriyor, en sonunda da her şey. yani modern dünya 1950’lerde ruhsuzlaştı iyice. sonradan yine dünyada spritüel hareketlerle birlikte tekrar ruhlulaştı.
ben başlığı böyle koyarak bir nevi hata etmiş oluyorum. sonda söyleyeceğimi başta söylemiş oluyorum.
var-yok demezden evvel ne olduğunu tanımlayalım:
maddeye ilişik madde ötesi bir töz, madde olmayan bir şey var ki madde ile irtibatlı ama aşkın.
ruh yok, iddiası şöyle,
bizler makineleriz. bir şeyler varsa da beyinde. beyin zaten dev bir giz. evrenin en karmaşık makinesi. bu da bir şeyleri aşkın hissettiriyor. yani hepimiz makineleriz.
bu fikir yandan da determinizm ile ilişkili. kaçınılmazlıktır determinizm. bir şey olduysa o şeyin nedenleri vardır. yani şu olmuştur, bu olmuştur ve evrenin başından bugününe gelinceye kadar milyonlarca hadise arka arkaya eklenerek bu hadiseyi doğurmuştur. tüm hadiseleri bilsek olacak hadiseleri de bilirdik. tarih ve toplum, tıpkı eşya gibi tabiat yasalarına mahkum olduğundan, birer makine olan insan ve canlılar özgür iradelere sahip değildir. yalnızca özgür irade yanılsamalarına sahiptir.
aslında ruh diye bir şeyin olmaması, determinist bir evren ve özgür iradenin bir yanılsamadan ibaret olması el eledir. bunlar ayrılmaz bir bütünü, pozitivizmin dünya görüşünü yansıtır.
şunu da belirtelim ki tanrı inancı ile ruh inancı ilgisizdir. ayrıca teist pek çok toplumda ruh inancı da olmamıştır. sözgelimi müslüman araplar ruha inanıyor değildi. yani din, ruhu değil haşir ve vahdet’i vaaz etmiştir.
bugün tarihsel olarak izini sürebiliyoruz ki ruh inancı neo-platoncular kanalıyla tasavvufa girmiştir.
yani öncelikle “elbette var” ve “elbette yok” eminliği dağılsın için uğraşıyorum.
madde enerji macunu içine -inancım o ki- ruh(libido) damlatılmıştı. ruh öyle bir şey ki madde/enerji, çürüme dediğim yasalara tabi iken içerisinde bulunan latif varlık, entropiye aykırı bir akış, difüzyona ters bir toplanma arzusu taşıyordu. nihayet toplanmayı başardığı yer olan mavi noktamızda, sulu gezegenimizde iki buçuk milyar yıl önce ilk tek hücrelileri, maddenin doğal entropik akışına ters bir arzu ile bir araya getiren ve tekamüle başlatan bu idi.
ruh zayıf da olsa vardı ve zayıf da olsa sezmekteydi ki ben belirli planların, projelerin sezgi alemi denen yer ile irtibat halindeki ruhta bulunduğunu düşünüyorum. tekâmül açlığını da oraya bakarak korudu. libidosunu da…
şunu özellikle belirteyim ki bu çok önemli bir konu!
ruh… var mı sizce? birçok kişi onu dinin içinde bir mefhum sanır da ateistlerin ruha inanmadığını düşünür. hatta necip fazıl bir düşünüre “ruhçu” derken bile övmek için söyler.
var veya yok olduğunu söylemek çok emince yapılıyor ise çok biliniyor değildir nöronlar ve beyin… ruh, genelde bir çeşit duygu, inanç, varlık, benlik, yaşam, ulvilik merkezi gibi görülmüş. beyni biraz karıştırsanız ruha inanmayanların ne demek istediğini anlarsınız. nöronları kurcalayarak bir kişi istediğiniz kadar tuhaf bir ruh haline çekebilirsiniz. mutsuz edersiniz, iradesiz, küfürbaz, unutkan, öfkeli, mutlu, aşık, ahlaksız… bu garip gelebilir ama hala çözülmeyi bekleyen bir karmaşa olan beyin, sırlarla dolu… çeşitli beyin kazalarında, kişiliği ani bir şekilde değişen kişiler rapor edilir durur. peki biz, sadece beyin miyiz?
ruh var demek kimseyi dindar yapmadığı gibi yok demek de ateist yapmaz. ruha inanan bir ateist olabilir mesela. onu bir çeşit enerji gibi görüp, yalnızca canlılarda bulunan bir latif madde ve akış sayabilir. ateist ruha değil, tanrı’ya yok diyendir.
teist de ruha değil, tanrı’ya var der. ruh başka…
o yüzden bunun dini inanç konusundan tamamen bağımsız olduğunu bilin.
benim ruha karşı duruşumun 5 kaynağı var. bildiğimiz fiziğin içindeki 5 boşluk bana (en başta saydığım) çürüyen madde dışında da bir şeylerin olduğuna götürdü. böylece evreni çürüten o difüzyon haricinde bir de tekâmül ettiren libidonun var olduğuna inandım.
1-öncelikle, canlı tanımlanırken, “entropiye karşı duran varlık” diye tuhaf bir tanım yapılır. yani fiziğin en temel yasasına karşı duran bir şey, nasıl fiziksel olur? bazıları buna evrendeki toplam entropinin hâlâ korunduğu açıklamasını getirerek yan kapıdan sıvışmak istiyorsa da sorun çözülmüş değildir.
2-evrendeki her şey dağılıp çözülürken, nasıl olup da ilk canlının en basit, en son ortaya çıkan canlının daha kompleks olduğu bilinmemektedir. eşya ters evrim yani dağınıklaşma yönünde olduğu halde canlı nasıl oluyor da düz evrim içindedir? üstelik kendi hayatında da öyledir. önce zayıf ve korumasız doğar ama ilerleyen yaşlarında güçlenir ve büyür. bu nasıl olur?
3-ben dediğim şey, maddenin karmaşık düğüm oluşları ile oluşmuş olamaz. madde istediği kadar düğüm olsun, kimyasallarla bulamaç olsun benim zekamı, yeteneklerimi, hafızamı oluşturabilir belki ama “ben” dediğim şey hepsinden öte bir formda, keyfiyette, cinste, nitelikte görünmektedir. bu bir çokluk, yani nicelik, yani kemmiyet gibi görünmemektedir. başka şeydir… ben olmak, bir komplekslik işi değil, ayrı bir tözdür.
4-kuantum fiziğinde gözlemciden bahsedilir ve seçim yapan bir bakış izi bırakıcı vardır. o nedir? maddeye tesir edebiliyorsa maddeden başka bir şey midir? bakan şey bakılan şey ile aynı töze mi sahiptir?
5-sezgi alemi denen yerden bahsetmiştim. imgelerin uçuştuğu, telepatinin mümkün olduğu, ortak rüyaların görüldüğü zamansız ve mekânsız yer ile irtibatın maddesel sağlanması mümkün görünmüyor.
ben bu 5 boşluğu rahatlıkla ruhun varlığı ile doldurabiliyorum. ispat edemem ama ikna ederim.
maceramızı anlatıyorduk…
virüs gibi bakteri gibi canlılarda zayıf bir hayatta kalıştan bahsetmiştim. biyolojide çok ciddi bir tartışmadır canlılığın tanımı ve nerede başladığı. mesela öyle formlar var ki canlı mı değil mi arasında kalınıyor. işte bu ruh denen şeyin latif çokluk miktarı ile belirli bir oranda bulunduğunu düşünüyorum evrendeki her şeyde. böylece tüm fiziksel anomaliler, en önemlisi de indeterminizm açıklanmış oluyor. yani canı var ve canı hiç yok diye ikiye ayırmak yerine en mütekamil yaşamak halini en üst ruh sayarsak, uzayda savurulan kuru taşa da en azını verirsek, çeşitli oranlarda her şeyde ruhun bulunduğunu düşünüyorum.
determinizmden bahsetmiştim… laplace şunu der: evrendeki her eşyanın enerjisi, kütlesi, hızı, momentumu, konumunu, bilmem nesini bilen bir cin olsa, geleceği de söyler! yani hesap eder kurulmuş dişliler gibi olan evrendeki maddeleri ve bir saat sonraki, birkaç yüzyıl sonraki konumlarını da matematik ile çıkartır. bundan insanlar da muaf değildir çünkü insanda da atomlar vardır.
yani –o yüzden- determinist bir evrende özgür irade yoktur.
şunu düşünün, özel bir nizamlanışta, itinayla sıraya dizilmiş domino taşları ile bir kurgu yapılmış, bir plan var, zincirleme olaylar dizisi düşünülmüş… tek tek koymuşuz ve çalışmayan kurguya bakıyoruz; bu dizilimin dev cüsseli bir üst yapı olduğunu düşünün, milyonlarca domino taşından oluşan bir bünye… sistem hazır ve çalışmamakta olan sistemi yalnızca izliyor, ne olacağını tahayyül ediyoruz; sonra da o meşhur “ilk hareketi” yapıp, zincirin başı olan taşa kibar bir parmak dokunuşu… ve “kaçınılmazlık” başlamıştır; her taş kendisinden bir sonrakini devirir ve devrile devrile sistem ilerler… çalışmakta olan bu zinciri izlediğinizi hayal edin, neye benzetilebilir sizce?
“v for vendetta” filmindeki domino sahnesini hatırlayın…
ilk taşın yıkılışı sizin parmak hareketinizle oluyor, diğer tüm taşlar, kendisinden önce devrilen taş aracılığıyla devriliyor ve kendisinden sonrakine bir devriliş armağan ediyor… ta ki son taşa kadar… sonuncu taş, devriliyor ve kalıyor, sistem ölmüş, sönmüş oluyor…
bunun formülü nedir: sisteme n tane taş varsa, yalnızca 1 adet taş dolaysız bir biçimde sizin aracılığınızla düşüyor, n-1 taş da kendisinden önceki aracılığıyla düşüyor. n-1 taş kendisinden sonrakini deviriyor, toplam n adet devriliş yaşanıyor ve en son toplam n adet taş devrilmiş oluyor.
evrenin kenarında durup, “büyük patlama” teorisini izliyor olsanız bunu düşünürdünüz… “ilk baş” denen kısım sayesinde başlamış bir zincirleme kaçınılmazlık dizisi, tamamen mekanik bir oluşlar manzumesi ile tıkır tıkır, olacak olan oluyor… ama sistemde bir şey eksik! dominoya geri dönelim…
farklı kollardan, farklı nizamlanışlar halinde ilerleyen zincirlerimizin kenarında kıyısında çocuklar tünemiş, kimisi devrik olan taşları geri kaldırıyor, kimisi de ortasından devirmeye başlıyor, sisteme muhalif, sisteme mürteci, sistemde radikal müdahaleler çıkarıyor ve sistemimiz, sistemin en ayrılmaz parçası olan “mekanik kaçınılmazlık” ilkesine ters davranıyor! yani ne oluyor? bir sonraki hamle tahmin edilmez oluyor!
öngörülemezlik nedir? düşündünüz mü?
bu, yalnızca ve yalnızca kurgulu mekanik yasalara göre kaçınılmazı yaşayan ve ilk öncenin de öncesinde depolanmış enerjiyi boşaltmaya, bünyesindeki birikmişliği söndürmeye çalışan sistem fiziksel evrendir ve bu evrende her hamle, bir önceki hamleye bağlıdır! yani geçmiş bütün hamleleri bilir ve doğru analiz ederseniz, gelecek hamleleri de tahmin edebilir ve hatta bu zincirin ne zaman tamamen sönüme gireceğini de hesaplar, öngörürsünüz…
kurgulu mekaniğe muhalif çalışan sistem canlılardır, yani ruhlardır… canlıların bedenleri de dâhil görülebilinir her şey bu mekanik kaçınılmazlık ilkesine göre hareket eder ama canlılık buna muhalif, buna zıttır ki bu da öngörülebilinirlik yasasına terstir. yani, domino taşlarına bizim istemimiz dışı müdahalelerde bulunan çocuklar evrendeki canlıları temsil ediyor… işte bu, ruhun kanıtıdır: yani, evren kendi halindeyken kaçınılmaz bir düzensizliğe doğru gider, mevcut evren kurallarına bağlı çalışan ruhtan yoksun bir kimyasal karmaşa yığını, olmayan düzeni baştan kuramaz… evrenin tek arzusu sönmek, rahatlamaktır. evren durmak ister, evren ölmek ister. tek işi sönmek olan evren ise yeni enerji birikintileri kesinlikle kuramaz!
işte kuantum ile çıkan gümbürtü buydu! newton’dan beri tıkır tıkır çalışan evren saati kırıldı. artık indeterminizm vardı ve evren bazen kafasına göre davranıyordu. haydi espri yapalım, tanrı zar atıyordu!
“tanrı zar atmaz!”
bu söz einstein’a ait ve o da kuantum’un tuhaf dünyasına ısınamamıştı. onca esnetmesine, onca ıkınmasına, zamanı ve mekânı bükmesine, ışık hızıyla oynamasına, zamanda yolculuk etmesine rağmen, modern fiziğin babası bir deterministti. öldüğü 1955 yılında bile bunları diyerek gitti. bilim ilerlemeye devam etti ve artık kesindi ki evren kurulmuş saat gibi değildi. einstein yanılmıştı.
einstein’ın devrimi de az buz değildir. ışık, der, hızı, evrendeki en hızlı ve ulaşılmaz şey ve ışığa yakın hızda giderseniz kullanıldığınız araç gidiş yönünde kısalır (öyle görünür değil, kısalır) ve aracınızın içine bakan dışarıdaki adam da sizi ağır çekimde görür. siz mi? dışarıyı hızlandırılmış youtube gibi görürsünüz ama kendi zamanınızı normal geçiyor sanırsınız. uzay, der einstein, bükülür! evet, kardeşi olan zamanla birlikte bir eğilme bükülme yaşar tıpkı bir örtü gibi. tam deli fikri!
ama, der, indeterminizm saçma!
beni ruha en çok iten fikir de işte bu eisntein’ın anlayamadığı indeterminizm aslında.
özetle,
1-ruh vardır. entropiye aykırı, bağımsız, devam ettirici değil başlatıcı, nedensel değil gayesel, istenç ve acı sahibi bir töz vardır.
2-özgür irade vardır. her irade özgürdür demiyorum, nedensel yasalara tabi olan bedenin baskı ve ısrarlarına maruz kalsa da içeride seçen birileri muhakkak vardır.
özgürlük varsa sorumluluk vardır, sorumluluk varsa ahlak vardır çünkü özgür irade yoksa ahlak da yoktur.
siz ruhsunuz yani beyinde tepinen, “ben” diyebilen. kellenizi bir kutu düşünün, bu kutuya dışarıdan mâlumat yağıyor. ağzın alıştığı biçimiyle beş duyunuz var. bir de mâliki olmayanlarca yok sayılan “sezgi” var ki altıncısıdır; çiğnemeden löp löp yutulan bir lokma misali tam, tüm, bütün olarak algılar ama en kötü tarafı da gördükleri bulanıktır, sislidir. işte nasıl beş duyunun değdiği yer eşya ise sezgi de “rüya âlemi” denen, tüm insanlık tarihinin yığdığı nizamsız, bozuk, silik bir yığıntıya değer. “arketipler” der jung buraya. duyu ve sezgilerden gelen veriyi kuru mantık işlemlerine tâbi tutan hesap makinesine “zekâ” denir ki iyi olanı bulmaya yarar. ayrıca hayvanlarda az olan şey zekâ değil, “us”tur ki doğru olanı bulmaya yarar ve zekâdan yirmi yıl sonra gelişir; parçaları arasında zekâ da vardır, görgü(irfan) ve sezgi bir de. o yüzden bunlardan biri noksan olanın usu, aklı da noksan olur. güzel’i ise büyük oranda sezeriz ki başta dediğim sezgi hassesi zayıf olanın güzel bir resmin, müziğin, sözün güzel olduğunu anlayabilme kapasitesi de yoktur çünkü güzeli takdir bir yetidir. işbu kaynaklar ile “inanç” üretilir. bilgi yok, inancın dereceleri vardır. taşı attığınızda yere düşeceğine şiddetle, uzaylılaraysa şüpheyle inanırsınız. şüphe oranı azalan inanç, mobilya gibi ağırlaşır. hareket halindeki inancın çıkardığı sese “düşünce” diyorum. fabrika çıkışı enerji tasarruf yazılımı, beyni düşünmekten korur. çok az kişi sahiden düşünür; genelde hayvani taraflarımızın taleplerine mantıklı-imiş gibi bahaneler bulmakla meşgulüzdür. beyin içindeki her işin yegâne yakıtı duygudur ve duygu olmazsa düşünmek, hatırlamak, öğrenmek ve hatta hareket de olamaz. duygu üretemeyenler o yüzden hiçbir şey yapmak istemez ki biz buna “depresyon” diyoruz. depresyon hüzün filan değil, duygusuzluktur. duygusu kalmayan kişi deponun dibinde kalanlar ile zayıf bir anlam üretebilir; anlamsa koku yapar, duygu üretir. aşırı anlam aşırı koku yapar. aşk, kin, kıskançlık ise yakıt aşırılığıdır; delirtir.
kelle kutularımızın dışında bir dünya var mıdır, diye çok dövüşür dünya. eşya… o var mıdır? marx’a sorsanız ötesi yok, matrix’te de berisi yok. platon’un form’u, kant metafiziği, kuantum gelişmeleri, indeterminizm, secret saçmalığı, ınception filmi ve yıkılan newton evreni üzerinde çok düşündüm. yolunan saçlar ve ısırılan parmaklarla geçen cinnetli yıllardan sonra bir kanaate vardım. bulduklarımı paylaşayım. biz uzak yıldızları ve atomu incelediğimizi sanırız ama hangi cihazla bakarsak bakalım baktığımız şey insan beynidir ve onun dışındaki evren hakkında kesin olan hiçbir şey bilemeyiz. bir maymun olmak, kedi olmak ne demektir? daha ötesi hepimizin gördüğü kırmızı aynı kırmızı mıdır? en zor sual de biz kafamızı çevirdiğimizde dünya var olmaya devam etmekte midir? kellemizin dışında var olan eşya (şey(varlık) kelimesinin çoğulu), “numen” yani bir olasılık dalgası, bulanık ihtimaller yumağıdır. kendi gördüğümüzse “fenomen”. mecnun’un kuru leyla’da gördüğü bu yüzden peridir, melektir. dünya kendi özünde ne güzel bir yaşam ışığı ne bir lağım çukurudur; gri, ruhsuz bir anlamsızlıktır. ona cennet ve cehennem diyenler, aynı oksijeni yiyenler. bu yüzden anlamak yok, anlam vermek vardır. aynı elli kiloluk organizmaya, natalie portman’a bakıp dünyanın en güzel oyuncusunu da görürsün, gaz odalık bir yahudi’yi de. bir sinek içinse lezzetli bir yemektir o. sarılarak aynı manzarayı izlesek bile ortada iki ayrı manzara vardır. evet, yan yana bile olsak birlikte değiliz çünkü tasarımcısı olduğumuz anlam odalarımızın içinde yaşıyoruz ve bu odalar teker kişilik. objeye bakan suje iki şey yapar: hem kendi verdiği anlamı seyreder hem de baktığı şeye bir bakış izi bırakır. evet, sen bakarken rahat soyunamaz dünya; izlendiğini hisseder. yani her manzara her bakışa farklı görünür ve her nazar, manzaraya bir iz, bir işaret bırakır. sırtın dönükkense kuru tabiat yasaları… her şeyin muhakkak bozulacağı yasası yani bozulma, yani dağılma, yani çürüme vardır eşyanın en tepesinde. işbu yasaya karşı koyabilen tek şey ruhtur(bakan) ki canlının tarifi bile “entropiye karşı duran varlık” diye yapılır. ruhun ispatıdır. özetle, dünyada insan sayısı kadar dünya var; anlamak yok, anlam vermek var.
“tanrı öldü” der nietzsche; kur’an der: “doğmadı”. hawking de “felsefe öldü”… nietzsche de öldü hawking de öldü; ama ne tanrı doğdu ne felsefe öldü. tanrı meselesini tek başına ele almak hatalıdır çünkü o’na doğru bakmayıcılar için o’nu örtücü bir mekanizmadan da söz edilmesi gerekir: din. dinsiz tanrı görüşü moda olsa da tanrı’nın niçin duyulardan büyük bir titizlikle saklandığını açıklayamamaktadır. kötüler ve iyiler ölüp gitmektedir. yaratıcısız evren inancı (inanç; bknz:1) yani ateizm ise başlangıç, hassas ayarlar, bilinç gibi fenomenlere terstir. teizm evrimli, devrimli, sudûr, yoktan yaratış modellerinin hepsini kapsar. tabii apaçıktır ki salt duyular+zekâ ile tanrı bilinememektedir. bu araçlara sezgi+akıl eklenmeden maymundan fazla farkımız yoktur ki her maymun nihilisttir. duyular+zekâ, sezgi+akıl’a göre objektif olduğu için bunlarla yapılan bilim, dünyanın öteki ucuna da götürülse çalışır fakat tanrı ancak öznelce görülür. görülür ama gösterilemez; “teklif sırrı”denir. ispat, doğası gereği olsa olsa kesine yakın bir şeydir ki descartes 2×2’den bile şüphe etmişti. yaşadığınızı, rüyada olmadığınızı veya dünyanın var olduğunu da ispat edemezsiniz. yani kesinlik epistemik olarak mümkün değildir. o yüzden ispatlardan değil, işaretlerden söz edilebilir. dawkins gibilerinin en çok yanıldığı şey tanrı’yı bilimin konusu sanmalarıdır. bilim iki şeyle ilgilenmez: (paralel evrenler gibi) ölçemediği ve yanlışlayamadığı şeylerle. konular değersiz olduğu için değil, teknikler elverişli olmadığı için ilgilenmez. bu yüzden tanrı, felsefenin konusudur.
tersten okursak din, karıncalara gönderilse hiçbirisi tanrı’yı göremediği için sınav kazanansız olurdu. meleklere gönderilse hepsi gördüğü ve gösterebildiği için bu sefer kaybedensiz olurdu. bizse göreniz, gösteremeyeniz. ölümden evvelki dünyanın bir acı, kötülük ve adaletsizlik cümbüşü olduğu aşikâr ki bunu inkâr edip “ilahi adalet”i ölüm öncesi sanan da var, ölüp ölüp dirilen de. bing bang, adaletsizlik ve bilincin varlığını toplayınca, ortaya din çıkıyor kanımca. tanrı’yı evrenin içine sokana panteist, mevzuyla ilgilenmeyene nihilist, bilemeyene agnostik, tanrı’ya inanana teist, tanrısızlığa inanana ateist deniyor.
memeliyiz. memesizlerin çoğu sürtünmez; sürtünürüz. sürtünmekten gelir sürü’müz, sürüyüz. ıssız adada tek başına iken bilmeyiz iyi mi kötü müyüz? ve kıskançlığı tatmayız, aidiyet ve sahipliği de. alevli bağırlarda uyumayı ve uyutmayı bir de. yani kendiliğin mahiyeti sürü içinde çıkar. yoksa iddiada kalır, halkın içine girince en iyi insan olacağımız var sanısı ile. cemiz. cem, cemaat, cami, cemiyet oradan gelir, toplanırız. mağaralarda bilge olmak, uzaklardan konuşmak kolaydır. insanlara bayılmıyorum ben de. sadece uzaktan sevmesi güzeldir o pembe yanaklı kıskançları, bilirim. bilirim o, “bende yok, onda da olmasın”cıları. dedikodu eder dururlar, ileri geri konuşurlar. çoğu selam almayı bilmez, daha çoğu vermeyi. şen duygularınızı emerler, emerek yaşarlar. emdirmeyin. ne onlarla ne onlarsız… (örtüye) bürünen’e “kum fe enzir” dendi, kalktı ve uyardı. yoksa örtüler içinde ürpermektir en iyisi. platon’un adamı da ışığı, çarşıyı görünce mağaraya arkadaşlarını uyarmak için döndü de ona inanmadılar. ananke kelimesi geçer dört kere ki zorbalık tanrısı’dır; yani aydınlanma, zorla güzelliktir. zorla güzelliği! in agoraya, şehre, halka da gör kendini temastan sonra. on ilke ile olmuyor hasetten kurtulmak. ilk görülen güzel, tüm kitabı yaktırır. rüşvete, adaletsizliğe dağda karşı olmak kolaydır. ormanların bilgesi şehirde apışır kalır. işte gerçek savaş budur. halkın içinde bilge kalmak, sürüye yem olmamak. kendilik tanımı sürü ile yapılırken yeni tuzak, sürü içindeki kimlik şıklarına mahkûmiyet, ahlâksız teklifler… kendiliği, kimliğe feda etmemek… “hanımefendi”, “çılgın”, “işveli”, “anne”, “erkek gibi”, “çocuk gibi” olmaların dışında, ötesinde bir kendilik… yeni bir inşaat, yeni bir tasarım ve yeni bir yaşamak… varsın sürünün kafası karışsın isim konusunda. cemiyet içinde fert var, ferdin içinde de vicdan. işte bu vicdan ile cemiyet arasında sünmekte olan insan. en zor ödevse, nazım’ın deyişiyle “yaşamak, bir ağaç gibi tek ve hür, bir orman gibi kardeşçesine”. ben’i öldürmeden biz olmak. sulu romantizm lakırdılarının birbirine karışmış biz’lerinin örtüsü altında ne ben kalıyor ne biz. memeliyiz, sürüyüz, cemiz, biziz ama bu sıfırların önündeki 1 sayısı olarak, ben’iz.
ne büyük talihsizlik ki ahlâk (latince “moralis”) veya etik (eski yunanaca’da “ethikos”) kelimelerini duyunca akıllara ilk önce kadın, sonra da çıplaklık gelir. peki ahlâk nedir? bir kedi bir fareyi yerken kötülük mü eder? hayır çünkü doğasıdır. inek çim yerken çime kötülük etmez ve dolu yağdırırken kötülük etmez bulutlar tarlaya (bknz: teodise). ya da kuşunuz parmağınızı ısırınca kötülük demeyiz, bebeğiniz evi yaksa da. acı mı, belki. hazla/acıyla ölçemeyiz kötülüğü; ön şart başka: akıl. demek akıl yokken “tabii” diyoruz her şeye. delinin de bakılmaz kusuruna, sarhoşun, yaşlının ve uyuyanın, cinnetlinin. kötülük edebilme yeteneği akıl sayesinde mümkündür ve kötülük yeteneği bulunmayanın iyilik yeteneği de yoktur. yani doğal, iyi ve kötü eylemler var sadece. peki niyet mi mühim sonuç mu? kant gibi cevap vereyim: niyet. çünkü bizim yaratımlama yeteneğimiz yok ki iyilik yapalım; en fazla iyi niyetli bir şeyler yapar, denize atarız. yani birine iyilik edelim derken zarar da versek, adı iyiliktir. bizim elimizde bir zayıf talep var beyne gönderdiğimiz ki emir bile veremiyoruz, rica, istirham… bediüzzaman’ın örneğidir, on güçlü ve akıllı adamın on günde yaptığı kulübeyi, bir haylaz çocuk on saniyede yakar. yapma konusunda yetenekli sayılmayız yıkıcılığımız kadar; yani kırıp dökmeyin yeter. ortada bir kötülüğün olması için etkenin akıllı, edilgenin canlı olması asgari şart; kedi ve bebek arasında etik doğmaz mesela. ilk kaide şüphesiz ki tarafların rızasıdır. rıza varsa etiktir, nokta. kaldırımıma tüküremezsin, bana doğru bakamazsın, duygumu ememezsin, şayet rızam yoksa. kendilik “kime ne”, ahlâksa “bana ne” diyebilmekte. mahremde rıza varsa hürriyet sonsuzdur; umuma açıkken şahitler de denkleme girer. rıza konusu muğlaksa, olmadığı varsayılır. bu sefer herkesin temel kendilik hakları dikkate alınır. tapma, düşünce ve nefretin suçu olmaz; eylemdir mühimi. ikinci kaide, yolun başındaki söz esastır. yolda giderken kurallar esnemez. üç, doğrular savunulurken hayatlarımızdaki kötülüğe göre değerleri yamultulmamak, kötü de olsak iyi de olsak iyiyi savunmak asgari ödev. kimseyi de iyi yapamazsınız; aile, öğretmen, toplum olarak travmaya sokmayın, yoldan çekilin yeter.
gayem: fazla akademikleşmiş, kelime taklası, mantık hokkabazlığı haline gelmiş olan felsefenin özünün bir bilgelik arayışı olduğunu düşünme severlere gösterebilmek. bunu da o tutkunu olduğum şiirin estetiği ile şıkça, zarifçe yapmak ki romanlarda bile yaptığım bu. bir şizofrenin şizofrenisi üzerinden felsefe yapılabileceğini göstermek gibi… her “kültürlü” bence felsefe bilmese de düşünme üzerine düşünebilmeli. geniş bir kitapta rahatça yapabileceğim bir şeyi dar bir paylaşımın içine sokuşturmak gibi bir çılgınlığa soyundum, çıplak kaldım. gerçekten çok zorladı çünkü koca koca cümlelerde anlatılacak ifadeleri daracık manevra alanlarında, paragrafsız, başlıksız, dipnotsuz bir şekilde sunmak seçilen kelimelerin önemini arttırdı ama neyse ki türkçe gibi bir güzelliğin içinde yapım eki cennetindeyiz. dört şekilde anlatılabilirdi. kompleks: bal kavanozlarını dıştan yalayıcı bilgiçlerinki gibi gevezelik… basit: konuyu özetleyeyim derken sağlam bir dayaktan geçirip, kolu kanadı kırılan konuyu tanınmaz hale getirme… aforizmik: şiirsel aforizmalar, tasavvufi metaforlar çatlatayım derken kendisi çatlayan karton bilgelerin öksürdüğü… benim gayem aforizmacılıktan kaçmak, komplekslik ile gösteri yapmamak, basitliğe düşmemek, yani sadelik oldu. zorluğu, konunun zorluğundandı. ileride kitap haline geldiğinde(us’un gözden geçirilmişi) emin olun daha anlaşılır olacak ama şunu bilin ki bundan sadesi konudan çıkmak olurdu. akademik felsefe bilmek ön şart değil düşünmek, bilgelik için. çoğu kaçışın sebebi de türkiye’de alışık olunan “şu grup aptaldır” şeklindeki söylem ile oy verecek parti, peşinden gidilecek mezhep hedefi göstermiyor olmam. slogan ve tatmin bekleniyor, o da bende hiç olmayacak. saf analize alışık değiliz. buna benzeyen yazı dizileri düşünüyorum yine. siz hangi konuların karanlıkta kaldığını benimle paylaşırsanız, emin olun dikkate alırım. sizden gelen her yorumu dikkate aldığım gibi.
üzerinde epeydir çalıştığım tin teorimi ilk kez kamu önünde detaylıca paylaştım. öyle ki evrim, rüya ve ruh konusunu aynı anda çözmüş oluyoruz ve kendi içinde tutarlı görünüyor. eleştiri, görüş ve yorumlara açıktır…
“us” kelimesini “akıl” kelimesi ile yakın bir anlamda kullanıyorum. farklarını konuşuruz lâkin birisine “zeki” demekle “akıllı” demek arasında çok bariz bir fark vardır.
bazı erkek çocukları vardır. zehir gibi bir zekâya sahiptir. matematik çözerler, teknik bilirler, mantık oyunlarında iyidirler fakat nerede ne konuşacaklarını bilmezler. saçma sapan hayat planları yaparlar ve ölçüden uzaktırlar. yani akıldan uzaktırlar. erkek çocuğu örneğini bilerek verdim çünkü zekâ, iki cinsiyette yakın hızda gelişirken akıl gelişimi farkında uçurum olur. yirmi yaşında bir oğlan çocuğu saftirikçe dolaşırken ağzından köpükler fışkırtarak, beş yaşında kız çocuğu bıcır bıcır konuşur ve her şeyin farkındadır. iki cins arasında kabaca on yıllık bir akıl gelişimi farkı vardır. rahatlıkla söylerim ki ortalamada yirmilik kız, otuzluk erkekten akıllıdır.
aklın üç adet bileşeni var. bu şablon bana ait ve parçaları ayrı ayrı izah edeceğim.
ilki zekâdır ve mantık açıklarını bulmaya yarar. zekâ kurucu değil, çürütücüdür. paradoks, çelişki, aporia, tutarsızlık, çıkmaz tespit etmeye yarar. mantığın ana ilkeleri ile çalışır. mantık, aritmetik, geometri, satranç, yazılım, fizik ve mühendislik zekâ ile yapılır. o yüzden diyebiliriz ki bilim adamında en çok olan şeydir. ergenlik sonlarına kadar gelişimi sürer. daima da itibarlı olmuştur. kurnazlık zekâ ile olur ve aklın bilgisayarlar ile taklit edilebilen tek parçasıdır. o yüzden denebilir ki bilgisayarlar insandan zekidir. (analiz eder, tümden parçaya gelir.)
ikincisi sezgidir ve tüm olarak, içe doğma hamlesiyle fark eder. malzemesi estetik, imge, arketip, öngörü, örüntü, telepati. zekâ, parçalara ayırırken, sezgi bütün olarak yutar. rüya görürken her zihin faaliyeti durur ve saf sezgi çalışır. gördüklerimiz saf sezgi âlemidir. o yüzden sezginin yaptığı şey anlamak filan değil, müşahede etmektir. çelişki denen şey bütün için bir sorun teşkil etmez, bu sorun zekâ için vardır. sanatçıda, şairde, kâhinde, annede, âşıkta, çocukta, kadında daha çoktur. dönemsel olarak artıp azalır. itibarı da öyle… pozitivist çağda biraz gözden düşmüştür seziş ve eriş eylemleri. demode görülmüştür ama bergson’un eliyle tekrar yükselişe geçmiştir. yine de doğu’nun sahip çıktığı kadar sahip çıkmaz batı, sezgiye. kıta felsefesinin sahip çıktığı kadar da analitik felsefe. (sentez kurar, tümden tüme gider)
üçüncüsü görgüdür ki yaşanmışlık ile gelişir. okumak ve sinema ile belki bir de… tikellerin tikellere benzemesi ilkesi ile çalışır ve tecrübe de denebilir. parçaların parçalara benzeyeceğini varsayar ve hafızaya ihtiyaç duyar. bir çeşit bilgeliktir. yaş aldıkça artar. en son gelişen ve hayat boyu gelişimi süren akıl bölümüdür. hep en itibarlı akıl parçası olmuştur. zeki ve sezgili olmasa bile çok deneyimli bir yaşlı, her daim bilge görülmüştür, fikri sorulmuştur. (parçadan parçaya gider; apoloji denir.)
zekâ, sezgi, görgü ögeleri, toplama işlemi ile bir araya gelip oluşturmaz aklı çünkü öyle olsaydı toplama işleminde sıfır, etkisiz eleman olduğu için parçalardan birisinin eksikliği diğerleri tarafından telafi edilebilirdi. parçalardan birisini çektiğinizde ortaya çıkan aklın kemmiyeti değil keyfiyeti değişir; yani türü. hem toplanarak bir araya gelse tuz ve suyun karıştırılması gibi olurdu; karşımda her iki bileşenin de tadı olurdu.
çarpma işlemi ile bir araya geldiğini düşünebilirsiniz çünkü sıfır yutan elemandır çarpmada.
mimari tasarımda üç mühim bileşen vardır, deriz: sağlam olmalı; işlevli, yani kullanışlı olmalı; estetik olmalı. sağlamlığa “doğru”, işlevselliğe “iyi”, estetiğe de “güzel” dersek aklın çalışması da buna benzer.
farklı oranlarda yapılan karışım da farklı akıl türlerini doğurur. mesela edebiyat, deneyim ve sezgi ile yapılır. zekâ işin içine karıştığı an ortaya kötü edebiyat çıkar çünkü mantık çelişkileridir edebiyatı güzel kılan. edebiyatçı zeki olmayandır, demiyorum, edebiyat yapma eylemi sırasında zekâsını susturabilendir, diyorum. o yüzden en güçlü akıl, yeri geldikçe bir şeylerini susturabilen akıldır.
işte bunların hepsinin ölçülü olarak bir arada çalışması ile hakikat ortaya çıkar ki felsefenin müşterisi olduğu şey de budur.
tabii ölçülü düşünmek denen şeyin eğitim istemesinin en büyük sebebi sık düşülen insan-sı hataların var olması. insan beyni rasyonel düşünce üretmek için değil inanmak için sulandırılmış ve kafatasımıza tıkıştırılmıştır. onu ciddi bir düşünce terbiyesinden geçirmek gerekir. mevcudunu fazla ciddiye almamak da.
koşmayı geliştirmek için nasıl ki koşmak icap ediyor, us da ussal faaliyet ile gelişir. bir şey ne kadar beyni yoruyorsa o kadar iyi.
siz ruhsunuz yani beyinde tepinen, “ben” diyebilen. kellenizi bir kutu düşünün, bu kutuya dışarıdan malumat yağıyor. ağzın alıştığı biçimiyle beş duyunuz var ki aslında çok daha fazladır. kanın asiditesini ölçen duyuları veya yer çekiminin yönünü anlayan denge algılayıcılarını sayabilirsiniz ama bir de mâliki olmayanlarca yok sayılan “sezgi” var ki altıncısıdır; çiğnemeden löp löp yutulan bir lokma misali tam, tüm, bütün olarak algılar ama en kötü tarafı da gördükleri bulanıktır, sislidir. yukarıda aklın bir bölümü olarak anlatmıştım sezgiyi, doğrudur. hem ek bir duyu hem de aklın bir parçası.
işbu kaynaklar ile “inanç” üretilir. bilgi yok, inancın dereceleri vardır. taşı attığınızda yere düşeceğine şiddetle, uzaylılaraysa şüpheyle inanırsınız. şüphe oranı azalan inanç, mobilya gibi ağırlaşır. hareket hâlindeki inancın çıkardığı sese “düşünce” diyorum. fabrika çıkışı enerji tasarruf yazılımı, beyni düşünmekten korur. çok az kişi sahiden düşünür; genelde hayvani taraflarımızın taleplerine mantıklı-imiş gibi bahaneler bulmakla meşgulüzdür.
beyin içindeki her işin yegâne yakıtı duygudur ve duygu olmazsa düşünmek, hatırlamak, öğrenmek ve hatta hareket de olamaz. duygu üretemeyenler o yüzden hiçbir şey yapmak istemez ki biz buna “depresyon” diyoruz. depresyon hüzün filan değil, duygusuzluktur. duygusu kalmayan kişi deponun dibinde kalanlar ile zayıf bir anlam üretebilir; anlamsa koku yapar, duygu üretir. aşırı anlam aşırı koku yapar. aşk, kin, kıskançlık ise yakıt aşırılığıdır; delirtir.
kimileri de duygular arasında ayrım yaparak bazısını lüzumsuz filan görür ama başta da dediğim gibi sevgi, hasret, özlem ne kadar lüzumlu duygular ise kin, öfke, kıskançlık da öyle lüzumludur. yakıtın cinsleri veya farklı oranlardaki karışımları olduğundan farklı şekillerde harekete geçirir sahibini. palyaçonun listesi romanında bilge ile palyaço tartışır duyguların lüzumunu.
yani duygular -ileride göreceğimiz- eşya ve hadiselere dikilen dış kılıfların yani anlamların çıkardığı kokulardır ve sahibi tarafından üretilen, yine sahibini mağdur edendir. aşk ise sahibi tarafından üretilmeyen, tam bir maruziyet olandır. aşkın durumu çok farklı. göksel bir yanı var. tüm duyguları ateşleyen ama kendisi bir duygu olmayan his, coşku, körlük ve aşırılaştırma.
aşk dışsal bir yağmur olduğu için neye âşık olduğundan hesap sorulamaz. ağaca da olunur, ölmüşe de cansıza da… aşk ussal olmadığı için yalnızca yağmur hâlindeki zevkin ve acının hissine kulak vermeli ve geçmesini beklemeliyiz. konuşacağız tafsilatlı.
evlilikse kutsal değil ussaldır. ussal olduğu için sınıfsaldır. sosyo-ekonomik bir imzadır; dünyadaki üç buçuk milyar karşı cinse, elli yıl boyunca hiç bakılmayacağına, yalnızca imza atılan kişiye cinsel hislerle bakılacağına dair tuhaf bir yemindir, imzadır. bu masala inanılmaz tabii ama inanılmış gibi yapılmalıdır. o imza bir kere atıldıktan sonra nedense vazgeçilmemesi için cemiyet ve devlet el ele verir. toplumun hiç istemediği şey boşanmış canlılardır. geçmiş olsuna gidilir ve nedense evlenenlere “niçin?” diye sormayan toplum, boşananlara büyük bir hevesle “niçin?” diye sorar.
tafsilatlı döneceğiz…
bu dünyayı bütün gün devamlı izlemekten yorulan kelle kutumuz duyuları ve aklı dinlenmeye alır ve salt sezerek 8 saat geçirir ki biz buna “rüya” diyoruz. uyumayan gündüz görür(halüsinasyon), görmeyen ölür.
rüya görmediğini iddia edenler bilsin ki hatırlamamaktadırlar ve sadece ve sadece rüya görmek için uyumaktayız. bu belgeli, ispatlı.
kadim toplumlar rüyayı çok ciddiye almıştır. rüyasında birisini öldürdüğünü görürsen seni sabah hesaba çekerler anlattığında. öyle, şakaya filan gelmezdi yani… aydınlanma döneminde bir süre gözden düşen rüyaya itibar, freud ile tekrar canlanmıştır.
düşünmek denen inancı hareket ettirme aktivitesi, biraz itina gerektirir…
bir bilmeceler yumağı hâlinde yaşamakta olduğumuz hayatta, tüm doğadaki canlılardan yalnızca insanların bir kısmı düşünebilme yetisine sahiptir. sözgelimi; insanlar üzerinde çalışan arılar yokken, arılar üzerinde çalışan insanlar vardır. eşit diye bir şeyin yalnızca zihinsel bir varsayım olduğunu düşünürsek, tüm bir varlık spektrumu (eşya) dereceli bir silsile içinde sıralanıyor. nasıl ki şempanze düşünebilme adına kaplumbağadan ileriyse bazı insanlar da bazı insanlardan ileri bulunuyor. ve herkesin ağzına pelesenk ettiği bu “düşünmek” eylemi çok nadir canlıya gerçekten nasip oluyor. çünkü düşünmenin konusu olan “hakikat” sıklıkla başka şeylerle karıştırılıyor. çünkü insan beyni bir bahane üretme ve inanma motoru olarak çalışıyor. gerçeğin araştırılması, olabilecek en yüksek beyin işlevidir ve hayatta kalmaya hizmet etmediği ve çok enerji sarfiyatı yarattığı için nadiren kullanılıyor. düşünmeye kalkan insanın önüne de kendisini kandırabileceği kullanışlı, tatlı yalanlar çıkıyor ve düşünce adayını avutuyor.
kedi ne der? “murdar.” der yetişemediği ciğere. “yetişemedim.” derse bununla yaşayamaz. bu onu çıldırtır veya özgüvenini sarsar. adapte olmasını zorlaştırır hayata. bir sonraki ciğere gittiğinde de cesaretini kırar. işte “murdar” demek sizi rahatlatıyorsa ve aklınıza hiç şüphe düşmüyorsa bence yanlış yazıdasınız. bu yazıyı yavaşça kapatıp, diğer, ciğerlerin “murdar” olduğunu anlatan kitaplara bakabilirsiniz. ben, “yetişemedim” demenin acısını konuşmak, diğer yetişemeyenlerle buluşmak için hazırladım bu ağıtı. çünkü ciğer murdar değil, belli; harika bir kokusu var. yetişemeyen benim. sizin gibi.
işte bizim yeraltı felsefe çetemiz, kendisinin murdar olduğunu fark edenlerden müteşekkil.
dert, gerçekten gerçeklerse, ılık sütlü biberonlarla avunmak veya pudralar ile rahatlamak değil, tatmin olmak veya alkışlanmak hiç değil, gerçeğin acı da olsa kendisine ulaşmak ve akıbeti düşünülmeksizin, ne işe yarayacağı bilinmeksizin, bir realite hasretini dindirmekse, dikenli kaktüsleri kaynar su ile yutmaksa, çok sık düştüğümüz bazı tuzaklardan korunmalıyız. ciğere diğer yetişemeyenlerle birlikte, murdarlarla birlikte, akıl tuzaklarını konuşacağız.
her birinden birer kitap çıkacak olan bu maddeleri olabildiğince kısa tutacağım ve başlıklarıyla geçeceğim. kitap boyunca sunacağım argümanları da bu maddelerden aldığım feyze dayandıracağım.
1-babanızın tuttuğu takımı tutuyor, ailenizin oy verdiği partiye oy veriyorsunuz. akrabalarınızın dinindesiniz ve toplumun geneliyle aynı yargıları paylaşıyorsunuz. herkesin aynı şeyi düşündüğü bir yerde düşüncenin olmadığını bilmiyor musunuz? siz bence düşünmüyor, taklit ediyorsunuz. birtakım gerekçeleriniz mi var? karşı parti oy çaldı ve karşı takım hakemi satın aldı değil mi? evet, birinci ilke, toplum/aile ile aynı fikirde olma testidir. bu denk geliş tesadüf de olabilir ama genel olarak bir kitle psikolojisi işaretidir. bunun ilginç bir örneği de toplum ne yapıyorsa tam tersini yapma eylemidir. o da enerjisini sürü psikolojisinden aldığı için yine bir düşüncenin değil inadın meyvesidir. yani “eksi sürü” veya “anti toplum” olmak da orayı referans almak demektir. ya da şunu canlandırın; insanlık aynı anda, birdenbire, bir mucize eseri düşünmeye başlasa hayat nasıl olurdu. yedi milyar kişi aynı dinde, mezhepte, partide mi kalırdı? yedi milyar farklı kanaat mi olurdu? inanmak toplar, düşünmek böler.
2-ilkinde de biraz değindiğimiz gibi, karşıt fikri şeytanlaştırma, karikatürleştirme eğilimlerimizi fark etme ilkesidir. yetmişlerdeki kamplaşmayı hatırlayın. iki taraf da karşıyı şeytan gibi görüyordu ve iki taraf da haktan bahsediyordu. sömürülme, haksızlık, yalancılık her iki tarafta da kötüyken cesaret, onur ve vatanseverlik iki tarafta da erdemdi. peki, bu nasıl oldu? en önemli düşünce jimnastiği karşıt fikri anlamaya çalışmaktır. hak vermek başka, anlamak başkadır. çünkü bazen yalnızca anlama eylemiyle bile karşıt fikrin karşıt fikir olmadığı ortaya çıkar. öteki’ye bakın, nedense şeytansı, yaratıksı, canavarsı, pis, necis bir toplum atığıdır bir zaviyeden. bir bakıma da belki tamamen onun koşullarında doğmuş büyümüş olsanız aynı şey olacaksınızdır.
3-sorgulanmaya hiçbir şeyin kapalı olmaması ilkesidir. yani otoriteyi reddetme. “aklı aşan” şeyler muhakkak vardır fakat sorguya kapalı bir şey yoktur ve olmamalıdır. bu arada bu ilkeleri konuşurken “bu zaten bende yok.” deyip geçiyorsanız, üçüncü ilkeye bir örnek vereyim; evrenin matematiğe uyup uymadığını düşündünüz mü? iki elmanın iki elma ile toplamının dört elma ettiği deneyimlerinizle doğrulanıyor görünse de matematik bir soyutlama biçimidir. insan icadı mıdır, yoksa matematik bir keşif midir? matematik felsefesinde bu çok çetin bir tartışmadır. demek ki neymiş? hiçbir şey sorgu dışı değilmiş. sormak ayıp, günah, yasak, sakıncalı, tabu, çirkin değilmiş.
4-hatalı polarizasyonlarla “düşünüyoruz”. buna “false dilemma” denir. yani “evrim mi, yaratılış mı?” ikilemi gibi. bu şuna benzer: yemek yemeyi mi seversin, spor yapmayı mı? hatalı ikilemlerde kombinasyon gereği dört cevap oluşur. yani hem yemeği hem sporu sevenler ne onu ne onu sevenler ve birer tane de yalnız birini sevenler. bu ikilem başta hatalı kurulduğu zaman tüm tartışma bunun üzerinden gidebilir. yani bir deli bir kuyuya bir “false dilemma” atar. dördüncü ilke, kurduğumuz ikilemin hatalı olup olmadığını anlamamız gerekliliği. bir şey ya a’dır ya da a değildir. “ya a’dır ya b’dir” derseniz, “c hani?” derler, “gri yok mu?” derler vs.
5-bir fikri tek başına çürütemeyen şüphelerin sayısını ne kadar artırırsanız artırın bir şey değişmeyecektir. bu, tek tokatla yıkamadığınız bir binaya yüzlerce tokat vurmaya benzer. çünkü şüpheler toplanarak çoğalmaz, en kesin olana göre çalışır. bir adamın cinayet işleyebileceği ile ilgili yüzlerce şüphe düşünün. hareketleri tuhaf cinayet romanları okuyor, cebinde bıçak taşıyor, geceleri dışarı çıkıyor vs. yüzlerce şüphe var. fakat bu şüphelerin hiçbirisi kanıt niteliğinde olmadığı için bu adama katil diyemezsiniz. aslında bir hadisenin olasılığının %1 olmasıyla, %99 olması arasında fark yoktur. çünkü her şeyin üç ihtimali vardır: kesin, mümkün, imkânsız. siz şüphe ile yola çıkarsanız, mümkün ile kesin olanı karıştırmış olursunuz. paranoya sahipleri çok düşer bu tuzağa. sevgilisinin kendisini aldattığına ilişkin milyonlarca “kanıt”(!) toplar. sonra bunlar ile dev senaryolar kurar.
6- çok kişinin düştüğü bir mantık hatasıdır. bir fikir üzerine “düşünüyorsanız” ateistler, komünistler, satanistler, müslümanlar, ingilizler, masonlar… vs. diye cümleye başlıyorsanız, siz, fikri değil, o fikri takip ettiğini varsaydığınız tikeller üzerine konuşuyorsunuz demektir. dünyada hiçbir fikir, onun takipçileri tarafından ideal takibe mazhar değildir ve hiçbir takipçi de bir fikri tam manasıyla temsil ediyor değildir. o yüzden komünistler hakkında konuşmak ile komünizm hakkında konuşmak arasında çok büyük fark vardır. insan dediğiniz yaratık şaşırır, unutur, vazgeçer, irade gösteremeyebilir, aklı kadar anlar, ihtilafa düşebilir, kendine göre yorumlayabilir… bu kusurlu kopyalarla değil, tümeller ile düşünmeliyiz. yani “-ist”i değil, “-izm”i.
7-yaşı kaç olursa olsun, çoğu kişinin zaman dilimi on yıldır. ve çoğu kişinin evreni kendi ülkesidir. yine çoğu kişi, bir mesele hakkında konuşurken, dar bir zaman dilimine ve mekânsal bölgeye hapsederek fikri boğar. dünya iki buçuk milyar yıllıktır, insan ise iki yüz bin… yedinci ilke, lokal bakıştan kurtulmamız gerekliliğidir. üç beş yıllık memleket meselesini hayatın anlamı sanıyorsanız, elinizdeki merceği bırakın da iki yüz bin yıllık insanlık tarihine bir bakın derim. buna örnek de sabahtan akşama kadar günün fırkasını konuşan karton aydınlardır. bugünün fırkası dünyanın bir noktası kadar küçük bir bölgesindeki, evrenin bir anındaki değersiz bir hadisedir. fazlası değil.
8-parça bütün ilişkisini doğru anlamak… bütünün parçalarına bakarken hangi cins parçalar ile bütünlendiğini iyi anlayabilmek…
“toplanarak bütünleşme” vardır ki parçaların toplamı bütündür ve bütünden bir parça çıkarmak bütünü değiştirmez. mesela bir ambar buğdaydan bir avuç buğday alsanız, geriye yine bir ambar buğday kalır.
“çarpılarak bütünleşme” vardır ki bir parçayı çıkarmak bile bütünü çökertir. insan damardan ibaret değildir ama damarsız insan bir hiçtir. ya da bir çocuk göz kapakları sayesinde sınavı kazanmış değildir, dershaneye gitmiş, çalışmış, ailesinden destek görmüş, yetenekli doğmuştur ama göz kapakları olmasaydı sınavı kazanamazdı, gibi…
“başkalaşarak bütünleşme” ilk söylediğimize benzer ama bu sefer bütün, parçadan bambaşka bir şey olmuştur. okyanus damlalardan oluşur ama damla ile okyanus farklıdır, insan ile toplum farklıdır.
başkalaşarak bütünleşmişi incelerken sık yapılan bir de hata var…
meselesine göre değişmekle birlikte birçok meselede tümdengelim düşünme eğilimi içinde olmak icap eder. yakıcı ve yanıcı maddelerin birleşmesinden müteşekkildir su. ve su, söndürür. yani hidrojen ve oksijen kimlik kaybına uğrar. parça-bütün ilişkisinin en önemli konusu budur. parçalar bir araya gelip bütüne doğru gittikçe, yeni bir mana bürünüşü yaşar ve en önemlisi, o yeni eklenen yeni mananın nüvesi, özü, kokusu, izi ve esamisi tek bir parçanın hiçbir yerinde yoktur. nöronlara bakarak beyni, damlaya bakarak okyanusu, ferde bakarak cemiyeti anlayamazsınız. yönünüzü çevirmelisiniz. atomu, maddeye bakarak anlamaya çalışmalıyız. şiiri bilerek, mısrayı yorumlarız. modern sinemaya bakarak chaplin’i anlarız. yirmi yaşımızı ne kadar doğru anlasak da kırkımız sürpriz kalır. fakat kırkı görürsek, döner yirmiyi yorumlarız. yani sonuç olarak marx’ın dediği gibi, “maymuna bakarak insan anatomisi anlaşılmaz; insana bakarak maymun anatomisi anlaşılır.”
su damlasına bakarak denizi anlayabilir misiniz? bir cümlesine bakarak bir romanı? insana bakarak toplumu anlayabilir misiniz? hayır, yani insanı çok iyi anlasanız; toplumu da anlar mısınız? bugünü çok iyi gözlemleyin; yorum yapabilir misiniz çağ hakkında? bir ferdini görün, tanıyın; aile yapısını anlamış olur musunuz? bir davranışını çok iyi gözlemleyerek kişi hakkında iyi fikirlere sahip olmuş olur musunuz?
parça+parça+parça+parça+(şefin gizli sosu)=bütün
formül aslında buradaki gibi.
9-hiçbir ideoloji, görüş veya fikri toplu hâlde kabul etmek veya toplu hâlde karşı çıkmak zorunda olmadığımızdır. içerisinde alınabilir veya karşı çıkılabilir tarafları olabilir. paket program gibi kabul etmek veya reddetmek, ortada bir düşünce olmadığının en bariz göstergesidir.
10-fikirler üzerinde çalışırken, kullandığımız fikrin kim tarafından sarf edildiğinin önemsiz olduğudur. fikrin sahibinin zekâsı, eğitim durumu, siyasi görüşü, mezhebi önemsizdir. çünkü kendisini değil, fikrini almaktayızdır. dokuzuncu ilkede olduğu gibi kendisini de komple kabul ediyor veya her şeyine karşı çıkıyor değilizdir. çünkü hayat gridir ve kimse hepten haklı veya hepten haksız değildir. hatta daha da ileri giderek, normalde argümanımızın aleyhinde olan bir fikir adamının bir mevzu üzerinde iyi bir fikri varsa, karşı olduğu argümanı savunurken bile o fikirden faydalanabiliriz. insanın, o tikel, kusurlu yaratığın hiç mi hiç önemi yoktur.
11-bir şeyin var olduğunu gösteren tek bir kanıtın yeterli olduğudur. var olduğunu gösteriyor olmayan yüzlerce “şey” de olsa, o tek kanıt varlık için kâfidir. çünkü varlığın kanıtı tek şey iken yokluğun kanıtı her şeydir, yani müşküldür. beşinci düşünce ilkesini hatırlayalım. bir katillik şüphesinden bahsetmiştik. o adamın katil olduğunu gösteren (kamera kaydı gibi) 1 şey var ve katil olduğunu göstermeyen 99 şey (iyi bir insan olması, herkesin sevmesi, sicilinin temiz olması gibi) olsun. 99 yokluk, yokluk için kanıt teşkil etmezken, tek bir varlık, varlık için kanıt teşkil eder.
12-hakikatin aslında ne olduğu ile o hakikatin yaşanabilir olduğunu ayırma zorunluluğudur. yani toplumda çok övülen, “özün sözün bir olması” tam bir gaflet hâlidir. ideal hayat yaşanabilir olan değil düşünülebilir olandır. tüm doğruların, erdemlerin özelliği mükemmel oluşudur. bu mükemmelliğin yaşanamaması sonucu birçok kişi söz-eylem uyumsuzluğu gerilimini yaşar ve ikisinin eşit olması gerekliliği varsayımı ile (genelde) ideallerini revize ederek, eylemleriyle mutabık hâle getirir. bu da ideal ve teorik zemindeki erdemlerin mükemmelliğini gerçek hayatın imkânlarına sıkıştırır. oysa yaşamıyorsak bile ki genelde hakikat yaşanabilen değil ancak savunulabilen bir şeydir, hakikati olduğu gibi temiz ve orijinal formu ile savunmalıyız. mesela “yardıma muhtaç insanlara yardım ediyor musun?” sorusuna, “hayır,” dedikten sonra “…edilmesi gerekir.” diyebilmek bu ilkenin kastıdır. ahlâk eğitimi veren birisi son derece ahlâksız olabilir. bu, verdiği ahlâk eğitimini değersiz yapmaz. tıpkı ahlâk eğitimi veriyorluğu ahlâksızlığını hükümsüz kılmadığı gibi. o yüzden sert bir teori-pratik ayrımı yapıyorum. ikisini son derece ilişiksiz, ayrı, bağımsız şeyler olarak görüyorum.
bir düşünceme “gerçek” demeden önce bu on iki testten geçirmeye özen gösteririm. genelde birkaçına takılıverir. ve yine bu on iki yöntem ile çok kesin sandığım bazı hakikatlerimi masaya yatırma şansı buldum ve bakış açımı değiştirdim. ciğere yetişemiyorsam, yetişemiyorumdur. murdar değildir yani. başta da belirttiğim gibi gerçek sadece gerçektir. acı filan da değil, gerçektir, o kadar. kabul edin, sevin, yaşayın, bilin veya bilmeyin; gerçek yalnızca sizin ona karşı olan tavrınıza kayıtsız, sapasağlam, görecesiz ve buz gibi bir gerçektir.
en tehlikelisi olan on üçüncü ama onu işletmek bir hayli zor. yedinci ilkenin azmışıdır kendisi… o da ben insan olduğum için her şeyi insansı, insan biçimci, antropomorfizm içinde düşünme tehlikesine düşmemdir. evren devasa, yaşlı, kayıtsız ama minicik bir böcek olarak ben ve beynim, kendi sınırlarımı yok sayarak her şeyi insansı anlıyor olabilir miyim? evrenin anlaşılabilir olduğunu da nereden çıkardım? kendisinin bana böyle bir sözü olmamasına karşın… kendi sulu sakatatımın dışında düşünme şansım asla ve asla yok. aynı beyne sahip canlılar arasında bile bu kadar bariz düşünce ayrımları varken bir de mesela uzaylılar gelse, bizim yazdığımız hiçbir şeyi anlayamazdı. alfabemizi bilse de anlayamazdı. ya da dünyadaki tüm insanları öldüren bir virüs düşünün; tek bir insan bile kalmadığında, o dünyada kalan şey nedir? adalet kalır mı? güzellik, dürüstlük, samimiyet, okumak, düşünmek? insanı çekince yok olan her şey insansıdır.
bir de freud diye bir adam yaşadığından beri başımızda bir bela var.
kendisi orijinal bir fikir babası olmaktan ziyade muhteşem bir pazarlamacı, abartıcı, derleyici ve okurdur. platon’dan beri konuşulan bilinç harici dehlizin, nietzsche’de de kokusunu almış ve dostoyevski’den öğrenerek güzelce abartmıştır. abartmak diyorum, çünkü “her şey” bilinç dışı hâline getirilerek konuya vurgu yapılmıştır. “bilinç altı” tabiri biraz demodedir. aslında freud’un çizdiği iç harita çok iyi çalışıyor görünmektedir.
id ki vahşi tutkular ve hiddet ve şehvet ister hem de hemen!
süper ego ki insaf, ahlâk, utanç merkezidir.
ego da bu ikisi arasında kalmış olan bendir, benliktir.
freud’un kurduğu psikoanalizm okulu tüm dünyada korku ve heyecan yaratmış, sonrasında en sadıklar bile teker teker kopmuştur. freud’u en şaşırtanı jung’tur. problem şu ki freud insanı salt içgüdülerden, karanlık rüyalardan, tutkulardan, kıskançlıktan ibaret, cinsel sembollerin içinde kıvranan bir yaratık hâlinde tanımlamıştır. yani insanın insani yönünü, farkında olan yönünü ihmal etmiştir ya da ciddiye almamıştır. freud’dan kopanlar ile o hareketler ayrı yönlere gitmiştir ama hiçbir ciddi psikoloji otoritesi bilinçdışının varlığını inkâr etmez, edemez.
problem ciddi olmayanlarda. “bela” dediğim oydu konu başında.
aslında böylesi felsefi veya bilimsel konuların havas, elit, seçkin arasında konuşulması ve avama, halka, cahile mümkünse hiç duyurulmaması yeğdir. âlimler bir işi tartışır ve elli yıl sonra bu halka sirayet eder. olanlar da olur.
freud’un bilinçdışı halk tarafından duyulduğundan beri ayaküstü analizcileri önlerine çıkan herkesin bilinçdışında olan şeyler hakkında bir şeyler uydurmakta, bu inkâr edildiğinde de bunun da bir bilinçdışı mekanizması olduğu savunulmaktadır. yani ağız tadıyla bir homofobik olamazsınız mesela. muhakkak “gizli homo”sunuzdur. kıskanıyor da olamazsınız sevgilinizi, karınızı; çünkü kendinize güvenmiyorsunuzdur. nefret edemezsiniz çünkü bu bir “gizli aşk”tır. niçin? çünkü öyle demektedirler. inkâr etseniz de bilinçdışınız kendisini savunmaktadır. uydur uydur söyle…
bu ve buna benzer saçmalıklar ile bilinçdışına var derken bilinci inkâr hatasına düşerler. evet, bilinçdışı vardır ama bilinç de vardır. felsefenin amacı bilinci kalınlaştırmak ve bilinçdışını bir inkâr bölgesi olmaktan çıkartıp bilinç işlerini üstlenmiş bir yardımcı mekanizma hâline getirmektir.
yani aslında iyi bir filozofun karanlık ve bilinmez bilinçaltından söz edilemez. onun bilinçaltı ona kolaylık sağlar.
psikanalizin çektiği acı başka şeylerde de var…
bu sıralar zavallı kuantum da aynı durumda. koskoca fizik dalının düştüğü hâlleri görünce içim sızlıyor. kuantum başlığı olan ama kuantum ile uzaktan yakından ilgisi olmayan bir dolu sayfa ziyanı ortalıkta dolaşıyor maalesef. “kuantum enerji terapisi” gibi saçmalıkları görmeden öldüğü için çok şanslı heisenberg ve arkadaşları.
bilim 90’ların sonuna kadar tübitak’ın harika basımlarından öğrenilirdi. biz de oradan öğrendik ve sahiden bilimdi. sonra ortada bilim-imsi şeyler dolaşmaya başladı. bilim olmayan ama içinde bolca bilimsel ibareler geçen istismarcılar. evet, terim hırsızlığı bir bilim istismarıdır. gerçi yüzyıllardır yapan taraf olmadığımız için bizde bilim hep bir emanet, ürküten bir soğukluğa sahip oldu ve onu tutarken lastik eldivenler taktık. ağzımıza filan da tam oturmaz. hani yeni evlilerin kayınbabasına “baba” diyememesi gibi. ya da eskilerin kocasına ismi ile hitap edememesi gibi… böyle… mühendisimiz bile saçmalar bilim hakkında konuşurken. dam der şam der.
“bilim insanları çözemedi.” diye bir başlık görürseniz koşarak kaçın. hiçbir bilim insanı heyeti toplanıp da “ilginç” gizemleri çözeyim diye beklemez. işleri güçleri vardır, dalları vardır. ayrıca bilimin bir şeyi çözemediğini niçin söylüyorsun ki? evrende bildiğimiz değil bilmediğimiz çok. çözebildiklerimizi konuşalım.
aslında “bilim insanları” tabiri de yeterince kaçılası bir kelimedir. yine bir lastik eldivenle emanet tutuş… şu olur ama: “stanford üniversitesi’nden bir meta-analiz çalışması”
gördünüz mü böyle başlık? nadir… ama şu gırla: “bilim cevap veremedi!”
bilimin ne olduğunu bilmediğimiz için ne olmadığını da bilmiyoruz. pek çok mevzu vardır ki bilim ilgilenmez. filanca şiirin güzel olduğu hakkında bir soru sorulamaz bilimsel olarak. paralel evrenleri araştırmaz bilim. şunu da demez:
“bilim insanlarının yaptığı araştırmaya göre adaletli davranış için sözde durmak gereklidir.”
komik geliyor değil mi? farkı yok aslında. tanrı da bilimin konusu değildir, ruh da. yani demem o ki bir konunun bilimsel olabilmesi için konunun buna elverişli olması gereklidir. üzerinde bilim çalışamıyor ise konu değersiz değil, bilim için elverişsizdir, deriz. iki şart koşarız:
ölçülebilmeli;
yanlışlanabilmeli.
bu tanıma göre mesela freud’un psikoanalizi de bilim değildir.
bilimin ne olmadığını öğrenmek için alper bilgili’den “bilim ne değildir?” isimli kitabı öneririm.
felsefe için durum öyle değil. felsefe her alanla ilgilenir. teçhizatı buna uygundur. bilimin bittiği ve olduğu her yerde felsefe vardır ki bilim yaparken bile bazı felsefi ön kabulleri varsayarız. en azından bazı formlarda nedenselliği öngörürüz. yani taşı attığımda yere doğru gidiyor ise “burada bir ilişki var.” deriz.
david hume ve gazzâli buna itiraz eder. ikisi de bunalımı ile ünlüdür.
gazzâli der ki “ateş pamuğu yakmak zorunda değil. bu bir âdettir, kaide değil. “
işte bu sözü, sadece bu eş’ari tavır, o güzelim düşünce devrini, 11. yy aydınlanmasını, islam’ın altın çağını bitirmiştir. çünkü doğada bazı şaşmaz kaideler yoksa onunla meşgul olmanın da lüzumu yoktur. bu yasa gibi görünenler yaratıcının birtakım alışkanlıklarından ibaret ise doğada incelemeye değer bir şey yoktur çünkü doğa duruma göre davranmakta, tavır değiştirmektedir ve en önemlisi “doğa” diye bir şey yoktur. mutezile ise şöyle haykırmıştır; “yaratıcı şaşmaz bir düzen kurmuş olamaz mı?”
eş’ari cevap; “olamaz.”
ve bilim durmuştur.
bunu biraz abartılı anlatıyorum elbette. bir teoriyi seslendirdim. gazzali’ye çok yüklenmemeli diyen de var. moğol istilası ve selefiler, diyen de var ki gazzali, mantığı olmayanın hükmüne de güven olmayacağını söyleyerek, medreselere mantık dersini koydurandır. kendisini tam anlamanın tam bir yolunun bulunmama sebebi hayatı boyunca devamlı fikir değiştirmesidir.
nedenselliği tekrar kurtarmadığını biliyoruz, bu kesin. ateş pamuğu hâlâ yakmıyordu öldüğünde.
aslında inanılan yaratıcıyı da alçaltıcı bir inançtır devamlı aktif, keyfi müdahalenin devam ettiği evren görüşü. bu evren görüşüne göre yaratıcı, kendi murat ettiği biçimde tıkır tıkır işleyen bir evreni yaratamamıştır ve maalesef evrende yolunda gitmeyen gelişmeler için ara sıra müdahalelerde bulunmaktadır. buna inandığın an inandığın yaratıcı ya bilgi ya güç noksanlığına sahiptir. kendisi bizzat zamanı yaratan yaratıcı için bu zaaf, olacak iş değildir. tüm noksan sıfatlardan münezzeh ise icap eden şudur, geleceği ve her atomun yerini ve adedini yani her şeyi bilmekte ise, gelecek tüm saniyelerde nasıl olmasını diliyorsa o şekilde bir ilk fiske ile big bang ile yaratır ve yaratıcı tarafından hazır kurulmuş olan mekanizma saat gibi tıkır tıkır işler ve revizyona, düzenlemeye, dış müdahaleye ihtiyaç duymadan mevcut yasaları ile devam eder. yani yaptığını tam yapamayan, sonrasında revizyona giden tasarımcı insandır. insandır çünkü insan sonsuz bilgi sahibi değildir. evreni tasarlayanın sonsuz bilgiye ve güce sahip olduğuna inanıyorsanız, burasının kendi şaşmaz yasalarında işleyen bir kapalı küvez olduğuna da inanırsınız. hatta yine inanıyorsanız, mucizeleri bile buranın bilinmeyen yasalarına verirsiniz.
bu şöyle: elimde on tane zar var. nasıl fırlatırsam hepsini birden altı getiririm? işte her zarın ağırlığını, hacmini, sürtünme katsayısını, masanın dokusunu, havanın nemini, sıcaklığını vs. bilirsem, öyle mükemmel bir fırlatış yaparım ki hepsi altı gelir. yok, dokuz tanesi geldi de bir tanesi gelmedi ise elimde sonradan onu düzeltmek benim hesabı doğru yapamadığımı, yani benim bir eksikliğimi gösterir.
bir zamanlar benim de yakınlık gösterdiğim nedensel ispatlanamazlık, eşya ilişkilerindeki görünür yokluk, teorik olarak o kadar hoşuma gidiyordu ki tekrarlayıp duruyordum. oysa başta belirttiğim; filozofun en mühim ödevi tatbik edilebilirlik kaygısı gütmesi, asıl gayesinin yaşanabilir bilgelik olması. işte bu nedensellik karşıtlığı ile yaşayabilmenin hiçbir bilinen yolu yoktur.
sabah evden çıkar, asansörün düğmesine basarsın ve gelmesi ile basman arasında ilişki görürsün. asansör gelir ve kabine doğru adımını attığında gidebileceğini düşünürsün. ineceğin kata bastığın gideceğini düşünürsün. ne bileyim, arabanın direksiyonunu sola çevirince bilirsin ki sola gidecek. “hayırlısı olsun.” demezsin. araba sola gitmezse bir arıza varsayarsın. yine tekniğe başvurursun.
bilim ve din ilişkisi tartışılır bazı modernist hocalarca ama ikisi o kadar ayrı şeylerdir ki. doğanın ilkelerini araştırmakla gönlündeki inanç, ahlâk ve ilahi sevginin en ufak bir dirsek teması bile yoktur. ne karşıttır ne zıttır ne ilişkilidir ne ilintilidir.
felsefenin belli teorik seviyelerinde bilimi eleştiren şeyler okuruz. doğrudur da belki belirli açılardan ama bilim elimizdeki tek şeydir. evet; bu soğuk, hastalık dolu, büyük ve yorucu dünyada elimizdeki tek şeydir ilim ve fen.
“kuantum enerjisi terapisi” yaptırıyor, şifalı otlar içiyor, meditasyonla, hacamatla, sülükle uğraşıyor olabilirsiniz ama böbreğinizde taş olduğunda modern tıbba koşuyorsunuz. işte kızsak da ona duyduğumuz gizli güvenin ve tek çaremiz olduğunu bilişimizin tezahürü.
arthur c. clarke’ın romanı “2001: a space odyssey” sinemaya uyarlandı dev yönetmen kubrick tarafından ve orada ilkel insanın bir kemik ile yani ilk teknik alet ile başlattığı macerayı, uzay gemisi ile ilişkilendirildi. var mı farkı? bir sopayı alır, vahşi hayvanlardan korunursunuz. bu ilk bilimdir. binlerce yıl sonra da saniye hatasız mars’a modül gönderirsiniz. kimse bilime tapın demiyor ama son gelişmeler saygıyı hak etmiyor mu? yüzlerce kilometre ötedeki annen ile anlık görüntülü görüşme başlatabiliyorsun ve bu kolaylık dünyanın çoğu yerine yayılmış durumda. biz çocukken bilimkurgu olarak bile çılgın gelirdi.
hayvanların bilimi olmaz ama tekniği olabilir ki bilim için akıl değil zekâ gerekir. bazı hayvanlar vardır, bazı insanlardan zekidir. insanın en önde olan tarafı zekâ filan değildir. sizi eski kedimle tanıştırmak isterdim. kurnazlıkta fenadırlar. görgü deseniz, hayvanların tecrübesi de vardır ve faydalanabilirler. hatta yaşlandıkça bir çeşit bilgelik bile kazanırlar. onlarda olmayan akıl, aklın sezgi parçasının zayıflığı yüzündendir.
işaret dili bilen koko isimli bilge gorilin son sözleri:
“ben gorilim. ben çiçeğim, hayvanım. ben doğayım. koko insanı seviyor. koko dünyayı seviyor. ama insan aptal. koko üzgün, koko ağlıyor. zaman akıyor. dünyayı düzelt. dünyaya yardım et. acele et! dünyayı, doğayı koru. doğa sizi görüyor! teşekkürler.”
aklı hep sevimli anlattık ama başka bir yönü de var.
milyarlarca yıl boyunca evrende çarpışan gezegenler, gök taşları filan vardı ama kötülük yoktu. canlılar var oldu ama kötülük yine var değildi. fareyi yiyen yılan fareye kötülük etmez. yılanı avlayan kartal da yılana. doğa bu dengesi içinde iyilik ve kötülük olmayan, ancak “doğal” diyebileceğimiz akışı içinde sürer gider. acı mı? bolca mevcuttur ama bu acı kötülük değildir. kötülük ile akıl aynı anda ortaya çıkar. aklın olmadığı yerde kötülük de olmaz ve kötülük olmadığı için iyilik de tabii. yani canlılar hayatta kaldı veya öldü milyonlarca yıl ve asla kötülük de yoktu iyilik de.
bundan milyonlarca yıl önce sopayla hayvanları korkutmayı öğrendik. az evvel, bilim diye espri yaptım ama teknikti öğrendiğimiz şey. sonraları ateşi bulduk yarı tesadüfi bir şekilde ve pişen et daha proteinli beslenmemizi sağladıkça beynimiz büyümeye başladı. kötülük mü? hâlâ yoktu… zekâmız vardı, görgümüz de tabii… ama sezgimiz tam gelişmiş değildi. aklın bileşenleri çarpma ile bir araya geldiği için de sezgisiz bir akıl mümkün olmaz. aklımız zayıftı. gelişmekte olan sezgimizse nesilden nesle daha akıllı bir ırkı meydana getirdi. herkes rahmetli dedesi ile torunun aklını kıyas ediyordu ve şaşırıyordu. neslin aklı gelişiyordu…
mağaralarda yaşadık, bıçak yaptık, üstümüze bir şeyler giydik, sopaları çeşitli amaçlar için kullandık ve sezgilerimiz belirli bir olgunluğa erişince içimizde bir estetik itki ve dürtü hisseder olduk, mağaralara resimler yapmaya başladık. el izi bıraktık, hayvan resimleri yaptık ve kemikten bir flüt ile dünyanın ilk flüt sesini çıkardık.
sezgimiz gelişmişti. bu ses çok güzeldi.
şu sezgi konusunu bir açalım hele.
bir sezgi âleminden bahsetmiştim üstü örtük. ispat edemem ama ikna ederim. yemin edemesem de söz veririm.
geleceği öngörmek, telepati, garip rüyalar, duru görü, ilhamlar, ortak bilinç dışı imgeler, ortak sezgiler gibi açıklaması henüz olmayan pek çok fenomeni derleyip toplayıp çözen, cevap veren çok kadim bir inanca başvuruyorum. ibn-i arabi’nin “ayan-ı sabite” dediği şeye benzeyen, sezgi âlemi, rüya âlemi de denen, jung’un “arketipler” dediği ortak bilinç dışı havuzunu, platon’un idealar dünyasını, doğuştan gelen bilgileri, ilhamları, sezişleri, erişleri içeren bir zamansız ve mekânız yağmurdan bahsediyorum. orada devamlı süren bir yayın var. ortak imgeler, idealar var ve orayla hep bir irtibatımız var. bu irtibat en çok rüya görürken zirveye ulaşıyor. mekânsız dememdeki sebep, dünyanın öteki ucundaki biriyle bile bu garip bağın sürmesi. bu konuda, yavrusu ölünce kalbi hızlanan tavşan deneyleri vardır. zamansız dememdeki sebepse, ölüp gitmişlerin, doğmamışların bile oradan bir şekilde yayın parazitine karışması. bunu çok net bir bilgi alışverişi gibi düşünmeyiniz; irrasyonel bir şekilde bulamaç olmuş, karışık ve rastgele değişen imgeler… ben kâhinlerin geleceği bu şekilde sezdiğini düşünüyorum.
“efenim, ben bu şeylere inanmıyorum.”
reddedemeyeceğimiz kadar çok sayıda bildirilmiş tuhaf fenomen var. bir iki sıra dışı münferit hadise olsa üzerini örter geçerdik ama tarih bunlarla dolu. sultan tarlacı’yı araştırın derim.
rasyonel akış yani zekâ + görgü kısmı gelişkin olanlarda sezgiler zayıftır genelde. canlı türlerinde de öyle, insanlar arasında da. hatta hâlet-i rûhiyemize göre bile değişir bu oran. melankolik veya âşıkken rasyonel akıl zayıflayıp, sezgisel akıl kabarır. estetik yağmur ve sanatsal ilhamın kaynağı da işte orasıdır.
ben orada doğuştan vahdet, haşir ve ahlâkın bulunduğunu düşünüyorum. ispat edemem ama ikna ederim. yemin edemem ama söz veririm.
vahdet, yani tek tanrı’nın varlığı… haşir, yani ölüm sonrası sorgu ve hayat… ahlâk yani kötülük olan ve olmayan şeyler…
bazı tartışmalar vardır -ilerleyen bölümlerde tartışacağız- ahlâkın rasyonel temelinin olmadığını iddia eder. ahlâk sezgiseldir. iyi değilsek bile iyinin ne olduğu hakkında kanaat sahibiyiz yaklaşık olarak. en azından kötü niyetli olduğumuzda bunu seziyoruz. bunun formülü filan bulunabilmiş değil. sezeriz işte, o kadar.
maceramızı anlatıyorduk… her şeyimiz gelişti ve aklın en son gelişen kısmı olarak sezgilerdi kalan ve geliştikçe resimlerdi yaptığımız mağara duvarlarına.
anne babasından akıllı olan bir çocuk vardı ve büyüdükçe de gelişkin olan aklı iyice oturuyordu. nihayet rüştüne erince yeryüzündeki ilk kötülüğü işledi, ilk günah, ilk yasak, yasak ağaç…
semavî dinlerde benzer anlatımlarla sunulan yasak meyve kıssasının metaforik, simgesel pek çok anlatımı bulunuyor. ilk mülkiyet duygusu olması fikri yakın gelir hep bana.
ama netice olarak aklın kemâli ilk kötülüğü getirmişti ve kötülüğün mümkün olması da iyiliği mümkün kılmıştı. yani homo sapiens yüz binlerce yıldır yeryüzünde dolaştıktan sonra artık âkil olmuş, kötülük mümkün olmuştu. o artık dine de muhataptı.
bir de şu anlatılır; iblis, topraktan olana secde etmeyeceğini söylediği için ilk kıyas yapanmış ve kıyas, işte böyle şeytanî olanmış! tüm ulema bu tuhaf teoride ittifak etmiş; ben asla katılmıyorum. iblisin yaptığı şey felsefe olduğu için kabahatli değil. iblis kötü felsefe yaptı. yani aklını iyi kullanamadı. felsefeyi düzgün yapsa toprağın ateşten üstün olabilme ihtimali ve bunu secdeden sonra araştırma yapacağı ihtimali, secdenin bir üstünlük belirtmeme ihtimali gibi durumlar dikkate alınarak secde eder, secde bitince mevzuyu araştırırdı. yani iblis felsefeyi değil, kötü yapılan felsefeyi temsil ediyor.
bunlar fevkalade nâzik mevzular.
beşer, insan olma yolunda…
bedensel uzuvları gelişip güçlendikçe, biyokimyasal düzeyde değişimler de geçiriyordu, sosyal değişimler de. asıl değişmesi beklenen şey en son gelişiyordu, yani insanı insan yapan şey yani gelişkin bir ön beyin lobu ve korteksi. ve korteksin yaptığı en kompleks faaliyet olarak felsefe.
insanlığın, tarım devrimi ile ani bir şekilde zekâ gelişimi yavaşladı buğday yüzünden ama durmadı çünkü artık kültürü vardı. nihayet antik yunan’da ilk saf akıl ürünleri çıktı. hikmet sevgisi, felsefe…
birbirine yakın dönemlerde hindistan’da buda, çin’de konfüçyüs ve lao tzu, bilgelik öğretilerine başlamıştı ama bunlar tam anlamıyla saf us sayılamazdı.
antik yunan’da (aslında ilki muğla’da) öyle bir akıl fışkırışı başladı ki bunun dünya tarihinde adedi üçtür. ani bir kalabalık üç yüz yıla yayılmış bir hâlde püskürdü o coğrafyadan ve aniden durdu. thales ile başlayıp aristo ile kemâline eren üç yüz yıllık düşünce mirası ve pırıl pırıl akıllar… sonra ılık karanlık… daha sonra islam aydınlanması ve çeviri faaliyetleri, yani kindi’den ibn rüşd’e kadarki üç yüz yıllık akıl ve aydınlık çağı… ve karanlık… en nihayetinde de galileo’dan nietzsche’ye üç yüz yıllık beyin devrimi ve sonra başlayan modern çağ… ama unutulmamalıdır ki bu akıl mirası, kökün babaları olan antik yunan’ın iki devi, platon ve aristo’ya düşülen dipnotların dışına da çok çıkılmış değildir. hemen hemen tüm başlıklar bu iki dev deha tarafından zaten atılmıştır.
ahmet arslan’ın da dediği gibi türkiye’de kimi kazısanız altından bir platon çıkar. şunu da ben diyorum, platon’u da kazısanız parmenides ve pisagor çıkar. bunlar kabaca şunu der;
“boş ver eşyayı tek tek incelemeyi. sen ilkeyi düşün ve tartış. eşya zaten uymak zorunda yasaya, matematiğe, ideaya.”
benim 2017’ye kadar devam ettirdiğim bir “duruş” dolu çağım var; “her şey durur” diyen parmenidesçi ve platoncu… o çağdan vazgeçip heraklitosçu “her şey akar”a geçtiğimden beri her şey akıyor. ya da aristo’nun dediğine uyarak, eşyaya bakıyorum. ona bir fikri dayatmıyorum. çünkü biliyorum ki evren güzel olmak zorunda değil. aslında anlaşılır olmak zorunda bile değil.
yani mâlum ilme uymaz, ilim mâluma uyar.
biz şunu yapıyoruz, önce bir şeye isim veriyoruz, sonra da o şeyi kendi koyduğumuz ismin içine sokmaya çalışıyoruz. ilişkimize arkadaşlık mı diyelim, sevgililik mi, yoldaşlık mı? ne önemi var ki? koyulmuş ismin içine mi gireceğiz? sen güzeli güzelce sev; ismini koyamayan tarih utansın.
nasıl ki benim tüm hücrelerim ve atomlarım değiştiği halde ben hâlâ bendir, cemiyetin de tüm fertleri ölerek yenileri gelse de insanlık tini hâlâ tin, biz hâlâ biz.
bazı ortak kabuller var. bunlar o kadar ortak, o kadar kabul ki kimse sorgulamıyor. kutsal gibi bir şey. kaynakları muhtelif ve her toplumda benzerleri var. masaya, ameliyat masasına yatırınca arızaları görünüyor, aksi taktirde kanun gibi, bir yerde söylendiği an konu kapanıveriyor. katılmadığım bir iki ortak tin yasasını ifade edeyim:
1). içi-dışı bir, özü-sözü bir, inandığı gibi yaşamak gibi zırvalıklar olsa olsa düşük düşünme seviyelerinin tutarlılık illüzyonunu beslemek için uydurulmuş yemler. ben yemiyorum. biliyorum ki tutarsızlık evrenin özünde vardır ve tutarlılık olsa olsa bir illüzyondur. ha bu arada, söylemim ve eylemim tabiî ki ayrıdır, aynı olamaz ki.
2). huzur denen mıymıntı ruh halini ölüye yakıştırırım bir tek. diri insana zevk yakışır ve uğrunda yaşanacak bir şey varsa o leş gibi yerde uzanan taştaki topraktaki huzur değil, çağlayanların, fırtınaların, yıldırımların zevkidir.
3). demokrasi denen saçmalığın iyi bir alternatifinin olmaması, kadim alternatifinin daha büyük bir saçmalık olması yüzünden ortalıkta en yüksek îtibarda geziniyor. insan kendisi için en iyi olanı bilmeyendir. bilmeyen olduğu için her şapşalın ağzından çıkan her saçmalığı, tüm insanlık oturup dinlemek zorunda değildir ve seni senin iyiliğin için sen yönetmemelisindir.
4). inanan inanmayan herkes bilsin ki açların halinden anlamak için dünyanın çoğunu oluşturan açlar, bir ay aç kalıyor filân değil. bir deli kuyuya bir taş atmış, yüzlerce yıldır söyleniyor. eğer bir şeye ihtiyacımız varsa zenginlerin hâlini anlamaya ihtiyacımız var çünkü ilginç ve sıra dışı olan açlık değil, aşırı tokluk.
5). sanat ile inceltilmemiş faydacı veya doğrucu ruhlar, her şeyi bunlar ile ölçtüğü için faydasızlığın değerini bir türlü anlayamazlar. oysa ki yüksek görgü, faydasızlığın içindedir.
6). evlenmenin âşık olmakla, sevmekle filân hiç ilgisi yoktur. sosyoekonomik, sınıfsal bir çocuk üretim ortaklığıdır. âşık olunan ile evlenilmesi sakıncalıdır.
7). dünyayı sevgi değil, nefret kurtaracaktır ve en samimi, en sahtesiz, en rolsüz duygu nefrettir.
8). tartışarak doğru açığa çıkmaz, diyalektik bilen halkı iknâ etmiş olur.