siz ruhsunuz yani beyinde tepinen, “ben” diyebilen. kellenizi bir kutu düşünün, bu kutuya dışarıdan mâlumat yağıyor. ağzın alıştığı biçimiyle beş duyunuz var. bir de mâliki olmayanlarca yok sayılan “sezgi” var ki altıncısıdır; çiğnemeden löp löp yutulan bir lokma misali tam, tüm, bütün olarak algılar ama en kötü tarafı da gördükleri bulanıktır, sislidir. işte nasıl beş duyunun değdiği yer eşya ise sezgi de “rüya âlemi” denen, tüm insanlık tarihinin yığdığı nizamsız, bozuk, silik bir yığıntıya değer. “arketipler” der jung buraya. duyu ve sezgilerden gelen veriyi kuru mantık işlemlerine tâbi tutan hesap makinesine “zekâ” denir ki iyi olanı bulmaya yarar. ayrıca hayvanlarda az olan şey zekâ değil, “us”tur ki doğru olanı bulmaya yarar ve zekâdan yirmi yıl sonra gelişir; parçaları arasında zekâ da vardır, görgü(irfan) ve sezgi bir de. o yüzden bunlardan biri noksan olanın usu, aklı da noksan olur. güzel’i ise büyük oranda sezeriz ki başta dediğim sezgi hassesi zayıf olanın güzel bir resmin, müziğin, sözün güzel olduğunu anlayabilme kapasitesi de yoktur çünkü güzeli takdir bir yetidir. işbu kaynaklar ile “inanç” üretilir. bilgi yok, inancın dereceleri vardır. taşı attığınızda yere düşeceğine şiddetle, uzaylılaraysa şüpheyle inanırsınız. şüphe oranı azalan inanç, mobilya gibi ağırlaşır. hareket halindeki inancın çıkardığı sese “düşünce” diyorum. fabrika çıkışı enerji tasarruf yazılımı, beyni düşünmekten korur. çok az kişi sahiden düşünür; genelde hayvani taraflarımızın taleplerine mantıklı-imiş gibi bahaneler bulmakla meşgulüzdür. beyin içindeki her işin yegâne yakıtı duygudur ve duygu olmazsa düşünmek, hatırlamak, öğrenmek ve hatta hareket de olamaz. duygu üretemeyenler o yüzden hiçbir şey yapmak istemez ki biz buna “depresyon” diyoruz. depresyon hüzün filan değil, duygusuzluktur. duygusu kalmayan kişi deponun dibinde kalanlar ile zayıf bir anlam üretebilir; anlamsa koku yapar, duygu üretir. aşırı anlam aşırı koku yapar. aşk, kin, kıskançlık ise yakıt aşırılığıdır; delirtir.
son olarak, bu dünyayı devamlı izlemekten yorulan kelle kutumuz duyuları ve aklı dinlenmeye alır ve salt sezerek 8 saat geçirir ki biz buna “rüya” diyoruz. uyumayan gündüz görür, görmeyen ölür.
kelle kutularımızın dışında bir dünya var mıdır, diye çok dövüşür dünya. eşya… o var mıdır? marx’a sorsanız ötesi yok, matrix’te de berisi yok. platon’un form’u, kant metafiziği, kuantum gelişmeleri, indeterminizm, secret saçmalığı, ınception filmi ve yıkılan newton evreni üzerinde çok düşündüm. yolunan saçlar ve ısırılan parmaklarla geçen cinnetli yıllardan sonra bir kanaate vardım. bulduklarımı paylaşayım. biz uzak yıldızları ve atomu incelediğimizi sanırız ama hangi cihazla bakarsak bakalım baktığımız şey insan beynidir ve onun dışındaki evren hakkında kesin olan hiçbir şey bilemeyiz. bir maymun olmak, kedi olmak ne demektir? daha ötesi hepimizin gördüğü kırmızı aynı kırmızı mıdır? en zor sual de biz kafamızı çevirdiğimizde dünya var olmaya devam etmekte midir? kellemizin dışında var olan eşya (şey(varlık) kelimesinin çoğulu), “numen” yani bir olasılık dalgası, bulanık ihtimaller yumağıdır. kendi gördüğümüzse “fenomen”. mecnun’un kuru leyla’da gördüğü bu yüzden peridir, melektir. dünya kendi özünde ne güzel bir yaşam ışığı ne bir lağım çukurudur; gri, ruhsuz bir anlamsızlıktır. ona cennet ve cehennem diyenler, aynı oksijeni yiyenler. bu yüzden anlamak yok, anlam vermek vardır. aynı elli kiloluk organizmaya, natalie portman’a bakıp dünyanın en güzel oyuncusunu da görürsün, gaz odalık bir yahudi’yi de. bir sinek içinse lezzetli bir yemektir o. sarılarak aynı manzarayı izlesek bile ortada iki ayrı manzara vardır. evet, yan yana bile olsak birlikte değiliz çünkü tasarımcısı olduğumuz anlam odalarımızın içinde yaşıyoruz ve bu odalar teker kişilik. objeye bakan suje iki şey yapar: hem kendi verdiği anlamı seyreder hem de baktığı şeye bir bakış izi bırakır. evet, sen bakarken rahat soyunamaz dünya; izlendiğini hisseder. yani her manzara her bakışa farklı görünür ve her nazar, manzaraya bir iz, bir işaret bırakır. sırtın dönükkense kuru tabiat yasaları… her şeyin muhakkak bozulacağı yasası yani bozulma, yani dağılma, yani çürüme vardır eşyanın en tepesinde. işbu yasaya karşı koyabilen tek şey ruhtur(bakan) ki canlının tarifi bile “entropiye karşı duran varlık” diye yapılır. ruhun ispatıdır. özetle, dünyada insan sayısı kadar dünya var; anlamak yok, anlam vermek var.
“tanrı öldü” der nietzsche; kur’an der: “doğmadı”. hawking de “felsefe öldü”… nietzsche de öldü hawking de öldü; ama ne tanrı doğdu ne felsefe öldü. tanrı meselesini tek başına ele almak hatalıdır çünkü o’na doğru bakmayıcılar için o’nu örtücü bir mekanizmadan da söz edilmesi gerekir: din. dinsiz tanrı görüşü moda olsa da tanrı’nın niçin duyulardan büyük bir titizlikle saklandığını açıklayamamaktadır. kötüler ve iyiler ölüp gitmektedir. yaratıcısız evren inancı (inanç; bknz:1) yani ateizm ise başlangıç, hassas ayarlar, bilinç gibi fenomenlere terstir. teizm evrimli, devrimli, sudûr, yoktan yaratış modellerinin hepsini kapsar. tabii apaçıktır ki salt duyular+zekâ ile tanrı bilinememektedir. bu araçlara sezgi+akıl eklenmeden maymundan fazla farkımız yoktur ki her maymun nihilisttir. duyular+zekâ, sezgi+akıl’a göre objektif olduğu için bunlarla yapılan bilim, dünyanın öteki ucuna da götürülse çalışır fakat tanrı ancak öznelce görülür. görülür ama gösterilemez; “teklif sırrı” denir. ispat, doğası gereği olsa olsa kesine yakın bir şeydir ki descartes 2×2’den bile şüphe etmişti. yaşadığınızı, rüyada olmadığınızı veya dünyanın var olduğunu da ispat edemezsiniz. yani kesinlik epistemik olarak mümkün değildir. o yüzden ispatlardan değil, işaretlerden söz edilebilir. dawkins gibilerinin en çok yanıldığı şey tanrı’yı bilimin konusu sanmalarıdır. bilim iki şeyle ilgilenmez: (paralel evrenler gibi) ölçemediği ve yanlışlayamadığı şeylerle. konular değersiz olduğu için değil, teknikler elverişli olmadığı için ilgilenmez. bu yüzden tanrı, felsefenin konusudur.
tersten okursak din, karıncalara gönderilse hiçbirisi tanrı’yı göremediği için sınav kazanansız olurdu. meleklere gönderilse hepsi gördüğü ve gösterebildiği için bu sefer kaybedensiz olurdu. bizse göreniz, gösteremeyeniz. ölümden evvelki dünyanın bir acı, kötülük ve adaletsizlik cümbüşü olduğu aşikâr ki bunu inkâr edip “ilahi adalet”i ölüm öncesi sanan da var, ölüp ölüp dirilen de. bing bang, adaletsizlik ve bilincin varlığını toplayınca, ortaya din çıkıyor kanımca. tanrı’yı evrenin içine sokana panteist, mevzuyla ilgilenmeyene nihilist, bilemeyene agnostik, tanrı’ya inanana teist, tanrısızlığa inanana ateist deniyor.
memeliyiz. memesizlerin çoğu sürtünmez; sürtünürüz. sürtünmekten gelir sürü’müz, sürüyüz. ıssız adada tek başına iken bilmeyiz iyi mi kötü müyüz? ve kıskançlığı tatmayız, aidiyet ve sahipliği de. alevli bağırlarda uyumayı ve uyutmayı bir de. yani kendiliğin mahiyeti sürü içinde çıkar. yoksa iddiada kalır, halkın içine girince en iyi insan olacağımız var sanısı ile. cemiz. cem, cemaat, cami, cemiyet oradan gelir, toplanırız. mağaralarda bilge olmak, uzaklardan konuşmak kolaydır. insanlara bayılmıyorum ben de. sadece uzaktan sevmesi güzeldir o pembe yanaklı kıskançları, bilirim. bilirim o, “bende yok, onda da olmasın”cıları. dedikodu eder dururlar, ileri geri konuşurlar. çoğu selam almayı bilmez, daha çoğu vermeyi. şen duygularınızı emerler, emerek yaşarlar. emdirmeyin. ne onlarla ne onlarsız… (örtüye) bürünen’e “kum fe enzir” dendi, kalktı ve uyardı. yoksa örtüler içinde ürpermektir en iyisi. platon’un adamı da ışığı, çarşıyı görünce mağaraya arkadaşlarını uyarmak için döndü de ona inanmadılar. ananke kelimesi geçer dört kere ki zorbalık tanrısı’dır; yani aydınlanma, zorla güzelliktir. zorla güzelliği! in agoraya, şehre, halka da gör kendini temastan sonra. on ilke ile olmuyor hasetten kurtulmak. ilk görülen güzel, tüm kitabı yaktırır. rüşvete, adaletsizliğe dağda karşı olmak kolaydır. ormanların bilgesi şehirde apışır kalır. işte gerçek savaş budur. halkın içinde bilge kalmak, sürüye yem olmamak. kendilik tanımı sürü ile yapılırken yeni tuzak, sürü içindeki kimlik şıklarına mahkûmiyet, ahlâksız teklifler… kendiliği, kimliğe feda etmemek… “hanımefendi”, “çılgın”, “işveli”, “anne”, “erkek gibi”, “çocuk gibi” olmaların dışında, ötesinde bir kendilik… yeni bir inşaat, yeni bir tasarım ve yeni bir yaşamak… varsın sürünün kafası karışsın isim konusunda. cemiyet içinde fert var, ferdin içinde de vicdan. işte bu vicdan ile cemiyet arasında sünmekte olan insan. en zor ödevse, nazım’ın deyişiyle “yaşamak, bir ağaç gibi tek ve hür, bir orman gibi kardeşçesine”. ben’i öldürmeden biz olmak. sulu romantizm lakırdılarının birbirine karışmış biz’lerinin örtüsü altında ne ben kalıyor ne biz. memeliyiz, sürüyüz, cemiz, biziz ama bu sıfırların önündeki 1 sayısı olarak, ben’iz.
ne büyük talihsizlik ki ahlâk (latince “moralis”) veya etik (eski yunanaca’da “ethikos”) kelimelerini duyunca akıllara ilk önce kadın, sonra da çıplaklık gelir. peki ahlâk nedir? bir kedi bir fareyi yerken kötülük mü eder? hayır çünkü doğasıdır. inek çim yerken çime kötülük etmez ve dolu yağdırırken kötülük etmez bulutlar tarlaya (bknz: teodise). ya da kuşunuz parmağınızı ısırınca kötülük demeyiz, bebeğiniz evi yaksa da. acı mı, belki. hazla/acıyla ölçemeyiz kötülüğü; ön şart başka: akıl. demek akıl yokken “tabii” diyoruz her şeye. delinin de bakılmaz kusuruna, sarhoşun, yaşlının ve uyuyanın, cinnetlinin. kötülük edebilme yeteneği akıl sayesinde mümkündür ve kötülük yeteneği bulunmayanın iyilik yeteneği de yoktur. yani doğal, iyi ve kötü eylemler var sadece. peki niyet mi mühim sonuç mu? kant gibi cevap vereyim: niyet. çünkü bizim yaratımlama yeteneğimiz yok ki iyilik yapalım; en fazla iyi niyetli bir şeyler yapar, denize atarız. yani birine iyilik edelim derken zarar da versek, adı iyiliktir. bizim elimizde bir zayıf talep var beyne gönderdiğimiz ki emir bile veremiyoruz, rica, istirham… bediüzzaman’ın örneğidir, on güçlü ve akıllı adamın on günde yaptığı kulübeyi, bir haylaz çocuk on saniyede yakar. yapma konusunda yetenekli sayılmayız yıkıcılığımız kadar; yani kırıp dökmeyin yeter. ortada bir kötülüğün olması için etkenin akıllı, edilgenin canlı olması asgari şart; kedi ve bebek arasında etik doğmaz mesela. ilk kaide şüphesiz ki tarafların rızasıdır. rıza varsa etiktir, nokta. kaldırımıma tüküremezsin, bana doğru bakamazsın, duygumu ememezsin, şayet rızam yoksa. kendilik “kime ne”, ahlâksa “bana ne” diyebilmekte. mahremde rıza varsa hürriyet sonsuzdur; umuma açıkken şahitler de denkleme girer. rıza konusu muğlaksa, olmadığı varsayılır. bu sefer herkesin temel kendilik hakları dikkate alınır. tapma, düşünce ve nefretin suçu olmaz; eylemdir mühimi. ikinci kaide, yolun başındaki söz esastır. yolda giderken kurallar esnemez. üç, doğrular savunulurken hayatlarımızdaki kötülüğe göre değerleri yamultulmamak, kötü de olsak iyi de olsak iyiyi savunmak asgari ödev. kimseyi de iyi yapamazsınız; aile, öğretmen, toplum olarak travmaya sokmayın, yoldan çekilin yeter.
gayem: fazla akademikleşmiş, kelime taklası, mantık hokkabazlığı haline gelmiş olan felsefenin özünün bir bilgelik arayışı olduğunu düşünme severlere gösterebilmek. bunu da o tutkunu olduğum şiirin estetiği ile şıkça, zarifçe yapmak ki romanlarda bile yaptığım bu. bir şizofrenin şizofrenisi üzerinden felsefe yapılabileceğini göstermek gibi… her “kültürlü” bence felsefe bilmese de düşünme üzerine düşünebilmeli. geniş bir kitapta rahatça yapabileceğim bir şeyi dar bir paylaşımın içine sokuşturmak gibi bir çılgınlığa soyundum, çıplak kaldım. gerçekten çok zorladı çünkü koca koca cümlelerde anlatılacak ifadeleri daracık manevra alanlarında, paragrafsız, başlıksız, dipnotsuz bir şekilde sunmak seçilen kelimelerin önemini arttırdı ama neyse ki türkçe gibi bir güzelliğin içinde yapım eki cennetindeyiz. dört şekilde anlatılabilirdi. kompleks: bal kavanozlarını dıştan yalayıcı bilgiçlerinki gibi gevezelik… basit: konuyu özetleyeyim derken sağlam bir dayaktan geçirip, kolu kanadı kırılan konuyu tanınmaz hale getirme… aforizmik: şiirsel aforizmalar, tasavvufi metaforlar çatlatayım derken kendisi çatlayan karton bilgelerin öksürdüğü… benim gayem aforizmacılıktan kaçmak, komplekslik ile gösteri yapmamak, basitliğe düşmemek, yani sadelik oldu. zorluğu, konunun zorluğundandı. ileride kitap haline geldiğinde(us’un gözden geçirilmişi) emin olun daha anlaşılır olacak ama şunu bilin ki bundan sadesi konudan çıkmak olurdu. akademik felsefe bilmek ön şart değil düşünmek, bilgelik için. çoğu kaçışın sebebi de türkiye’de alışık olunan “şu grup aptaldır” şeklindeki söylem ile oy verecek parti, peşinden gidilecek mezhep hedefi göstermiyor olmam. slogan ve tatmin bekleniyor, o da bende hiç olmayacak. saf analize alışık değiliz. buna benzeyen yazı dizileri düşünüyorum yine. siz hangi konuların karanlıkta kaldığını benimle paylaşırsanız, emin olun dikkate alırım. sizden gelen her yorumu dikkate aldığım gibi.
teşekkür ediyorum.
*omurga 2.etik 3.estetik acı aforizma ahlak akıl anlam aşk ben bilim cemiyet değişim dolunay doğa duygu edebiyat estetik etik evrim felsefe insan kitap kötülük mimesis mutluluk nietzsche psikoloji sanat sevgi sinema sosyoloji söyleşi sürü tekamül tin us varoluşçuluk zeka çürüme ölüm özgürlük şair şiir şizofren