bursa kitap fuarı’ndaki keyifli söyleşi…
Etiket: insan
bulantı, teslim, işgal ve yabancılaşma döngüsü
bulantı, teslim, işgal ve yabancılaşma döngüsü
yanmış ve uyanmışlar hariç bu metin kimseye bir şey anlatmaz ki bu da bu metnin önemli bir kalabalık için tamamen anlamsız olması demek.
yanmış ve uyanmış olmak bir çeşit yazgı. seçmezsin, seni bulur. bulduğunda da “uyanmış” gibi değil, daha ziyade “yanmış” diye tanımlarsın kendini. uyanma eylemi bir aydınlanma çağrıştırdığı için ve her aydınlanma bir hamilelik dönemi varsaydığı için gecikmeli gelir ki ötekileşmenin başlangıcı genelde on yaştır, yirmi yaşında da tamamlanır. bu tabii kadınlar için, erkeğin durumu daha vahim çünkü akıl gelişimi zekâ gelişiminin gerisinden geldiği için şaşkın ördek olma hali otuzu bulabilir.
öteki-sürü kavram çifti ile izah ettim bunu hep, yaklaşık aynı şeyden söz ediyorum.
yanmış/uyanmış -ya da diğer deyişle öteki- tuhaflığı ilk fark ettiğinde normal taklidi yapar ve bu onda yerleşir. taklit olan normallik ile doğal normallik fark edilir. dışarıdan bakınca bir gariplik olduğu bellidir ama bunu en çok öteki’nin kendisi hisseder. bilmediği bir dili konuşuyorlardır, bilmediği duygulardan bahsediyorlardır, aittirler, sahiptirler ve adeta tek parçadırlar ve öteki onları şaşkınca izlemektedir. hiç kimsenin anlamayacağı bir acı duyumsamaya başlar. bu bir bakıma yaklaşan öteki’liğin şiddetiyle beraber ergenlik sorularındandır. anlam sorusu fazla erkene alındığı için ve bu soru her zaman can yaktığı için öteki, ergenlik ilerledikçe ıstırap çekmeye başlar.
aslında bu durum anlam aşırılığı ile anlam hiçliği döngüleri şeklinde olur ki anakronik bir biçimde aynı şeydir. anlam aşırılaştıkça kendisini zehirler (anlam zehirlenmesi) ve içine çöker ki bu da nihilizmdir, yani anlamsızlık. anlamın bu aşırı yer değiştirme hamleleri öteki’yi fena halde yorar. birden tüm gücüyle var olan renk ve fırtına cümbüşü çıkıverir ve birden temeli kayıp yok olmuş bir grileşme ve hissizleşme intihar hissi uyandırır.
öteki için en zor dönem yirmi yaş öncesi dönemdir çünkü problem, karşısında en bariz bir biçimde çıkmıştır artık. en fenası da herhangi bir silahlanma yoktur henüz ortada. bunun en temel sebebi de sağlam bir referans, güçlü bir dayanağın olmamasıdır. bu dönemde güçlü bir fırlatış ile kendisini dinin içine atabilen öteki çıldırmaktan kurtulabilir. din elbette sadece tanrısal değildir; milli duygular, ideolojiler, çeşitli fanatizmler de bir çeşit dindir çünkü anlam illüzyonu yaratır ve yaralıyı yatıştırır.
öteki’nin ötekiliği ailesi, arkadaşları, kendisi ve hatta lalettayin yabancılarca anlaşılmaya başlar. bu da öteki’nin gerginliğini arttırır.
anlam döngülerinden bahsettik, bir döngüsü daha vardır öteki’nin;
yalnızdır, çok yalnızdır. bu bir bulantı hissidir. acı çeker, bir el arar, bir kol arar. önce bulamaz ve bulamadıkça acısı katlanır, yalnızlığı da. sonra birilerine sığınır, teslim olur ve bu sırada normal taklidi şiddetlenmiş, iyice kimlik kaybı yaşamıştır. kendiliği minicikleşir ve şişmanlayan kimliği yüzünden kişiliği ezilir de ezilir. bu teslim oluş, zamanla bir sürü işgaline dönüşür. öteki artık algılanmanın tiksindirici nesneleşmesini, sömürülmeyi, rol yapmayı son raddesine kadar yaşar ve bu da yalnızlık ve bulantı acısının öteki ucundaki acıdır, yani yabancılaşma acısı. artık öteki herkese her şeye yabancı hissetmektedir, en önemlisi kendine. bu sırada kendisini kaybettiği hissine kapılır çünkü bulamaz. neticede bu işgal arttıkça ait ve sahip olmaktan boğulur ve hasret içinde kaldığı yalnızlığına fırlatır kendini. bir süre yalnızlığın -o eşsiz- tadını çıkarır ve döngü başa döner çünkü bulantı hissetmeye yeniden başlar.
bu bulantı-yabancılaşma döngüsünde iki acı ucu odaklanma kaybı, heves kaybı, uyku kaybı, tuvalet kaybı ve neşe kaybıyla sonuçlanır. belirtileri bunlardır. doktora gitse hatta bipolar teşhisi bile alır ama hiçbir doktor maalesef ona “sen bir öteki’sin” demez.
bu nöbetler ve anlam krizlerindeki kişiye gidip efenim spor yap, sağlıklı beslen filan demek komik olsa da maalesef tek seçenek; spor yapacak kadar eylem kabiliyetinde olunsa zaten ortada bir sorun yok demektir. içinde biraz, bidonun dibinde birkaç damlacık hamle yeteneği kalmış olan öteki, kendisini zorla, evet, zorla bir şeylere fırlatması bazen iyidir. hiç değilse nöbet geçene kadar ki döngüleri birkaç ay veya haftaya yayılabilir.
çok fazla düşünmek ve anlam aramak gibi bir problemin insanlık tarihinde hep üç çözümü oldu. birincisi hayattan çıkmak, filmi bitirmek ki bir çözüm değildir elbette. ikincisi uyuşmak, sarhoşluğun çeşitli cinslerine gömülmek ki bu bazen bir alkolik olmak, işkolik olmak, derskolik olmak, aile kurmak, siyasi parti kurmak olabilir; üçüncüsü de sorunun üzerine gidip tüm felsefe kitaplarını yemek ve anlam denen meret ne ise peşine düşmek, ümüğünü sıkmak, onunla dövüşmek, mümkünse yenmek.
yendim; ben üçüncü yolu seçtim.
çıldırtıcı, kanırtıcı, boğucu, nöbetli, tekinsiz, krizli yıllar ve yıllar… birden dolan, birden boşalan anlamlar ve anlamsızlıklar… sanat mı? evet, o iyi ki var. sanat, anlamsızlık krizlerimiz için en güçlü reçete bana göre. tüm anlam boşluklarını sesin, görüntünün, tadın estetiği ile dolduruyor da dolduruyor. yanış, uyanış belasına müptela kişiye teselli olarak zaten yanında muhakkak sanat yeteneği de veriliyor.
sonra yıllar geçiyor… yol giderek kolaylaşıyor, bu doğru ama bu kolaylaşma göreceli bir kolaylaşma. yani yirmili yaşlar otuza yaklaştıkça sorun yavaş yavaş netleşiyor. kırk geldikçe hafif bir bilgelik ve enerjinin devamlılığı sayesinde en üretken çağ başlamış oluyor. elli ile beraber düşen enerji ve netleşen anlam tablosu artık öteki’nin en iyi zamanları belki de…
ben kendi anlamımı anlatabilirim ama bu benim anlamım olduğundan başkası için anlamsız olabilir; bence tek ödevimiz kendilik. bundan öte ödev bilmiyorum. buna gözümü diktim ve bunun kurduğu anlam alt ödevler yarattı ve beni tatmin etti ki en büyük arayışımız da sanırım bu tatmin duygusu.
yazmak da sağaltıcım oldu. kendi sanatını bul, belki seninki müziktir. felsefe ile yolu ararken sanattan ağrı kesiciler alacağız. öteki’nin yolu bu işte. bir bakıma da kaderi. biz müptelası olduğumuz için bu yolda değiliz, başka türlü çıldıracak gibi oluyoruz.
söyleşiler, paneller, konferanslar
acıyor, o halde hürüm
acıyor, o halde hürüm
bu seneki en mühim buluşum bu oldu. konuyu nasıl toparlayacağımı bilemiyorum, deneyeceğim.
malumunuz şöyle bir anlatı var; yüzyıllar boyunca bilinçdışı denen şeyden habersizdik bir iki fısıltıyı saymazsak. sonra freud çıktı, bilincin, dedi, altı var, dışı var. şaştık kaldık ve itiraz ettik. sonra alıştık, sonra da vazgeçemez olduk. yani freud bize, bilinçli olduğumuzu sandığımız bize, farkındalığımızın olmadığı bir alanı tarif etti. evet, anlatı bu.
bunu koyun cebinize.
ikincisi… ruh. ruh var da ruh yok da filan bir kavgadır sürüyor. ben, ispat denir mi bilmem de ispat olabilecek bir iki argüman sundum. o yazıya bakabilirsiniz. determinizm üzerinden ruhu ispat ettiğimi düşünüyorum. ayrıca son yıllarda yapay zeka tartışmaları sürerken biliyoruz ki yapay olan bir zekada ruh yoktur, ruh olmadığı için de kendisi algoritmadan ibarettir. yani deterministtir, yani neden sonuç zinciri ile çalışır random fonksiyonu bile. yani gerçek bir rastgelelik asla kodlanamaz. doğadaki doğal gelişigüzellere başvurulur, asal sayılar gibi. o halde ruh ne? nedensiz eylem, sebepsiz eyleyiş ve eşyada olmayan bir özellik olan gayesellik yeteneği.
yani ruh var, bu da cepte.
doğada bildiğimiz kadarıyla bilinç yok. hiç değilse insandaki kadar yok. ağaçta bilinçdışı denen şeyden bile söz edilebilir miyiz, bilmiyoruz. tamam, örnek sert oldu. kedi mesela? bakınca bizdekine benzer bir tözün, benzer bir şeylerin, ortak bir ben hissinin olduğunu anlıyoruz (kedi besleyenler bilir bunu) ama bilinçlilik hali yok gibi sanki. varsa da zayıf var. yani bilinçdışı diye bir şeyi var. çoğu otorite kabul eder ki hayvanlar reflekslerle yaşar. ayrıca beyin incelemeleri de gösteriyor ki beynin sürüngen beyni, memeli beyni denen iç kısımlarının hayati tarafları var fakat beyin kabuğu, yani korteks entelektüel faaliyetler için. bizdeyse en gelişmiş haliyle görüyoruz kabuğu.
ayrıca insanlarda da çoğu kişi daha refleks ağırlıklı, sürü psikolojisi ile, hissel, sezgisel bir yaşantı sürer. yani bilinçli yaşam, çok azımızda var gibi görünüyor.
evrimsel olarak da bilinç en geç ortaya çıkan şey. insanda bile felsefe çok yeni bir etkinlik göreceli olarak. yani kişinin kendisine bakabilme, soru sorabilme ve cevap arayabilme yetisi yatak yorgan iki bin beş yüz yılı geçmez.
kişinin kendi hayatında da bilinç en geç ortaya çıkan yeti. çocukluk daha spontan geçer, bilinçdışı ile yönetilir, zamanla kendini eğiten ve gelişen ve bilgeleşen fert bilinç geliştirir. o bilinçle kendisine bakabilmeyi bile başarır.
cebimizde iki şey var, üçüncüsünü koyacağım.
jung’un ortak bilinçdışı havuzu dediği bir şey var, malumunuz. yani hepimizde ortak bir bellek, bir duygu, bir masal havuzundan simgeler, imgeler kullanıyoruz. rüyalarımız benziyor, bazı benzer anlatılar, ikonlar farklı kültürlerde farklı dönemlerde tekrar tekrar ortaya çıkıyor. jung bunlara arketip diyor.
üç etti…
şimdi bir soru soracağım, fakat iyi düşünmenizi rica edeceğim;
ben aslında ne? ben dediğiniz şey, asıl ben, yani ruh –şayet varsa- nemenem bir şey o?
siz cevap vermeden ruhun alanını daraltayım. beyne verdiğiniz zarar kişinin kişiliğini değiştirir. bazı beyin bölgelerinin kesilmesi veya alınması kişiyi aptallaştırabilir, moronlaştırabilir, saksı bitkisine çevirebilir, küfürbaz yapabilir, dil yeteneği uçabilir, hafızası gidebilir, yüzleri tanıyamaz olabilir vs. yani demek ki beyin denen şey öyle az buz bir şey değilmiş. hatırlatırım, beyin bedende. yani beyinin ruhla bir ilgisi yok.
e ama insanı büsbütün bir makine olarak da tanımlayamıyorduk, o ruh nasıl bir şey olmalı ki içinde kişilik, zeka, bellek gibi şeyler olmasın ama canlı kılma, seçim yapma, “ben” hissettirme yeteneği olsun. ben derim ki;
ben rüyamım. rüyalardaki ben asıl benim. rüya gören ben, beyin ile irtibatı en aza inmiş, dış dünya ile duyu teması kesilmiş olan ben, ortak bir bilinçdışı havuzunda yüzen ben, asıl ben.
zaten bilincimin bilinçdışıma doğru bakışı da bu ikilik sayesinde mümkün. salt bilinçsiz bir töz olan ruhumun bir bilinç üretme makinesi olan beynin içine girmesiyle iki ayrı bilinç meydana gelir uyanıkken; ruh bilinci, beyin bilinci. işte beyin bilincinden ruh bilincine doğru bakıp araştırma yapıyoruz psikanalizde.
özgürlüğüm mümkün olmadığı, kozalite ile çalışan, nedensel dünyaya mahkum bir makine olan bedene koşut ruh hür. bunun ispatı seçim hürriyeti. yani bedenen, koşullardan, çevreden, içsel, dışsal bin ısrar da geliyor olsa seçim ruha ait günün sonunda. yani biz mecburen özgür yaratıklarız. özgürleşmek denen şey bir palavradır. kişi özgürleşmez, özgürlüğünün farkına varır.
boynumda zincir varsa köle değilim, imkanlarım kısıtlı. fakat kendimi bilmem ne yapmak zorunda hissediyorsam, şunu şunu yapamaz, yeltenemez görüyorsam özgürlüğümün farkında değilim ve sartre’ın “kötü niyet” dediği şeyin içindeyim.
işte alında bence sarih ama birçoklarının itiraz edeceği bir kanıt buldum; acıyor o halde hürüm.
derim ki acılar hürriyetin alameti. seçim yapabilen canlılara doğanın bahşettiği bir bilgi türü acı. bilgi… evet, acı bir bilgi. o bilgi niçin ve kime veriliyor? seçim yapan düzgün seçsin diye veriliyor. acıyorsa seçim yapmaya zorlanırım. kaçmalı ya da savaşmalıyım sözgelimi. yani acı çeken her mahluk hürdür. birçok yanı otomatik reflekslere teslim de edilse, gölge kabilinden, sessiz, soluk bir hürriyeti muhakkak var çünkü ruhu var.
başta ferud’tan bahsetmiştik. şimdi daha kolay anlatabilirim sanıyorum;
freud bilinçdışını filan bulmadı. freud bilinci buldu. o bilinç ile bilinçdışına baktı, gördü. biz salt bilinçdışı idik zaten son çağa kadar. bilinci inşa ettikçe bilinçdışını anlar olduk, yani kendimize baktık. işte freud’un keşfi buydu. freud bilinçdışını değil, bilinci buldu.
kişi kendi içinde kavgalı parçalar ile donatılı. tek tözlü bir makine için bunu anlatmak çok zor. aslında ruhu ortadan kaldırdığınızda tek parçalı bir şeyin içindeki kavgaları izah edemez oluyorsunuz ki sartre bunun farkında olduğu için bilinçdışını reddetti hepten.
özgürlüğü reddetmeniz demek ahlakı reddetmeniz demek. yani doğru ve yanlış olan bir şeyleri boşuna konuşuyoruz özgür değilsek. özgür değilsek kimse kötü değil çünkü herkes kurulmuş saat. ve tabii iyi de değil kimse, erdemli de değil. kurulmuş saatlerden müteşekkil bir toplumdaysak neyi konuşmanın anlamı kalır ki. kaderciliğin son raddesi bu işte. hiçbir seçim özgürlüğü olmayan birtakım yaratıklar öylece mal gibi acı çekiyoruz devamlı, öyle mi? seçim hakkımız yoksa biz bu kadar neyi konuşuyoruz ki?
yani hasan hüseyin korkmazgil’in şiirinde ve şiirden yapılan şarkıda geçtiği gibi;
acı çekmek özgürlükse, özgürüz ikimiz de.
mülakat
önce vatan gazetesi’nden aslı m. sarı ile gerçekleştirdiğimiz keyifli söyleşi…


üç kavrayış ve eskimek
bazı yazılarım diğerlerinden daha önemli, en azından bütünleyici. ben de bu bütünlüğü, hayatı toplu kavrayışı bu yazıdaki argümanlarım ile sağlayabileceğimi sanıyorum.
insan için üç kavrayış düzeyinden bahsedebiliriz. bunların en aşağıda bulunanı ki ilk tanıdığımız budur, duyular düzeyi. ağzın alıştığı sayı ile beş duyumuz var ve durmadan veri yağıyor. görüyoruz, duyuyoruz, hissediyoruz, işitiyoruz ve tadıyoruz. duyuların malzemesi ise tikeller. yani karşımda duran kediye doğru bakarken gördüğüm şey kedilerle ilgili bir imaj veya kedilik kavramı filan değil. bu kediyi, ismi sarman olan, siyah olan, iki yaşındaki kısırlaştırılmış dişiyi görüyorum. yani tikeli.
duyumsamadığım halde hayal edebilirim. binlerce yıldır insanların hayal ettikleri bizim ortak bilinçdışı havuzumuzda birikir ve hayal kurma, mit uydurma, rüya görme yapıtaşlarımızı oluştururlar. muhayyile deriz. yani duyularla algılamadığım halde kafamda yaratır, seyrederim.
en üstte ise kavramlar bulunur. buraya herkes erişemez. güzel bir kadını görmek ilk söylediğime girer ama güzellik kavramı ile bağ kurmaktır bu. kavramlar ne yapılır? düşünülür. tikeller görülür, imgeler hayal edilir ama kavramlar düşünülür. felsefe de bununla başlamıştır.
insanlık tarihi uzun binyıllar boyunca sadece gördü. hayal edebilmesi için çok zaman gerekti. sonra hayal etti. hayal etmek demek abartmak demek, olmayacak nesne ve canlıları melezlemek demek, mantığı ihlal etmek demek. işte duyular bilim ve teknoloji yaratmıştı, muhayyile de sanatı yarattı. ilk mağara resimlerini yaptık. sonra küçük denemelerini dünyanın muhtelif yerlerinde yaptık ama ilk gerçek kavrama antik yunan’da felsefe ile başlattık. tabii önce yarı muhayyile yarı kavram ürünler çıkıyordu ama giderek artan kavramlaşmanın zirvesi üç yüz yıl sonra aristo’da kendini açığa çıkardı.
tikellerde takılıp kalmış olan için aptal diyebilir miyiz? ne kadar derinleştiğine bağlı. tikellerin zekasına sahip olabilir. hayatı kolaylaştıran küçük hap bilgilerle, pratik çözümlerle donatılmış bir adam düşünün. her şeyi tamir edebilen, her şeyin nasıl çalıştığını bilen ve ayakları yere sapasağlam basan… bu kişi tikelcidir. hatta tikel uzmanıdır. zeki midir? kesinlikle. zekanın üç cinsinden birisine sahiptir, tikeller zekasına. akıllı mıdır? diğer iki öge, muhayyile ve kavrama yoksa değildir, sadece zekidir.
muhayyile sayesinde mitlerimiz var. sanatçıda hayal gücü olur. bu, duyulardan uzak olduğu anlamında gelmek zorunda değil ama duyuları aşmış olmak zorundadır. yani belki sıkı bir tikel hakimiyeti de vardır muhayyilesinin yanında. duyularını galebe çalan bir muhayyilesi var, diyebiliriz ama. sanatçı budur, yazar budur, şair budur. hayal kurar. hayalde çelişki olmaz. tutarsızlık da olmaz. yedi başlı bir aslan hayal edersin, olur. bu kadar basittir. saçma denmez, olur. hayal gücü yüksek, yani sadece hayal gücü yüksek olanlara aptal denir mi? denmez. bu bir zekâ türüdür. akılsız diyebilirsiniz tikel ve kavram bilmiyor diye ama aptal denmez.
kavram düzeyi çelişkileri görür. zaten çelişkiler kavram düzeyinde başlar. duyular çelişkili, hayaller çelişkili olabilir. kavram düzeyinde çelişki olmaz. o yüzden neden-sonuç sıralamasına karşı olanı, determinizme karşı olanı da anlayamaz.
mesela edebiyat ne ile yapılır? edebiyatta kavram sakıncalı. varsa bile uyuşturulmalı. çelişkileri çok iyi görmek iyi edebiyatçı kılmaz yazarı ama problem acemi edebiyatçılar için tam tersi; çelişkiyi hiç göremiyorlar. sarhoş esrimesi gibi salt saçmalamak değildir edebiyat. kavramların, tikellerin kontrolünden geçmeli bir düzeye kadar. delilik ve sanat arasında bu fark var zaten. içinden apollonculuğu çekip aldığınızda delilik kalır, sanatın.
demek ki neymiş, edebiyatçıda tikellerin bilgisi de olacak. görmüş geçirmiş olacak, yaşamış, deneyimlemiş, tecrübe ve anı biriktirmiş, yani tikelleri biriktirmiş. muhayyile ve tikellerle çok iyi edebiyat yapılır.
bilim neyle yapılı? mümkünse muhayyile zayıf olmalı. imgeyle bilim olmaz. tikeller bilinmeli ve kavram. yani çelişki görülmeli…
üç zekâ türünden bahsettik ama bön dediğimiz, toplumun çoğunu kaplayan kesimde üçünden de yoktur. herkeste ille zekâ mı olacak? eser miktarda varsa bunlardan birinden, adamın kafası buna meyilli diyoruz ama bu, bönlükten çıkarmaz kimseyi.
akıllı, deyince bir davranış modelinden bahsediyoruz zannediliyor. akıllı davranmak, akıllıca bir tutum sergilemek gibi… akıldan kastım bir bilgi işlem merkezi, bir kavrama aracı olarak ustan söz ediyorum. bu saydığım üç zekâ türü el ele verip dengeli bir bir araya geliş sergilediğinde akıl oluşur. evet, akıl kendisini oluşturan bu parçaların dengeli olmasıdır.
şu davranışı yaparsam toplum bunu nasıl karşılar? mesela bir lgbt danışma derneği kursam, bunun yankısı nasıl olur? bu soruyu soran ve düşünmeye başlayan kişi aklını kullanmaya çalışıyordur. akıl, dünyayı simüle eder. yani gerçek dünyada bir eyleme geçmeden önce onu akıl soyutunda bir deneriz, bir yoklarız, ona göre davranırız. yukarıda verdiğim örnekte gerçek bir dernek, gerçek bir toplum ve gerçek bir ülkeye başvurulmadan, dünyanın simülasyonunu kafamızda yaratırız ve denemek istediğimiz şey ne ise, orada yaratırız. neticesine bakarız, sonra gerçek hayata döner ona göre davranırız.
yani akıl bir hayat simülasyonu sağlar. gerçeğe en yakın simülasyon, en akıllı kişi demektir. ben tek bir örnek verdim ama hakikati arama işinin akılla yapıldığını düşünürsek, felsefe diye bildiğimiz ne varsa akla ihtiyaç duyar. yani üç bileşen bileşik oluşturur felsefede.
toplam demek istemiyorum elbette. duyular, muhayyile ve kavramlar toplanmaz; yan yana gelince bir bileşik oluşturur, başka bir şeye dönüşürler. işte biz buna akıl diyoruz.
günümüz bir tikel yağmuru altında. son yirmi yıl hiç durmaksızın muhayyile ve kavramda gerileme yaşandı, tikellerin de önemi arttı.
bundan yüz yıl önce bir tarlada çalıştığınızı düşünün. gördüğünüz en hızlı şey neydi? yarış arabası yok, füze yok, renkli hareketli aksiyon filmleri yok, çita yok koşan ve geyik yok kaçan. yavaş yavaş akan, ufak ufak salına bir hayat var. işte bu hayatta tikelleri ezberliyorsunuz. mektubunuz bir haftada gidiyor şehre, oradan cevap gelmesi de bir ay sürüyor. sesler durağan, hayat durağan ve her şey benzer. yeni bir şey, allah’ım yeni hiçbir şey yok. işte bu benzerlik içinde duyular sıkıyor. bak bak nereye kadar… hayal kurmaya başlıyorsunuz ve bolca da kuruyorsunuz. yani dikkatiniz duyular ve hayal arasında bölüştürülüyor.
bugün bir müziğin eskimesi bir hafta sürüyor. her şey yağmur gibi gözlerimize yağıyor. hayat çok gürültülü ve her şey aşırı yeni. herkes devamlı en son haberi okuyor, soruyor. geçen hafta olan hiçbir şey bugün değerli kalamıyor. bugün önemli, şu an önemli, şimdi önemli. işte tikellerin zaman-zemin bağı ve tikellerin çokluğu bizi yavaşça onlara mahkûm kılıyor. hayal kurmak ve kavramlarda gezinmek artık demode. bugünkü haberi duymuş olmak önemli. iki bin yıl önce tartışılmış bir kavramı tekrar değerlendirmek önemli değil.
dünya bir aptallığa değilse de ahmaklığa gidiyor. muhayyile ve kavramdan bu denli kopuş ve tikellerle bu denli meşguliyet ilk kez oldu. önce kendimizi terk ettik, sonra sevdiklerimizi. bu durmayacak. “şimdi ve burada” nın önemi arttıkça, tikel yağmuru sürdükçe, her şey anlık oldukça, eskime hızlandıkça, zamanı aşanlar ile bağımız kalmayacak. ilkelleşiyoruz bir yanımızla, gelişiyor olsa da bir yanımız.
hala ümit var. yetmişlerin müziklerini dinleyenler var, tükenmiş, tüketilmişi başköşesine koyan var, eski kitap, eski mesele, eski insanlara kafa yoran var. bu anlattıklarımı lüzumsuz bir romantiklik ile söylüyor değilim. yalnızca dünyanın geçirdiği bu süratli değişim karşısında başı dönen bir adamım. teknolojinin, bilimin gelişmesi değil negatif olan, insanın, dostluğun, hakikatin ufalanması…
yalnızca ve yalnızca kendi zaman-zemininde olanlarla ilgilenen bir canlı, nasıl olur da zaman üstü hakikati, geleceği ve eşyanın özündeki pörsümezi görebilir? ilk halimize döndük. kedi köpekten hallice milyonlarca yıl dünya üzerinde gezindik ve yalnızca gözümüzün önünde durmakta olan ile ilgilendik. ilk hayali kuranlar, bir nevi ilk şairler, ilk kahinler, ilk sanatçılar ve mit anlatıcılarıdır aslında bizi insan kılan.
“ölmemiş yazarı okumuyorum” dediğimde hiç anlaşılmamıştı. beni ister ölü sayın ister okumayın ama bu öğüdümü ciddiye alın. evet, ölmemiş yazar çiğdir. zaman filtresinden geçmemiştir bir kere. elli yıl sonra toplum ve tabiat bu yazarların yüzde doksan beşinin adını silecek. geriye okunmaya değer olanlar kalacak. şarkıcısı diri olan şarkıyı bile dinlememeli. daha dün çıkmış, hele biraz söylensin, alışılsın bakalım…taze haber de ciddiye alınmamalı. bakalım üzerinden yüz yıl geçince nasıl bakacağız o hadiseye. şimdi bakın mesela ikinci dünya harbi’ne. bu, olur. dindi, sindi, bekledi ve duruldu. artık üzerinde konuşulabilir bir kıvama geldi.
bugün bir ünlü popçunun yeni bir şarkısı çıkmış! şu haberin ışıltısına bakar mısınız? bugün ya, şimdi çıkmış! taze, taptaze! hiç tüketilmemiş ve tüm dünya ile eşzamanlı olarak aylarca dinleyeceğiz. canlı, diri, yeni, taze, gürbüz, hayat dolu ve bakir. ne zamana kadar? onu hep beraber eskitip eskimişler çöplüğüne atıncaya kadar. peki, müzik gerçekten, yani sahiden güzel mi değildi? güzel değil idiyse, nasıl dinledik onu hep birlikte? çürümüşlüğü görüyor musunuz?
bırakın eskisin, bırakın tozlansın. tozlanmadan hiçbir şeye el sürmemeli. yenide hep bir hamlık, hem bir ekşilik, hep bir olmamışlık var. içinde bulunduğumuz günü yorumlamaya fazla alışmak, içinde bulunduğumuz çağı anlamaktan uzaklaştırır bizi. bırakalım şu yeniyi bir. yeninin o şehvet uyandıran ışıltısından kurtulalım.
herkesin unuttuğuna, unuttuğunu bile unuttuğuna, bakmayı bıraktığına bakalım.
edebiyatım
eserlerim hakkında bir kılavuz
geçtiğimiz günlerde çürüme çıktı, mâlum. ismimi yazdığımda bazı sitelerde 8 farklı kitap görünüyor. ilk zamanlar bir tane kitabım varken her şey daha kolaydı ama sanırım artık bir kılavuz hazırlamanın zamanı geldi. bu bir genel başvuru kaynağı gibi olsun istiyorum okurum için.
öncelikle şunu belirteyim ki eserlerimin tamamı felsefe-psikoloji kökenli, referanslı, temalıdır. şiir de olsa öyle roman da olsa. varoluşçu ekolü benimsemiş bir yazarım. kendi yaşantımda stoacı olsam da eserlerimde varoluşçuluk öne çıkar ve öyle de devam edecek gibi görünüyor. kendi eserlerim hakkında konuşmak istemiyorum, bu kadarı çok bile. eleştirmenlik başka bir iş. o işi erbabına bırakıyorum, benim işim salt yazmak ki yapabilmekle bilmek ayrı şeylerdir. ben hiç bilen olduğumu iddia etmedim. bildiğim tek şey var: yapabildiğim. ben bir cahil değilsem de bilgi seviciyim. felsefe, edebiyat, türkçe, dilbilim, psikoloji, sosyoloji, antropoloji bilmem, yapabilirim. bilenler isim koysun. ben isim koymam, koydurturum.
şimdiye kadar üç ana kategoride toplanır yazdıklarım:
- 1-deneme (us)
- 2-şiir (mimesis)
- 3-roman (palyaçonun listesi, şizofren, ötekiler, çürüme)
basım kronolojisi ile sıralamak gerekirse;
itiraf (ve yeni bir yaşamak) 2011’de yazıldı ama hiç basılmadı.

palyaçonun listesi-2015: dergi yazılarını saymazsak ilk basılı eserimdir; romandır. serüven yayınları (gece kitaplığı) bünyesinde çıkmış, tanınmamış, bilinmemiştir. sessiz bir okunma ve şaşırılma süreci geçti şizofren çıkana kadar çünkü türkçede varoluşçu edebiyat yeniydi.

şizofren-2017: tanındığım eser bu oldu, şimdiye kadar en çok okunan da. iki kere yazıldı çünkü ilk yazılan “tımarhane” isimli formu basılmadan sabote edilmişti. az kitap bünyesinde çıktı.

palyaçonun listesi-2018: tekrar gözden geçirilmiş yeni baskı az kitap’tan çıktı. başına ve sonuna eklenen birer adet sıfırıncı bölüm ile dokuz bölüme çıktı.

ötekiler-2019: hazırlığı en uzun süren kitabım oldu, az kitap’tan çıktı. böylece basılan romanlarım üç oldu. üçü de ayrıdır, seri değildir. yalnız ötekiler ile şizofren aynı evreni paylaşır.

tereddüt isimli bir novella yazdım ötekiler’in basımını müteakiben fakat henüz basılmadı.

us-2020: romanlarımda kullandığım felsefi dilin anlaşılması için felsefi görüşlerimi serimlediğim bir deneme oldu us ve roman dışı basılı ilk eserimdi. az kitap’tan çıktı.

mimesis-2021: şiirlerimin derlendiği ilk ve son eserim olarak kalacak. ileride yeni şiirlerle büyüyüp yeni baskıları verebilir fakat bu ismi koruyacak. ibk bünyesinde çıktı.

çürüme-2022: inkılâp kitabevi bünyesinde çıkan, basılan altıncı kitabım, dördüncü romanım ve en kalın romanım. söylememe gerek yok, seri değil müstakil, başka romanlarımın da devamı değil. yine inkılâp bünyesinde ardı sıra ilk üç romanım da çıkacak.

eserlerim için “edebiyatın yeni soluğu” filan diyorlar ama tamamen hatalıdır. yeni soluk, yeni bir yoldur ama taklit edilemez bir şarkı söylüyorum ben yedi yıldır. yani bu üslup benim ölümümle son bulacak. edebiyatta “sehl-i mümteni” diye bir terim vardır. taklit edilebilir ve kolay gözüken kimi metinlerin başına geçersin tıpatıpı olmadığı sürece mayası tutmaz, ruhu uymaz. form öz uyumunun ifratı yüzündendir bu biraz. o yüzden megalomanik gözüktüğünün farkındayım ama türkçede varoluşçu edebiyat benimle başladı, benimle bitecek. sonra başka şarkılar söylenecek.
bazıları bana bunu soruyor; kullandığınız öz mü yeni form mu? diyorum ki ikisi birbirinden taşar, südur eder. ikisi de yeni; bu denli iç içe olması da.
okuduğum ve yazdığım felsefe de roman için şiir de. roman olmaz novella olur, öykü olur ama o dev esere, o şah esere gözümü diktim, yazma şehvetimin neşet ettiği kaynak o bitmeyen hayaldir benim için. o çıkana kadar kağıtlara kalemle saldırmaya devam edeceğim. sonra gerisi yaşayanlara emanet.
(bana başlamak yazısını muhakkak okuyunuz…)

“çürüme” çıkıyor
kalemimi romanla tanıyan ve benden nicedir bir roman bekleyen okuruma müjde: artık altı çocuk annesiyim.
yeni romanım çürüme, türkiye’nin en köklü kitabevi inkılâp’ta.
bugün çürüme ön-siparişte, 25 nisan pazartesi itibarıyla da okuruyla buluşuyor.
huzurunuzu kaçırdığım ilk günden beri rahatsız etmeyen kitapları çöpe attığınızı biliyorum. yazılan kitap kesilen ağaca değsin istedim ve bu yüzden yeni romanımı kokuşmuş adalete ithaf ettim.
çürüyen çağın romanı…
animizm
insanlık ilkel dönemlerde animistti. bu şu demek, dağın, taşın, rüzgârın bir ruhu var. yani tıpkı bir kedi gibi bir kaya parçasının da bir canı var. her şeyin canlı olduğu bir çağ düşünün, ölülerin bile. ayrıca bu can diyalogsuz bir canlılık da değil. belirli hallerde, belirli kişiler -genelde kahinler- iletişime geçilebiliyor. aslında cansız diye bir şeyin olmadığı bir bakıştan söz ediyorum. cansız yoksa fiziksel yasalar da yok. yani aslında yer çekimi, deprem, rüzgar, yıldırım, sel baskını gibi olayların arkasında asla öngörülebilir, hesaplanabilir bir ruhsuz süreçler silsilesi yok. bunlar ayrı ayrı, müstakil ve münferit duyguları olan ruhların aralarındaki çekişmelerden ibaret. tabii ilerleyen süreçlerde bunlar daha genel başlıklarda toplanarak tanrılara evrilecek. yani yerel ve tikel ruhlar, derli toplu kompartımanlara bölüştürülecek. “deprem tanrısı” dediğin zaman emrinde bir dolu ruhlu taş toprak var.
politeizme tam girmeden animzime birkaç örnek vereyim. hepimiz aslında bir yanımızla bu primitif inancı taşıyoruz. küçük çocukların ayağı masaya çarpınca çocuğu teselli etmek için masaya tokat atarız, “dövdüm” deriz. aslında çocuk masanın bir çeşit ruhu olduğunu ve cezalandırıldığını düşünür. veya bir kedi gördünüz mü hiç yün yumağıyla oynayan. kendi yarattığı hareketliliğin yün yumağı tarafından gerçekleştirildiğine inanarak savaşır kedi. evet, kedi kendi tekmesi ile uçan kâğıda sinirlenir, onunla inatlaşır. oysa kendisi dursa kâğıt da duracaktır. kedi veya çocukla sınırlı değil animizm. kapıyla, vidayla, fermuarla, otomobille inatlaştığınız oluyor mu? doğrusu çoğu şeyin ya bizzat ruhu var ya da nazar, büyü, imtihan, dua tarafından yönetilen indeterminist süreçlerin sonucu.
biz insanlık olarak cansız denen şeyi çok geç keşfettik. zaten onu keşfedince zaptetmeyi öğrendik. o güne kadar her şey belirsizdi. kahinler tanrılar ile konuşur, ölülerle, atalarla konuşur bir kehanette bulunurdu. o kehanet asla rasyonel değildi. net olmayan sesler duyar, kendisi de net olmayan sesler çıkarırdı. yani tamamı yorumdu. bunlara biz şimdi anlamlandırma önermesi diyoruz. bu önermelerin açıklama değeri yok elbette.
dünya tarihinin en büyük devrimleri falanca kral falanca şehri fethedince filan olmadı. en büyüğü şüphesiz beş yüz bin yıl önce keşfedilen ve zaptedilen ateştir. bu her şeyi değiştirdi; mızraklar keskinleşti, etler pişti, beyinler büyüdü, gece aydınlık, kışın ısı verdi, bizi korudu ve ilk tapındığımız şey o oldu. ateşin ruhu ya da daha sonra ateş tanrısı.
ikinci büyük devrim cansız objelerin keşfi, yani determinizmin. buna kimisi bilim diyebilir ama bence yasa diye bir şeyin varlığına güven bir devrimdir. şüphesiz felsefe ve bilim buradan çıktı ama ana öz elbette değişmezlerin keşfi oldu.
özetle, hala sürmekte olan bir çeşit ilkellik ölçüsü bu ruhlar kültü inancı. bir objenin yalnızca, cansız, biatkâr, intikam hırsı olmayan, edilgen, teslimiyetçi ve tamamen matematiksel bir şey olduğunu kavramak devrimi henüz hepimize uğramış değil.
pratik felsefe
felsefe okudukça iki şey fark ettim;
bir noktadan sonra benim “dar alan zehirlenmesi” dediğim şeyi yaşayarak kendi içine katlanıyor ve hayat hakkında değil kendisi hakkında konuşmaya başlıyor.
ikincisi, ilk yapıcılarının motivasyonu olan “bilgece yaşamak” uçup gidiyor ve yerine yaratılmış bin suni kavram ile bir kafa karışıklığı ve bir sayfada anlatılacakların otuz sayfada anlatılması kalıyor.
ben felsefeyi özüne götürmek, hiç değilse -bence kemâli olan- roma’ya götürmek gerektiğini düşünüyorum. onlar son bilgelerdi. ilk, yani ortada yunan da yokken ilkin de ilkinde buda vardı, konfüçyüs vardı, sonra o ışıltılı sokrat öncesi filozoflar, platon-aristo geldiğinde bilgece yaşamak buharlaşmaya başlamıştı ama son can çekişme roma’da stoacılar ile oldu ve felsefe öldü. ölmedi ama biçim değiştirdi.
gayesi zihin jimnastiği olan çıksın, kesin bilgiye nasıl ulaşılırcılar ve “var mıyız?” gibi “benden başkası var mı?” gibi sorularla uğraşanlar çıksın. geriye sadece “nasıl yaşamalıyım?” diyenler kalsın. bu metin onlara göre, bize göre.
aslında üç temel soru var:
1-hakikat nedir?
2-nasıl yaşanmalı?
3-şimdi ne yapmalıyım?
üçüncü soruya kadar gölgesi düşmeyen hakikati teperim. basamak basamak zıplayamayacaksam, ikincide sıçrayamadan yapışıp kalacaksam, öyle hakikati teperim. cevap yanlıştır soru doğru olsa da. derim ki;
hakikat, nasıl yaşanması gerektiğine ve şimdi ne yapmam gerektiğine bir şeyler söylemeli. kendi için kendisini tarif edeni, akademik camia için çiğnenecek sakız üreteni, terim savaşları başlatanı hakikat olsa teperim.
ben derim ki sabah kalkıyorum, kafamda bin soru, on bin cevap ve akşama kadar sayısı katlanarak sürüyor. ben derim ki rüyamda bin şey görüyorum gerçek gibi ve on bin yorumu var bu gördüklerimin. içimde kıyı var, ben belki kıyıdayım ve ben derim ki ölüm var, anlamsızlık var, yalnızlık var ve özgürlük var. bu sorulara cevap vermese bile hiç değilse bu sorularla boğuşacak bir felsefe lâzım bize.
adı var tabii, pratik felsefe.
bir zavallılık merakından neşet eden dev sorulara dev cevaplar istemiyorum; acı çekiyorum ve bu acıya ve erdem arayışıma bir ışık, bir ümit istiyorum.
ne yapmalıyım?
felsefeyi gevezelikten arındırmaya başlayalım…
bilgi; eyleme dönüştürülebilir bir tarafı varsa mühim. evet, mühim. “mühim” diye bir şey getirmeli ve pratiğe bakan yüzü varsa bir şeye mühim demeli.
ahlak; savunulabilir ve tatbik edilebilir ahlak diye iki cins ahlak var. en yukarıda ışıldayan şey ne işime yarayacak özümü sözümü ayrı kıldığı sürece. o orada ışıldasın da güne bakan, bana bakan bir ahlak yaratmalı ve onu uygulamaya soyunmalı. bu ahlak belki çok da parlak olmayacak o tepedeki yıldız atası kadar ama yere bakan, yere değen taraflarıyla -vursan kafan yarılır- gerçek! taş gibi gerçek bir ahlak.
ödev; insana ödev yükleyen metafizik kampları tepiyor, insanın tek ödevi, kurtulamadığı, denediği halde kaçamadığı için “kendilik ödevi”. evet, bu ödevi kişiye yükleyen şey doğmuş olması ve eğilimleri. aksini yapamadığı şey, doğadan yüklü bir ödevdir kişiye.
acı ve haz; evrende var olan asıl şey bu ikisinin tensel cinsleri. mutluluk bir yaratım, hüzün, ayrılık, kötülük ve iyilik, hasret ve nefret yaratım. tensel acı mutlak olarak var çünkü tinsel olarak ne yapılırsa yapılsın küçülmüyor, tensel haz azıcık manipülasyona açıksa da bu ikisinin duygusal versiyonları bunların yanından bile geçemiyor.
üç şey vardır;
kendisi görünen, etkisi görünen ve psikolojik etkisi görünen.
kendisi görünen masa hakkında bile gevezelik eder klasik felsefe: “ya yoksa!”
yoksa da var çünkü beni etkiliyor ve hatırı sayılır bir tutarlılığa sahip. yoksa da var çünkü o yoksa bende de epey bir şey yok. yoksa da var çünkü başka türlü yaşayamam, eyleme geçemem. onun var göründüğü halde yokluğu sizin olsun. bir şeyin göründüğü gibi olmadığı gevezeliği sizin olsun. bana masayı veriniz efenim.
etkisi görünen şeylere en iyi örnek elektrik veya yer çekimi. etkisi demek, hemen hemen kendisi demek. varlık derecesi farklı değil masanınkinden.
psikolojik etkisi görünen şeylere yok demek bir şeyi değiştirmiyor. motivasyon yönü olabilir ki onu yaratan da kişinin kendisi. kilit kelime bu: değiştirmek. konu eylemse, eylem değişim demek ve değişim yoksa bir şey yoktur.
anlam önermelerinin değişim karşılığı yoktur mesela. bir bilgi üç şeyi söylüyor olabilir. şöyle ki;
tarif ediyordur; masanın üzerinde elma olması, gibi. kendisi veya etkisi görünen şeyler tarif edilir.
açıklıyordur; yer çekimi, gibi. etkisi görünen şeyler açıklanır. yani ortada bir mekanizma olmalıdır.
anlamlandırıyordur; ölmüş babamın beni izleyip gurur duyması gibi. psikolojik etkisi görünen şeyler anlamlandırmadır.
örnek;
“taşı yere bırakınca düşer” demek bir mekanizmaya vurgu yapar ve gelecek hakkında bir öngörüde bulunur. yoksa bilim de denmez zaten buna. git dene, orada dene, burada dene, yüksekte dene… taş hep yere düşecektir efenim. yani açıklama yapmışız demek ki.
ama anlanmandırma geriye dönük yapılır. burçlar gibi… astroloji koca bir anlamlandırma sanatı. diş perisi var, demenin hallicesi. bir boğa burcu şöyle olmalı, diyorsun ama öngörün tutmuyor. bu sefer diyorsun ki yükseleninin etkisinde kalmış. işte bu kıvırmaktır. kıvırmak eylemli geriye doğru yapılır. bilim kıvırmaz. taşı atarsın, düşmezse teoriyi değiştiririz. bilim bin kere bozar, yıkar, yapar, yeniden bozar… böyle ilerler. ya, beş bin yıldır yıkılmayan bilgi olur mu ya… dünyayı duran bir tepsi sandığımız günlerden kalma masalları bilim diye yutturmanın yolu, onun yaptığı kıvrak anlamlandırma formüllerini açıklama gibi yutturmak. astroloji bir açıklama değil çünkü geleceğe doğru değil. bir astrolog her zaman önüne oturtulmuş, burcu söylenmiş biri hakkında gevezelik yapabilir ama kişiliğini tarif ettiğin kişinin burcunu bilemez, burcunu söylediğin kişinin davranışlarını öngöremez. yanıldığı zaman da kıvırma teknikleri hazırdır. hep geçmiş, hep geçmiş… tutmuyor diye gideceksin, yükseleni bahane edecek. daima kazanan bilgi olur mu?
öyle bir bilgi ortaya atacaksın ki şu olursa haksız çık, bu olursa haklı çık. bunlar iki ucu da kapatmış çünkü bu bir anlamlandırma.
asitle bazı karıştırırsan tuz ve su açığa çıkar. bunu dene. haksız çıkarsam yükselen burca başvurmam. ne yaparım? teorim çöktü der, yenisini üretmeye çalışırım.
“tanrı deprem ile kâfirleri cezalandırdı.” bir anlamlandırmadır çünkü deprem müminlere geldiğinde cevabın değişiyor, “uyardı” oluyor. veya deprem evliyaya gelirse, “mertebesi yükseldi” diyorsun. yani “deprem şudur” diye genel geçer bir açıklama yok. işte o yüzden bu bir anlamlandırma.
pratik felsefenin en önemli konusu bence eyleme uzantısı olmayan duygu vakit kayıpları olmalı. tereddüt içinde geçen bir vakit, hiçbir şey yapmadan beklemektir. yas tutmak, hiçbir şey yapmamaktır. kırmızı ışıkta sabırsızlanmak, duygu israfıdır. yani eylem, ille de eylem…
ben neyim? yaptıklarımın toplamıyım. yapmak üzere olduklarımın, yapacaklarımın, kafaya koyduklarımın, içimden geçirdiklerimin, dualarımın, niyetlerimin toplamı değilim, ben doğduğumdan beri yaptığım ne varsa onları üst üste koy, oyum.
değişim bir öz ve kök olunca ikiye yarıyoruz tüm kâinatı ortadan:
değiştirebileceğim şeyler ve değiştiremeyeceğim şeyler.
bu eylemlerin tam listesini yaptıktan sonra ilkine sonsuz gayret ve coşku, ikincisine sıfır duygu ve kayıtsızlık hali ile bir efor paylaşımı yapacağız.
klasik felsefenin (dönem olarak değil, usûl olarak klasik) en çok vakit kaybettiği şey eşyanın arkasında ne var, sorusu oldu. vay simülasyon mu, vay sahte mi, numen’di, fenomen’di, idea veya form filan derken çıldırdık kaldık. beni ilgilendiren -ve başta dediğim gibi mühimi- değiştirilebilir olup olmaması. kendisi sahteyse bile verdiği acı, taş gibi gerçek. verdiği acıya bakarım. arkasında derunî boyutlar var mı yok mu, beni ilgilendirmez çünkü bilinemez. duvara yumruk atınca daima canım acıyor.
“hepimiz tekiz! varlık, aynı tek şeyin uzantıları!”
iyi de bunun ne gibi bir eylem karşılığı var? yani senin bu felsefene sahip çıktım diyelim, ne yapmalıyım? teksek tekiz, ne yapmalıyım? felsefeni deneyemiyorum, sınayamıyorum ki!
cevap: hiç!
- yani demem o ki, gevezelikten arınmış bir felsefe ile yoluma devam etmeye karar verdim. kıta ekolü biraz buna yakın. analitik felsefe mantığın mantığı ile savaşıp dursun… evet, onlarsız yola devam… tek seferlik ömrümde beni daha güçlü, daha erdemli, daha eylemci kılacak olana…
***
practıcal phılosophy
as ı studied philosophy, ı realized two things;
at some point, she suffers what ı call “narrow-space poisoning” and puts up with herself and starts talking about herself, not about life.
secondly, “living wisely”, which was the motivation of its first builders, flies away, and in its place a confusion with a thousand artificial concepts and thirty pages of what can be told in one page remain.
ı think it is necessary to take philosophy to its essence, at least to rome, which is perfect in my opinion. they were the last sages. first, when there was no greek, first there was buddha, confucius, then those radiant pre-socratic philosophers, plato-aristotle, when the wise life began to evaporate, but the final moribund was with the stoics in rome and philosophy died. he did not die, but changed form.
let it be clear that the aim is mental gymnastics, how can they reach certain information and “do we exist?” like “ıs there anyone else besides me?” let those who deal with such questions come out. all that’s left is “how should ı live?” let those who say stay. this text is for them, for us.
there are actually three basic questions:
1-what is the truth?
2-how to live?
3-what should ı do now?
ı rebuke the truth, which is not shadowed until the third question. ıf ı can’t jump step by step, if ı’m going to be stuck in the second without jumping, then ı will hit the truth. the answer is wrong even though the question is correct. ı say;
truth should say something about how to live and what to do now. ı would resent anyone who describes himself for himself, produces chewable gum for the academic community, and initiates term wars, if it were the truth.
ı say ı wake up in the morning, a thousand questions, ten thousand answers in my head, and the number continues exponentially until the evening. ı say that ı see a thousand things in my dreams, they seem real and there are ten thousand interpretations of what ı see. there is a shore in me, ı may be on a shore, and ı say there is death, there is meaninglessness, there is loneliness and there is freedom. even if it does not answer these questions, we need a philosophy that will at least grapple with these questions.
ıt has a name, of course, practical philosophy.
ı don’t want giant answers to giant questions arising out of a pity’s curiosity; ı am suffering and ı want a light, a hope in this suffering and in my pursuit of virtue.
what should ı do?
let’s get philosophy cleared of chatter…
ınformation; ıt is important if there is an actionable side. yes, it’s important. he should bring something called “important” and call something important if he has a practical face.
morality; there are two kinds of morality, the defensible and the enforceable morality. what good is the thing that shines above me, as long as it separates my essence from my word. so that it shines there, it should create a morality that looks at the day, looks at me, and tries to practice it. this morality may not be as bright as the star ancestor on that hill, but with the sides facing the ground and touching the ground – if you hit it, your head will be split – it is true! a true morality as stone.
homework; the metaphysical camps that impose duties on man are backfiring, the only duty of man is “self-duty” because he cannot escape, even though he tries. yes, one’s birth and inclinations are what imposes this assignment on a person. what he cannot do otherwise is an inherently loaded homework for the person.
pain and pleasure; the main thing that exists in the universe is the sensual species of these two. happiness is a creation, sadness, separation, evil and goodness, longing and hate are a creation. sensual pain is absolutely there because it doesn’t shrink no matter what is done spiritually, and although sensual pleasure is open to a little manipulation, the emotional versions of these two can’t even get past them.
there are three things;
ıt is visible, its effect is visible and its psychological effect is visible.
he even babbles about the visible table, the classical philosophy: “what if!”
or there is, because it impresses me and has considerable consistency. otherwise, there is, because without it, ı don’t have much. otherwise, there is because ı cannot live otherwise, ı cannot act. even though it appears to be present, its absence is yours. let the chatter that something is not what it seems to be yours. give me the table, sir.
the best example of what appears to be the effect is electricity or gravity. ınfluence means almost itself. the degree of existence is not different from that of the table.
saying that there is no psychological effect on things does not change anything. there may be a motivation aspect, which is created by the person himself. that’s the key word: change. ıf the subject is action, action means change, and if there is no change, there is nothing.
for example, meaning propositions do not have an exchange equivalent. a piece of information may be saying three things. namely;
he is describing; like having an apple on the table. things that appear or have an effect are described.
ıt explains; like gravity. things that appear to have an effect are explained. so there must be a mechanism in the middle.
ıt makes sense; like my dead father watching me proudly. things that appear to have a psychological effect are meaning.
sample;
saying “the stone falls when you put it on the ground” emphasizes a mechanism and makes a prediction about the future. otherwise, it wouldn’t even be called science. go try, try there, try here, try high… the stone will always fall to the ground, my lord. ı mean, we’ve made a statement.
but the interpretation is done retrospectively. like horoscopes… astrology is a huge art of interpretation. there’s a tooth fairy, that’s fine. you say a taurus should be like this, but your foresight doesn’t work. this time you say that you are under the influence of your ascendant. this is twisting. curl action is done backwards. science doesn’t bend. you throw the stone, if it doesn’t fall we’ll change the theory. science destroys, destroys, builds, corrupts again a thousand times… this is how it proceeds. what if there is knowledge that has not been destroyed for five thousand years… the way to pass the tales left over from the days when we thought the world to be a standing tray, as science, is to pass off his agile interpretation formulas as explanations. astrology is not an explanation because it is not future-oriented. an astrologer can chatter about someone who is always seated in front of him and whose zodiac sign has been told, but he cannot know the sign of the person whose personality you describe, and cannot predict the behavior of the person whose sign you tell. and when it’s wrong, curling techniques are ready. always the past, always the past… you will go because it doesn’t hold up, it will use the rising as an excuse. does knowledge always win?
you will come up with such information that if this happens, be wrong, if this happens, be right. they closed both ends because it’s a signification.
ıf you mix acid with base, salt and water are released. try this. ıf ı am wrong, ı will not apply to the ascendant. what ı do? he says my theory is broken, ı try to produce a new one.
“god punished the infidels with the earthquake.” ıt is a meaning because when the earthquake comes to the believers, your answer changes, it becomes “warned”. or if an earthquake hits the saint, you say, “his rank has risen”. ın other words, there is no general explanation that “the earthquake is this”. that’s why it’s an interpretation.
ın my opinion, the most important issue of practical philosophy should be the loss of emotion, which is not an extension of action. a time spent in hesitation is waiting without doing anything. to mourn is to do nothing. being impatient at a red light is a waste of emotion. so action, not necessarily action…
what am ı? ı am the sum of what ı have done. ı’m not the sum of what ı’m about to do, what ı’m about to do, what ı’ve set my mind to, what ı’ve been through, my prayers, my intentions, ı’m the sum of everything ı’ve done since ı was born, ı am my vote.
when change is an essence and a root, we split the whole universe into two:
things ı can change and things ı can’t.
after making a full list of these actions, we will share an effort with the first with endless effort and enthusiasm, and the second with zero emotion and indifference.
the thing that classical philosophy (classic in method, not in period) lost most of its time was the question of what is behind things. wow simulation, wow fake, numen, phenomenon, idea or form or something, we went crazy. what interests me – and as ı said at the beginning – is whether it is replaceable or not. even if he is fake, the pain he inflicts is real as a stone. ı look at the pain it gives. whether there are inner dimensions behind it or not is not my concern because it cannot be known. ıt always hurts when ı punch the wall.
“we are all one! being, extensions of the same one thing!”
but what kind of action does this have? so let’s say ı have your philosophy, what should ı do? ı’m single, what should ı do? ı can’t try your philosophy, ı can’t test it!
answer: none!
- so what ı mean is that ı decided to continue on my path with a philosophy free from chatter. continental school is somewhat close to this. let analytical philosophy keep fighting the logic of logic… yes, move on without them… to what will make me stronger, more virtuous, more active in my one time lifetime…