sanat, felsefe, hayat söyleşisi-bir tv

  • 1 dakikalık bir metin-

-söyleşilerinizde sık sık içi-dışı bir, özü-sözü bir gibi pozitif kavramları eleştiriyorsunuz. bunlar sizin için negatif kavramlar mı? bir kişinin söylediği ile yaptığının tutmaması niçin pozitif olsun? bu ikiyüzlülük değil mi?


-psikoterapi ve kişisel gelişim zıt şeyleri mi hedefler? sizce farkları nelerdir?


-özgürlük talebimizi eleştiriyorsunuz, özgürlük negatif bir kavram mı? niçin özgürlük aleyhinde konuşuyorsunuz?


-stoa felsefesini de varoluşçuluğu da takip ettiğinizi söylüyorsunuz; bu iki ekol zıt değil mi? nasıl ikisini bir arada savunabiliyorsunuz?


-mutsuzluk ve huzursuzluktan çok bahsediyorsunuz, bu ikisi farklı şeyler mi? farkları nedir?


-yazgıya çok vurgu yapıyorsunuz; kaderimizi, kendimizi değiştiremez miyiz?


-evrim teorisine çok vurgu yapıyorsunuz; bu teori biyolojiyle, doğayla ilgili değil mi? bizim yaşamımızla ne gibi bir bağı olabilir?


-bir edebiyatçının felsefe bilme zorunluluğu var mı? siz çok vurgu yapıyorsunuz. İkisi ayrı alanlar değil mi?

acıyor, o halde hürüm

  • 5 dakikalık bir metin-

acıyor, o halde hürüm

bu seneki en mühim buluşum bu oldu. konuyu nasıl toparlayacağımı bilemiyorum, deneyeceğim.

malumunuz şöyle bir anlatı var; yüzyıllar boyunca bilinçdışı denen şeyden habersizdik bir iki fısıltıyı saymazsak. sonra freud çıktı, bilincin, dedi, altı var, dışı var. şaştık kaldık ve itiraz ettik. sonra alıştık, sonra da vazgeçemez olduk. yani freud bize, bilinçli olduğumuzu sandığımız bize, farkındalığımızın olmadığı bir alanı tarif etti. evet, anlatı bu.

bunu koyun cebinize.

ikincisi… ruh. ruh var da ruh yok da filan bir kavgadır sürüyor. ben, ispat denir mi bilmem de ispat olabilecek bir iki argüman sundum. o yazıya bakabilirsiniz. determinizm üzerinden ruhu ispat ettiğimi düşünüyorum. ayrıca son yıllarda yapay zeka tartışmaları sürerken biliyoruz ki yapay olan bir zekada ruh yoktur, ruh olmadığı için de kendisi algoritmadan ibarettir. yani deterministtir, yani neden sonuç zinciri ile çalışır random fonksiyonu bile. yani gerçek bir rastgelelik asla kodlanamaz. doğadaki doğal gelişigüzellere başvurulur, asal sayılar gibi. o halde ruh ne? nedensiz eylem, sebepsiz eyleyiş ve eşyada olmayan bir özellik olan gayesellik yeteneği.

yani ruh var, bu da cepte.

doğada bildiğimiz kadarıyla bilinç yok. hiç değilse insandaki kadar yok. ağaçta bilinçdışı denen şeyden bile söz edilebilir miyiz, bilmiyoruz. tamam, örnek sert oldu. kedi mesela? bakınca bizdekine benzer bir tözün, benzer bir şeylerin, ortak bir ben hissinin olduğunu anlıyoruz (kedi besleyenler bilir bunu) ama bilinçlilik hali yok gibi sanki. varsa da zayıf var. yani bilinçdışı diye bir şeyi var. çoğu otorite kabul eder ki hayvanlar reflekslerle yaşar. ayrıca beyin incelemeleri de gösteriyor ki beynin sürüngen beyni, memeli beyni denen iç kısımlarının hayati tarafları var fakat beyin kabuğu, yani korteks entelektüel faaliyetler için. bizdeyse en gelişmiş haliyle görüyoruz kabuğu.

ayrıca insanlarda da çoğu kişi daha refleks ağırlıklı, sürü psikolojisi ile, hissel, sezgisel bir yaşantı sürer. yani bilinçli yaşam, çok azımızda var gibi görünüyor.

evrimsel olarak da bilinç en geç ortaya çıkan şey. insanda bile felsefe çok yeni bir etkinlik göreceli olarak. yani kişinin kendisine bakabilme, soru sorabilme ve cevap arayabilme yetisi yatak yorgan iki bin beş yüz yılı geçmez.

kişinin kendi hayatında da bilinç en geç ortaya çıkan yeti. çocukluk daha spontan geçer, bilinçdışı ile yönetilir, zamanla kendini eğiten ve gelişen ve bilgeleşen fert bilinç geliştirir. o bilinçle kendisine bakabilmeyi bile başarır.

cebimizde iki şey var, üçüncüsünü koyacağım.

jung’un ortak bilinçdışı havuzu dediği bir şey var, malumunuz. yani hepimizde ortak bir bellek, bir duygu, bir masal havuzundan simgeler, imgeler kullanıyoruz. rüyalarımız benziyor, bazı benzer anlatılar, ikonlar farklı kültürlerde farklı dönemlerde tekrar tekrar ortaya çıkıyor. jung bunlara arketip diyor.

üç etti…

şimdi bir soru soracağım, fakat iyi düşünmenizi rica edeceğim;

ben aslında ne? ben dediğiniz şey, asıl ben, yani ruh –şayet varsa- nemenem bir şey o?

siz cevap vermeden ruhun alanını daraltayım. beyne verdiğiniz zarar kişinin kişiliğini değiştirir. bazı beyin bölgelerinin kesilmesi veya alınması kişiyi aptallaştırabilir, moronlaştırabilir, saksı bitkisine çevirebilir, küfürbaz yapabilir, dil yeteneği uçabilir, hafızası gidebilir, yüzleri tanıyamaz olabilir vs. yani demek ki beyin denen şey öyle az buz bir şey değilmiş. hatırlatırım, beyin bedende. yani beyinin ruhla bir ilgisi yok.

e ama insanı büsbütün bir makine olarak da tanımlayamıyorduk, o ruh nasıl bir şey olmalı ki içinde kişilik, zeka, bellek gibi şeyler olmasın ama canlı kılma, seçim yapma, “ben” hissettirme yeteneği olsun. ben derim ki;

ben rüyamım. rüyalardaki ben asıl benim. rüya gören ben, beyin ile irtibatı en aza inmiş, dış dünya ile duyu teması kesilmiş olan ben, ortak bir bilinçdışı havuzunda yüzen ben, asıl ben.

zaten bilincimin bilinçdışıma doğru bakışı da bu ikilik sayesinde mümkün. salt bilinçsiz bir töz olan ruhumun bir bilinç üretme makinesi olan beynin içine girmesiyle iki ayrı bilinç meydana gelir uyanıkken; ruh bilinci, beyin bilinci. işte beyin bilincinden ruh bilincine doğru bakıp araştırma yapıyoruz psikanalizde.

özgürlüğüm mümkün olmadığı, kozalite ile çalışan, nedensel dünyaya mahkum bir makine olan bedene koşut ruh hür. bunun ispatı seçim hürriyeti. yani bedenen, koşullardan, çevreden, içsel, dışsal bin ısrar da geliyor olsa seçim ruha ait günün sonunda. yani biz mecburen özgür yaratıklarız. özgürleşmek denen şey bir palavradır. kişi özgürleşmez, özgürlüğünün farkına varır.

boynumda zincir varsa köle değilim, imkanlarım kısıtlı. fakat kendimi bilmem ne yapmak zorunda hissediyorsam, şunu şunu yapamaz, yeltenemez görüyorsam özgürlüğümün farkında değilim ve sartre’ın “kötü niyet” dediği şeyin içindeyim.

işte alında bence sarih ama birçoklarının itiraz edeceği bir kanıt buldum; acıyor o halde hürüm.

derim ki acılar hürriyetin alameti. seçim yapabilen canlılara doğanın bahşettiği bir bilgi türü acı. bilgi… evet, acı bir bilgi. o bilgi niçin ve kime veriliyor? seçim yapan düzgün seçsin diye veriliyor. acıyorsa seçim yapmaya zorlanırım. kaçmalı ya da savaşmalıyım sözgelimi. yani acı çeken her mahluk hürdür. birçok yanı otomatik reflekslere teslim de edilse, gölge kabilinden, sessiz, soluk bir hürriyeti muhakkak var çünkü ruhu var.

başta ferud’tan bahsetmiştik. şimdi daha kolay anlatabilirim sanıyorum;

freud bilinçdışını filan bulmadı. freud bilinci buldu. o bilinç ile bilinçdışına baktı, gördü. biz salt bilinçdışı idik zaten son çağa kadar. bilinci inşa ettikçe bilinçdışını anlar olduk, yani kendimize baktık. işte freud’un keşfi buydu. freud bilinçdışını değil, bilinci buldu.

kişi kendi içinde kavgalı parçalar ile donatılı. tek tözlü bir makine için bunu anlatmak çok zor. aslında ruhu ortadan kaldırdığınızda tek parçalı bir şeyin içindeki kavgaları izah edemez oluyorsunuz ki sartre bunun farkında olduğu için bilinçdışını reddetti hepten.

özgürlüğü reddetmeniz demek ahlakı reddetmeniz demek. yani doğru ve yanlış olan bir şeyleri boşuna konuşuyoruz özgür değilsek. özgür değilsek kimse kötü değil çünkü herkes kurulmuş saat. ve tabii iyi de değil kimse, erdemli de değil. kurulmuş saatlerden müteşekkil bir toplumdaysak neyi konuşmanın anlamı kalır ki. kaderciliğin son raddesi bu işte. hiçbir seçim özgürlüğü olmayan birtakım yaratıklar öylece mal gibi acı çekiyoruz devamlı, öyle mi? seçim hakkımız yoksa biz bu kadar neyi konuşuyoruz ki?

yani hasan hüseyin korkmazgil’in şiirinde ve şiirden yapılan şarkıda geçtiği gibi;

acı çekmek özgürlükse, özgürüz ikimiz de.

şekerci ve doktor

  • 5 dakikalık bir metin-

bir zamanlar bir kreşi üç doktor yönetirmiş. çocukların ihtiyaç duyduğu ilaçları hazırlar, çocukları vitamin ve protein şurupları ile beslerlermiş. gel zaman git zaman kreşin yanına bir şekerci dükkânı açılmış. içinde envaiçeşit çikolata, bal, dondurma varmış dükkânın. birkaç gün geçtikten sonra, şekerci şehrin meydanında yüksek bir yere çıkarak şunu demiş:

“bu doktorlar hiç sizin ağız tadınızı düşünmüyor. yanına birkaç yaverini almış, halkı eziyor. sizin ihtiyaç duyduğunuz şeyler ballı kaymaklar ve reçelli kurabiyeler. biliyor musunuz, bunlar demli çayla ne iyi gider… artık seçim olsun. kreşte çocuklar kimi istiyorsa onlar yönetsin kreşi. her çocuk kendi için neyin iyi olduğunu bu doktorlardan daha iyi bilir. bunlar bir avuç elitist züppeden başkası değil. her kreş kendi kendisini yönetebilir.”

“onlar iyiliğimizi ister.” dedi bir çocuk

“hayır,” dedi şekerci, “sen kendi iyiliğini daha iyi bilirsin. allah dil vermiş. dil şekere güzel, şuruba acı diyor. o dili allah boşuna mı vermiş?”

“nasıl yapacağız?” diye bağırdı bir çocuk

şekerci dedi ki:

“dünyanın en mantıklı şeyini söyleyeceğim. buna karşı çıkmak aptallıktır ki zaten sadece buna monarşik doktorlar karşı çıkar. yapacağımız şey, küçük kağıtlara kimi istediğimizi yazacağız. herkes yazsın. doktorlar da yazsın, sorun değil. hangisi çok çıkarsa o yönetsin kreşi.”

“peki ya doktorlar çıkarsa?” dedi bir çocuk.

“o zaman yönetmeye devam ederler. hiç sorun değil. biz bu oylamayı her yıl tekrarlayalım. kim kazanırsa o yönetsin kreşi. hem bir yıl boyunca kötü yöneten olursa, çocuklar onlara gereken dersi verecektir.”

dedi ve ekledi şekerci, “ben sizden şeker yemeye değil, size şeker yedirmeye geldim.”

bir çocuk şöyle bağırdı:

“yazmayı bilmeyenler var. ben alfabeyi tam öğrenmedim. bilmediğim harfler var.”

“yazmayı henüz öğrenememiş olan çocuklar, ‘ş’ harfi yapsın yeter. şekerci olduğu belli olur. diğerleri de ‘d’ yapsın. yazmayı bilenler tam yazsın.”

çocuklar heyecan içinde çığlık attılar. koşarak doktorun odasına gittiler. doktor o sırada bir çocuğun ağrıyan dişine bakıyordu.

“çabuk git buradan pis doktor. biz seçim yapacağız. oy vereceğiz. şekerciyi seçeceğiz. sonra da sayacağız.”

çocuklar doktorlara saldırdı ve kargatulumba attı dışarı.

sonra tüm çocuklar toplandı ve küçük kağıtlara tercihlerini yazdı. sonra da bir kutuya attı. akşam olup herkes oy verince sayma işlemi başladı. sonra saymaya başladılar ama sayı saymayı hepsi bilmiyordu. bazıları ona kadar bazıları yirmiye kadar saymayı öğrenmişti. saymayı en iyi bilenler de okumayı iyi bilmiyordu. doktorlardan ve şekerciden yardım isteyerek saymaya başladılar ama bir yandan da güvenlik amacıyla birbirlerine teyit ettiriliyorlardı.

sonunda “bizi doktorlar yönetmeli” yazan kağıtların sayısı on, “ş”, “s”, “şekci”, “eşek”, “seker”, “çikolata”, “lokum istiyom”, “şkker” gibi yazılar olan kağıtların toplamı doksan çıktı. ve şekerci muzaffer bir komutan edasıyla odasına geçti. doktorların özel eşyalarını da çocuklara dağıttı. çocuklar birbirlerine iğne saplamaya, sağa sola şuruplar dökmeye başladı.

hapları kedilere zorla verdiklerinde kediler hasta oldu; “gördünüz mü,” dedi bir çocuk, “demek ki doktorlar bizi böyle zehirliyormuş.”

çocuklar çok mutluydu. her güne kaymaklı fındıklar ile başlıyor, öğle yemeğinde bazen eski moda elma şekeri, bazen de bol sütlü çikolata, akşam ise çeşitli jelibonlar ile uykuya geçiyorlardı. gece uyanacak olurlarsa dolapta bekleyen bir vişneli dondurma mutlaka onları bekliyordu.

hasta çocukların sayısı artmıştı ama bu olsa olsa doktorların bir oyunu olabilirdi. doktorlar meydanda bir konuşma yapmaya karar verdi:

“sevgili çocuklar, size verdiğimiz proteinler ve ilaçlar sizi kısa zamanda mutlu etmese de uzun vadede iyi kılacaktır. hepsi sizin sağlığınız için. devamlı basit karbonhidratlar ile beslenmek insülin direnci ve obeziteye sebep olur.  kas erimesi yapar ve hafıza geriliği… bunun sürekliliği yok. canınız şeker yemek istiyorsa ara sıra yiyin tabii ama devamlı tüketm…”

çocuklar bağırmaya ve öfkelenmeye başladı. doktorun sözünü keserek taşladılar. şekercinin yaverlerinden bir çocuk şöyle bağırdı:

“biz halkız ve kendi kendimizi yönetebiliriz. sizin köleliğinizi yapmaya ihtiyacımız yok. siz kendi krallığınız için üzerimizde hakimiyet kurmaya çalışıyorsunuz. oysa adil bir seçimle gördük ki çoğumuz şekerciyi istiyor. hatta onu istemeyenler bile ikna oldu zamanla. şekerin tadı tatlı geldi ve artık çocukların yönetimi devam edecek. ne zaman ki çocuklar artık doktorları ister -öyle olmaz ya- o zaman gelirsiniz. şimdi oturun aşağı. artık adalet, özgürlük, eşitlik ve şeker devri. sizin devriniz kapandı.”

doktoru isteyen çocuklardan biri söz aldı korkarak:

“çocuklar bakın, doktorlar bizim için iyi olanı istiyor. hepimiz her şeyi bilmiyoruz ki hepimiz oy verelim. mesela saymayı bilmeyenle saymayı bilenin oyu bir olur mu? ben alfabeyi öğrendim, çarpmayı toplamayı bile öğrendim ama aramızda daha oy verirken yazdığı harfi bilmeyenler var.”

konuşan çocuğu da doktorların yanına ittiler ve ona doğru bağırdılar:

“sen halkı küçük görüyorsun. sen pis bir burjuvasın.”

tüm çocuklar doktorlara ve doktorcu çocuğa saldırdı ve yerlerinden kalkamayacak hale getirinceye kadar dövdü.

sonraki seçimde yüz çocuğun yüzü de şekerciye oy verdi ve sayma işini de artık sadece şekerci kendisi yapıyordu.

ikinci seçim ilkinden de büyük bir kutlama ve coşku ile geçti.

beş seçim, altı seçim, yedi seçim derken, artık doktorlar sağda solda saklanarak yaşamaya başladı. devamlı şekerci ve ekibi kazanıyordu.

çocukların çoğu hastaydı. çoğu şişmandı. geceleri rahat uyuyamıyorlardı. öksürük, hapşırık, alerji her yerdeydi. en yaygın problem diş çürükleriydi. bazılarının gözleri de görmez olmuştu. hatta ölen çocuklar bile olmuştu.

şekerci ise iyice zenginleşmiş ve yaşlanmıştı. iyice de hastalanmıştı. tuvalete gidecek hali yoktu.

sonraki seçimi hayatta kalan on çocuk kendi arasında yaptı ve şekerci elli oy aldı. kutlamalar olmadı çünkü herkes evde hastaydı. şekerci ölüm döşeğinde öksürmekteydi. ona acilen bir doktor gerekiyordu. baş yaver, yanına iki çocuğu alarak doktor aramaya çıktı. baş yaverin korkunç baş ağrıları olduğundan beş dakikada bir mola veriyordu yürümeye. yanına aldığı çocukların birisi topaldı, diğeri de devamlı kusuyordu. doktorların yaşadığı evin önüne kadar geldiler.

baş yaver başını tutarak bağırdı:

“doktorlar… çıkın! içeride olduğunuzu biliyoruz. kreşinize bağlılığınızı gösterin. şekerci ölüyor. büyük hizmetler etmiş bu dev adam çok hasta. on yüz bin yıllarca türlü siyasi ayak oyunlarıyla çaktırmadan bizi hasta ettiniz. şekerlerimize ilaç karıştırdınız. eğer şe…”

yaverin yine migreni tutmuştu. sustu bir süre. yanındaki topal çocuk parmaklarıyla yıl sayısını hesap etmeye çalışıyordu. yaver devam etti:

“eğer şekerciyi kurtaramazsanız, onu sizin hasta ettiğinize inanacağız ve idam edileceksiniz. bu son uyarımdır.”

içeriden hiç ses gelmedi.

çocuklar birbirlerinin koluna girerek içeri girdiler. kapı açıktı. içeride yere yığılmış halde üç iskelet gördüler.

(platon’dan esinlenilmiştir)

ergen özgürlüğü

  • 2 dakikalık bir metin-

ey elleri yukarıda özgürlük çığlığı atan ergen ruhlu dostum,

zincirinin yetiştiği her yerde koşuyor musun?

sorarım sana: yıkılsın istediğin duvarları gidip gördün mü? sanki o duvarlar yıkılsa haberin olacak mı?

on metrelik tasma ipini kendi üzerine düğümleyip bir metreye düşürmemiş olsaydın söyle, ağlayacak nen kalırdı?

ideal kurban rolün için hürriyet arzusu masalına ihtiyacın var. o hayali hürriyet çizgisine erteleyebilirsin böylece tüm kişisel beceriksizliklerini. babadan, devletten, dinden ve patrondan yalvarır göründüğün haklar yarın elinde olduğunda ne yapacağını planladın mı?

ben sana özgürleşmeni söylerken kendini sınırsız bir uzaya, duvarsız bir çöle atmanı söylemedim ki. hem sınırların olmadığı yerde referans da yok; tanrıcılık oynamak için fazla hamsın, fazla yoz.

güç yumruğunu kaldırıyor, ona buna kafa tutuyorsun da kafa tuttukların öldüğünde, söyle sen ne işe yararsın? muhalifi olacağın bir statüko, didişecek komşular ve inatçılığın için zorbalar yokken, sen diye bir şey de yok.

aydınlanmanın birinci basamağına yakışan bir zafer işaretin ve dik kafalılığın olabilir ama aydınlanmak için ergenliğin bitmesi, diğer basamaklara çıkman da lazım gelir. orta yolcular senin saldırgan ruhun için mıymıntı görünebilir ama yukarıda da ispat ettiğim üzere sen diye bir şey yokken, ruhun da yok maalesef. olmayan bir şeye seslenir göründüğüme bakma, ben bazen böyle kendi kendimle konuşurum genç dostum.

yani demem o ki bağırmaktan gırtlağın henüz yırtılmamışken, alayına isyan ruhun seni doyuma yaklaştırmışsa ve sonraki basamaklar için yüreğin ve bilgelik arzun varsa ve kendin diye bir şeyi hala merak etmekteysen, istersen artık yavaş yavaş sana itidali öğretmeme izin ver.

hem itidaller sana mıymıntılarla eş görünüyorsa bilmelisin ki pişip çilesini çektikten sonra bir şeyleri tepmek yeğ. yoksa ona tepmek, terk etmek değil sekmek deriz biz, top gibi. top gibi olmamanı salık veririm sana.

radikalleşmek arzun için bir tavsiyem var, itidali, tam itidali vur tam ortasından. öyle bir ince saatçi ayarı yap ki kasa şifresi çözer bir hassasiyette ve bir ip cambazı gibi ya da bir radyo kanalı arayıcısı gibi ince ve keskin davran. işte bu ince ve keskinlikte radikalleş radikalleşeceksen. biz de radikaldik sen gibiyken; sen gibiyken ifratta hep bir büyü sezdik.

yorgun yaşlı kalbim on kere söylemek için fazla yorgun; enerjin yüksek, on kere oku bu altın öğüdümü ve kaderin sana armağan ettiği tasma ipinin nerelere gittiğini bir keşfet hele. hürriyet hep dışarı doğru değildir, içeride de özgürleşilir.

*omurga 2.etik 3.estetik acı aforizma ahlak akıl anlam aşk ben bilim cemiyet değişim doğa duygu edebiyat estetik etik evrim felsefe insan kitap mimesis mutluluk nietzsche psikoloji roman sanat sevgi sinema sosyoloji söyleşi sürü tekamül tin us varoluşçuluk zeka çürüme ölüm öteki özgürlük şair şiir şizofren

dört dehşet

  • 9 dakikalık bir metin-

bilen bilir, kalabalık laflardan, gitmeyen misafirlerden ve mıymıntı konuşmalardan hazzetmem. o yüzden internette bulduğunuz dolambaçlı tarifler yüzünden arkanıza bakmadan kaçtığınız o “vâroluşçuluk” hakkında sade bir sohbet yapacağız. bilen bilir, felsefi jargonla düz duvarı bulmaca gibi göstermekte de mahirim ama az konuşmak, çok konuşmaktan güçtür, bilirim. vâroluşçuluk… ne ola ki? ilginizi çekeceğini düşünüyorum çünkü teori o ki tüm hayat sorunlarımız, haydi mütevazı olalım, tüm psikolojik sorunlarımız ona dayanıyor imiş.

filancanın falancanın varoluşçuluğu da var ama ben kendiminkini anlatayım.

üç tip vâroluş var.

-taş, toprak ve kuru yaprak, su, ateş ve havanın varlığı cansızdır. öyle idik bir zamanlar. hatırlamıyoruz. yani, cansız. cansızın tek ödevi çözünmek dağılmak, çürümek, düşmek. ilk varoluş şekli çürüme.

-ikincisine canlı veya beşer denebilir ki bakteri ile suyun farkıdır kendisi veya ölü karınca ile dirisinin. taş toprak düşer de kedi ve kuş hareket eder. şizofren’de örnekti, rüzgârda uçan kuru yaprak ile direnmeye çalışan kelebek kıyası. yani canlı olan her şey ürer, hayatta kalmak ister, çürümeye direnir ve korkar. sizin insan dediklerinizin çoğunun da varoluş biçimi budur. yer, içer, uyur, ürer, ölür. yani hayatta kalır. ikinci varoluş şekli hayatta kalma.

-ilki evrende çok fazla, ikincisi bizim gezegende bile belli yerlerde, üçüncüsü ise son derece nadirattandır. beşer olarak doğarız hepimiz ki bu da hayatta kalma hâlimiz. şayet başarabilirsek, kendimizi inşa ederiz, yaratırız, kendimiz oluruz, var oluruz, “ben” diyecek gücü buluruz veya diğer deyişle, insan oluruz. üçüncü varlık biçimi yaşama ki hayatta kalanların çoğu gerçekten yaşamaz. yaşamaya hayatımızın belirli bir evresinde başlarız. yani beşer doğar, becerebilirsek insan ölürüz. işte bu bizim elimizde olan varoluş biçimidir çünkü diğerleri inşa edilmedi, maruz kalındı. doğamız gereği etimiz çürümekte ve tenimiz hayatta kalmaktadır ama ruhumuzda bir “ben” olma potansiyeli vardır.  

anne rahmi denen cennetten, yarı cennet olan memeye, oradan da çeyrek cennet olan aileye düşeriz ve tedricen dünyanın kucağında buluruz kendimizi. ana rahminin sonsuz huzurunu özleriz. mutlu bir akvaryum balığı olduğumuz dokuz ayı… ama dünya hiç de öyle değildir ve yaşadıkça dört dehşet verici vâroluş hakikati ile başımız belaya girer. ya bunları inkâr ederek uyuşmalı ve mutlu akvaryum balığı hayali ile yaşamalıyız ya da uzayda savrulmakta olan bir yarım elma olduğumuz gerçeğini kaldırmalıyız. kaldırmak kelimesi kritik çünkü bu dörtlü okşanmak için değil, katlanmak için var.

çoğumuz işte farkında olmadan bu dört anksiyeteyi inkâr etme uğruna hayatlar kurar, iş kurar, âşık olur, evlenir ve hatta çocuk yaparız. fakat bu pis çete tehlikeli ve yapışkan olduğu için yakanızı bırakmaz ve her yastığa başınızı koyduğunuzda sizi boğmaya yeltenir. çözüm, yüzleşmek…

bu dördünü sırasıyla konuşacağız… örnekler de vereceğiz…

hayat… hayatta kalıyoruz veya yaşıyoruz… ölüm… ölüyoruz… var mı farkı? zıt anlamlı gibi dursa da ölüm ve yaşam bir nevi eşanlamlıdır. “yaşıyorum” demekle “ölüyorum” demek arasında fazla fark yoktur çünkü ikisi de bir ömür sürer. yetmişinde mezara girmiş birisinin ölümü yetmiş yıl sürmüştür. can çekişmesi de.

ölüm, dört dehşetin ilki ama herkesin krizi farklı olur. kimisi için özgürlüğe mahkûmiyet zorken, kimisine ölüm fikri zordur.

en kabûl etmiş görünenlerin bile belirli bir oranda derinlere gömdüğü, yüzleştiği veya yaklaştığında haftalarca kâbusunda gördüğü beyin sivilcesi işte budur: ölüm!

korkunçtur çünkü planlarımıza kayıtsızdır.

moralli gencin ölümü çok yıkar bizi çünkü o bile ölebiliyorsa bizim gibi içi geçmişe neler olmaz?

kaçmak için yaptıklarımız arasında en yaygını âşık olmak olabilir ki yarattığı illüzyon başka şeyde yoktur ve en etkili uyuşturucu, en etkili susturucudur. âşık oluruz; ne ölüm kalır ne şu ne bu…

ölüm anksiyetesinden en yaygın kaçış biçimi evlenmek ve çocuk yapmaktır ki sizi hatırlamakta olan bir kandaşınız sizi bir nevi ölümsüz kılar ve siz ölseniz bile toprağınızı sular, sizi anar. çocuk, ölümü unutturur. biri değilse de dört beş tanesi hayatı bile unutturur.

resim yaparsın, müzik yaparsın, roman yazarsın izin kalır, fotoğrafın kalsın diye çekinir durursun, beyazlarını kapatırsın, kırkından sonra bıyığını kesersin, yetmişinde ruj sürersin ve ölüm bir nevi dağılıverir.

hayat tamamlandığında, ölüm korkunçluğunu yitirir der, nietzsche. gidin ve yaşayın. sevin, sahilde çıplak koşun, yağmurda ıslanın, yardım gönüllüsü olun, gezin, sırtınıza ejderha dövmesi yaptırın, balkondan bağırın, ellinizde okul okuyun, altmışınızda dağa çıkın, sokakta deli taklidi yapın, yirmi yıldır sakladığınız şiirleri gün yüzüne çıkarın, çocukluk aşkınızı arayıp itiraf edin, sokak şarkıcılarının önünde dans edin.

şu illüzyondan kurtulun: doğarız, büyürüz, yaşlanıp ölürüz. hayır! ölüyken doğarız, yaşamın en keyifli, en lezzetli, en orta yerinde de küt diye yığılırız. yaşam bu yüzden güzel. ölüm sürpriz olmasa yaşam da tatsız olurdu.

korkmayın, ölümü tattık ama hayat hâlâ giz.

hayat sadece ölümden sonra değil, öncesinde de var. inanın, yaşayın!

hanımefendi der ki: “beni bu hayata sen sürükledin!”

vâroluşçu der ki: “bu hayatı seçtiğim için pişmanım.”

kurban rolü derler… esaret altında olduğumuz pozu bizi rahatlatır. güya özgürlük ister-miş gibi konuşuruz konu açılınca ama kaideler içinde tutuk olmak, uzayda savrulan yarım elma olmaktan yeğdir. hürriyet sonsuzken ne yapılır ki? tüm eylemler kendi sorumluluğumda olacak ve suçlayacak bir baba, koca, patron, iş, şehir, hayat bulunmayacak ve özgürlüğün bedelini bu her yaptığımı, bile isteye yaptığım fikriyle ödeyeceğim. o yüzden derhal inkâr etmeli ve yalan bir esaret yaratmalıyım. bahaneler üreteceğim bir kafes hayatı bulmalıyım.

işte o koca sartre bu konu için şunu der: özgürlüğe mahkûmuz!

fromm da şu kitabı yazmıştır: özgürlükten kaçış.

mesela bir arabaya binmek istemiyorsunuz, üç adam sizi karga tulumba alıkoydu, zorladı. bununla, kafanıza silah dayanması aynı şey mi? sartre “hayır” der çünkü ölümü seçebilirdiniz, hürdünüz. yani “mecburum” derken yalan söylüyorsunuz. hatta siz ısrarı, ricayı da mecburiyet sayıyorsunuz.

beyefendi der ki: “bu şehirden bıktım.”

vâroluşçu der ki: “o zaman git.”

gidebilirsiniz ama kalmayı seçiyorsunuz. öyleyse şikâyet etmeyin, eleştirin.

sevgilinizi terk edemiyorsunuz, değil, etmemeyi seçiyorsunuz. intihar etmekle bile tehdit etse, siz katil olmazsınız çünkü vâroluşçu şunu der:

“herkes kendi duygu ve davranışlarından kendisi sorumludur.”

işte bu yüzden beni kendine âşık edemezsin, kızdıramazsın, küstüremez, arkadaşım olamazsın, şayet ben dilemezsem. ben izin verdiğim için buradasın ve ben tercih ettiğim için yas tutuyorum terk edişine. duygularım tek yönlü fışkırır kellemden dışarı, girmez kulaktan içeri ben dilemezsem izinsizi.

“ailemden iyi terbiye aldım” demez vâroluşçu. uyandığı yıl yıkmıştır geçici inşaatı. ben kendim çizdim kendi karakterimi, kendim istedim de oldum olduklarımı ve istemedim de dönüşmedim olmadıklarıma! kendim…

der!

ailenin dini hak, mezhebi haklı, milletin köklü, dilin derin, babanın takımı şampiyon, biz hep iyi! bu muhteşem tesadüfler, sürünün otomatik karar refleksleridir ve hürriyet için harika uyuşturuculardır. sen seçtin ve seçebilirsin. şüphe et ve başla. çünkü,

özgürlüğe mahkûmsun!

yalnızız…

savaşırken, sevişirken, ölürken ve doğmamışken de…

en sevdiğimiz ile sarılmış haldeyken, etrafımızda on tur koli bandı ile sarsanız bizi ve aynı saniye ve salise öldürseniz, yine de yalnızız. pascal ne der?

yapayalnız ölürüz!

arımızda hep bir kapanmayan boşluk, hep o tuhaf uzayda sürüklenen yarım elma imgesi ile yaşar ve sırf yalnız olmadığımızı ispat için temas edecek bir ten ararız da ürpeririz buz gibi, değsek de değemesek de.

işte dört dehşetin üçüncüsü budur ve bir stadyumda da yalnızız, orduların içinde de, çölde olduğumuz kadar. bunu hissederiz ve akvaryum balığı olduğumuz cenin günlerimizi özleriz. sonra kıvrılırız, büzülürüz ve hüzünleniriz. yanımızdaki ile bir değilizdir çiftleşsek, çiftlensek, birleşsek de. değiliz…

yapayalnız yaşarız!

âşık olmak da hep olduğu gibi iyi bir illüzyondur.

illüzyon ne demek? tavşanın çıktığı yeri şapka gibi göstermek. işte birliktelik illüzyonu ile ortak hesaptaki sosyal medyalarınız, sarılmış bin kareniz, aynı renk giyimleriniz, bir elmanın iki yarısı pozlarınıza rağmen aranızdaki bitimsiz mesafenin farkındasınız ve “ben” kelimesini aldatma telakki edişiniz, birbirinizin telefonlarını, günlüklerini rahatlıkla karıştırıyor olmanıza rağmen yalnızsınız, hem de yapa-yalnız. iki ayrı “ben”in suni toplamı ile plastik bir “biz” imitasyonu olmuşsunuz ve kabahat ve iftiharları grupça göğüslemek kendinizi unutmanızı ve anksiyetetinizden kurtulmanızı sağlıyor. şunu da barizce biliyorsunuz ki “ruh eşim” dediğiniz sevgilinizden çok farklı düşünüyor ve deneyimliyorsunuz. birbirinizde hiçleşmek için harcadığınız emeği dikkate almazsak pekâlâ farklı hayatlardan gelmiş iki apayrı bireysiniz.

önce şu ağzınıza yapışmış “biz” lafından ve siz olmayanlara kullandığınız “siz” hakaretinden bir kurtulun hele. ben dediğiniz şeyi yaratmak uzun sürebilir ama önce kimlikten sıyrılıp kişiliğe, kişilikten de kendiliğe hicret edin. vicdanlarınızın etrafına kırmızı, sarı, yeşil yuvarlaklar çizin ve kırmızıdan içeriye kırk yıllık eşinizi bile sokmayın. orası sizsiniz. oraya -iyi niyetle bile olsa- ayak basan sizi işgal eder.

cennet ve cehennem biletleri de teker kontenjanlı, biliyorsunuz.

ölürken olduğu gibi,

yapayalnız doğarız!

“ilahi adalet” der bazısı. bazısı da “kötülük dolu” der “dünya”. bazısı “döner” der, “yaptığın iyilik.”. benceyse dünya adaletsiz bile değildir, keşke öyle olsaydı.

tüm evren insan denen böceğe karşı kozmik bir kayıtsızlık içindedir!

şimdi anlatılanlardan çocukları, hassas kalpleri ve ince ruhları uzak tutun. çünkü dört dehşetin en dehşetlisi olanı, anlamsızlığı konuşacağız. (+40)

her obje sana şunu sorar: bana ne anlam vermek istersin?

çok kez demişimdir, benim hayatım tesadüflere inanınca aydınlandı. ilahi mesajların sizinle bu kadar uğraştığı ve bu mesajları tabela okur kolaylıkta okuduğunuz psikolojisinden çıkın. birisinin ağzından kazara “rastlantı” kelimesi çıkınca ona “kâfir” gözüyle bakmayı bırakın. hayat tonlarca rastlantı ile kurulu. sizin “tevafuk” dediğiniz şey, sizin okur yazarlığınızdan derin, aşkın. o yüzden, ilahi boyutta bir anlam varsa var ve orada kuru yaprak adedinin de kaydı var. alfabesini bilmediğiniz kitabı okuyor numarası yapmayı, okuyamadığını itiraf edeni de aşağılamayı bırakın. bilmediğiniz soruyu boş bırakın. anlamak yok, anlam vermek var.

“efenim, din var!”

din, hayatın ana başlığını koyar. tek tek cüz’i hadiselerin anlam listesini vermez. kapı numaralarına, kalbinize gelen seslere, avucunuzun kaşınmasına, kulağınızın çınlamasına, rüyada gördüğünüz beyaz ışığın anlamına garanti vermez. deprem günahlara gitmez, fay hattına gider. başınıza günahtan iş gelmez. öylesine gelir… iyi şeyler olunca da mükafat değildir çünkü “iyi” de bilinemez “hayır” da; hazdır bilinebilen yalnız.

paranoyak, daima kendisine kurulmuş tuzaklar için yemin eder ve şizofren’i hep takip eden birileri vardır nedense.

balkondan bakınca ne görüyorsunuz? uzayda anlamsızca hareket eden objeler ve atom yığınlarıyız. şıklık, sevimlilik, güzellik de nesi? hayatın kendisi baharatsız bir yemek gibi. ona dilediğiniz baharatı serpen sizsiniz.

seninle aynı odada bile olsak, ikimiz de kendi anlam odamızdayız. tek dünyaya sığmış iki ayrı dünyayız.

bu baharatsız dünyada umutsuz ve anlamsızca yaşamak değil verdiğim salık.

yaşamak, yemek yapmak gibi. verdiğim salık; fazla baharat sindirimde dert, az baharat lezzetsiz. baharatı serpen siz. siz, biz; anlam mahkûmları…

üç oluş var demiştim:

  • 1-çürüme ki cansızlar ve eşya çürür.
  • 2-hayatta kalma ki beşer ve bilgeleşme öncesi biz, hayatta kalanız.
  • 3-yaşama ki yalnızca insan olma cesareti gösterebilenler yaşar.

işte hayatta kalmaktan yaşamaya yani beşerden insana olan tekâmülde varoluşun 4 dehşeti ile yüzleşmek gerekir ki bunları da dört ayrı romanda anlattım.

  • 1-ölüm ki ancak mezarda geçireceği bir gece ile ölümü sahiden anlayacağını ve intihardan vazgeçeceğini biliyordu bilge palyaço’nun.
  • 2-özgürlük ki hapishane, tımarhane ve aşkın esareti arasında deliren bir şizofren, özgürlüğün gerçek yerini aramıştı.
  • 3-yalnızlık ki öteki olarak sürü içinde ve ötekiler içinde başka bir öteki ile bile kalabalık olmak, yalnız olamamak anlaşılmıştı bir adem tarafından.
  • 4-anlamsızlık da ancak bir çürüme ile anlatılabilirdi, anlatıldı.

yani her vâroluşçu dehşet için sırasıyla birer roman yazıldı ve her dehşete ayrı ayrı odaklanıldı. kendime “vâroluşçu yazar” dememdeki asıl sebep fert-dünya çatışmaları yerine vicdan-fert-cemiyet arasındaki gerilimleri 4 dehşet üzerinden anlatıyor olmam ki bu yüzden bin okunup bir yazılmalı ve yazılan kitap kesilen ağaca değmeli, demiştim. yüzyıllardır evcil olan romanı da bu yüzden silahlandırmıştım.

daha konuşacak çok şey var… şimdilik, hoşça kalın…

*omurga 2.etik 3.estetik acı aforizma ahlak akıl anlam aşk ben bilim cemiyet değişim doğa duygu edebiyat estetik etik evrim felsefe insan kitap mimesis mutluluk nietzsche psikoloji roman sanat sevgi sinema sosyoloji söyleşi sürü tekamül tin us varoluşçuluk zeka çürüme ölüm öteki özgürlük şair şiir şizofren

özgürlük

  • 2 dakikalık bir metin-

hanımefendi der ki: “beni bu hayata sen sürükledin!”

varoluşçu der ki: “bu hayatı seçtiğim için pişmanım.”

kurban rolü derler. esaret altında olduğumuz pozu bizi rahatlatır. güya özgürlük ister-miş gibi konuşuruz konu açılınca ama kaideler içinde tutuk olmak, uzayda savrulan yarım elma olmaktan yeğdir. hürriyet sonsuzken ne yapılır ki? tüm eylemler kendi sorumluluğumda olacak ve suçlayacak bir baba, koca, patron, iş, şehir, hayat bulunmayacak ve özgürlüğün bedelini bu her yaptığımı, bile isteye yaptığım fikriyle ödeyeceğim. o yüzden derhal inkâr etmeli ve yalan bir esâret yaratmalıyım. bahâneler üreteceğim bir kafes hayatı bulmalıyım.

işte o koca sartre bu konu için şunu der: özgürlüğe mahkûmuz!

fromm da şu kitabı yazmıştır: özgürlükten kaçış.

meselâ bir arabaya binmek istemiyorsunuz, üç adam sizi karga tulumba alıkoydu, zorladı. bununla, kafanıza silah dayanması aynı şey mi? sartre “hayır” der çünkü ölümü seçebilirdiniz, hürdünüz. yâni “mecburum” derken yalan söylüyorsunuz. hatta siz ısrarı, ricâyı da mecbûriyet sayıyorsunuz.

beyefendi der ki: “bu şehirden bıktım.”

varoluşçu der ki: “o zaman git.”

gidebilirsiniz ama kalmayı seçiyorsunuz. öyleyse şikâyet etmeyin, eleştirin.

sevgilinizi terk edemiyorsunuz değil, etmemeyi seçiyorsunuz. intihar etmekle bile tehdit etse siz, katil olmazsınız çünkü varoluşçu şunu der:

“herkes kendi duygu ve davranışlarından kendisi sorumludur.”

işte bu yüzden beni kendine âşık edemezsin, kızdıramazsın, küstüremez, arkadaşım olamazsın, şâyet ben dilemezsem. ben izin verdiğim için buradasın ve ben tercih ettiğim için yas tutuyorum terk edişine. duygularım tek yönlü fışkırır kellemden dışarı, girmez kulaktan içeri ben dilemezsem izinsizi. 

“ailemden iyi terbiye aldım,” demez varoluşçu. uyandığı yıl yıkmıştır geçici inşaatı. ben kendim çizdim kendi karakterimi, kendim istedim de oldum olduklarımı ve istemedim de dönüşmedim olmadıklarıma! kendim…
der!

ailenin dini hak, mezhebi haklı, milletin köklü, dilin derin, babanın takımı şampiyon, biz hep iyi! bu muhteşem tesâdüfler, sürünün otomatik karar refleksleridir ve hürriyet için harika uyuşturuculardır. sen seçtin ve seçebilirsin. şüphe et ve başla. çünkü,

özgürlüğe mahkûmsun!

dört dehşet-giriş

  • 3 dakikalık bir metin-

bilen bilir, kalabalık laflardan, gitmeyen misafirlerden ve mıymıntı konuşmalardan hazzetmem. o yüzden internette bulduğunuz dolambaçlı târifler yüzünden arkanıza bakmadan kaçtığınız o “varoluşçuluk” hakkında sade bir sohbet yapacağız. bilen bilir, felsefî jargonla düz duvarı bulmaca gibi göstermekte de mâhirim ama az konuşmak, çok konuşmaktan güçtür, bilirim. varoluşçuluk… ne ola ki? ilginizi çekeceğini düşünüyorum çünkü teori o ki tüm hayat sorunlarımız, haydi mütevâzı olalım, tüm psikolojik sorunlarımız ona dayanıyor imiş.

filâncanın falancanın varoluşçuluğu da var ama ben kendiminkini anlatayım.

üç tip varoluş var.

taş, toprak ve kuru yaprak, su, ateş ve havanın varlığı cansızdır. öyle idik bir zamanlar. hatırlamıyoruz. yâni, cansız. cansızın tek ödevi çözünmek dağılmak, çürümek, düşmek. ilk varoluş şekli çürüme.

ikincisine canlı veya beşer denebilir ki bakteri ile suyun farkıdır kendisi veya ölü karınca ile dirisinin. taş toprak düşer de kedi ve kuş hareket eder. şizofren’de örnekti, rüzgârda uçan kuru yaprak ile direnmeye çalışan kelebek kıyası. yâni canlı olan her şey ürer, hayatta kalmak ister, çürümeye direnir ve korkar. sizin insan dediklerinizin çoğunun da varoluş biçimi budur. yer, içer, uyur, ürer, ölür. yâni hayatta kalır. ikinci varoluş şekli hayatta kalma.

ilki evrende çok fazla, ikincisi bizim gezegende bile belli yerlerde, üçüncüsü ise son derece nâdirattandır. beşer olarak doğarız hepimiz ki bu da hayatta kalma hâlimiz. şâyet başarabilirsek kendimizi inşa ederiz, yaratırız, kendimiz oluruz, var oluruz, “ben” diyecek gücü buluruz veya diğer deyişle, insan oluruz. üçüncü varlık biçimi yaşama ki hayatta kalanların çoğu gerçekten yaşamaz. yaşamaya hayatımızın belirli bir evresinde başlarız. yâni beşer doğar, becerebilirsek insan ölürüz. işte bu, bizim elimizde olan varoluş biçimidir çünkü diğerleri inşa edilmedi, mâruz kalındı. doğamız gereği etimiz çürümekte ve tenimiz hayatta kalmaktadır ama ruhumuzda bir “ben” olma potansiyeli vardır.   anne rahmi denen cennetten, yarı cennet olan memeye, oradan da çeyrek cennet olan aileye düşeriz ve tedricen dünyanın kucağında buluruz kendimizi. ana rahminin sonsuz huzurunu özleriz. mutlu bir akvaryum balığı olduğumuz dokuz ayı… ama dünya hiç de öyle değildir ve yaşadıkça dört dehşet verici varoluş hakîkati ile başımız belâya girer. ya bunları inkâr ederek uyuşmalı ve mutlu akvaryum balığı hayali ile yaşamalıyız ya da uzayda savrulmakta olan bir yarım elma olduğumuz gerçeğini kaldırmalıyız. kaldırmak kelimesi kritik çünkü bu dörtlü okşanmak için değil, katlanmak için var.
çoğumuz işte farkında olmadan bu dört anksiyeteyi inkâr etme uğruna hayatlar kurar, iş kurar, âşık olur, evlenir ve hatta çocuk yaparız. fakat bu pis çete tehlikeli ve yapışkan olduğu için yakanızı bırakmaz ve her yastığa başınızı koyduğunuzda sizi boğmaya yeltenir. çözüm, yüzleşmek…


yaşamın ortasındaki ölüm


hürriyete mahkûmiyet…


mutlak yapayalnızlık


anlamsız, mânâsız hayat…

*omurga (7) 2.etik (20) 3.estetik (12) acı (8) aforizma (22) ahlak (60) akıl (9) aşk (53) ben (7) bilim (35) cemiyet (11) değişim (8) doğa (12) duygu (8) edebiyat (50) estetik (9) etik (14) evrim (20) felsefe (135) insan (87) kitap (45) mimesis (13) nietzsche (9) psikoloji (139) sanat (11) sevgi (18) sinema (12) sosyoloji (87) söyleşi (12) sürü (8) tekamül (7) tin (10) us (11) varoluşçuluk (8) zeka (8) çürüme (8) ölüm (8) özgürlük (7) şair (9) şiir (34) şizofren (10)