“beni sizler var ettiniz” üzerine

  • 5 dakikalık bir metin-

aslında “başarı” kelimesi benim için çok necis ama fark ettiğim bir şeyi yazmazsam çatlarım.

kadın ödüller almış, başarılara imza atmış, şunu yapmış, bunu etmiş, kendisine yöneltilen mikrofona şunu diyor:

“beni halkım var etti.”

bu aslında zeki müren neslinin normallerindendi. yani sahneye çıkınca “ben yaptım, ben ettim” denmiyor. siyasetçiler nasıl ki demokrasi gibi saçma rejimlerde halka yaranmak zorundaysa aynı zorundalık maalesef sanatçıya da bulaşmış vaziyette. bunun bilim versiyonları da var ama cevap şöyle:

“çok çalıştım”

veya şöyle:

“çok acı çektim.”

aslında bunları gözlemlemeye başladığımdan beri cevapların dört özette toplandığını fark ettim. dünyanın çoğunu kaplayan vasatlar, dünyanın güney doğusu (hindistan, çin, iran, rusya, arabistan civarları) ve sosyalistlerin beklenti içinde oldukları cevaplar var “başarılı”dan. siz ona deha deyin. yani vasat-deha ayrımı. şimdi, adı üstünde, “deha” değil mi? ama cevaplar -çok özür diliyorum- kıç yalama seviyesinde.

  • 1-çok emek verdim; böylece bunu izleyen kıskanç vasatlar nazar değdirmeye gerek uymaz çünkü emek verse kendileri de yapabilirlerdi ama işleri vardı. bir yandan da bunu duyan baba, oğluna bir örneklik sunabilir, çalışan kazanır, masalını yutturabilir.
  • 2-beni halkım var etti; yani çatlamamanız ve beni sokakta parçalamamanız için size baklava ısmarladığımı farz edin. ortada bir başarı varsa bile bana ait değil. baklavanızı yiyin ki ciğeriniz soğusun.

tehlikeli cevaplar buradan başlıyor ki zaten bir işi yapabilişin sanırım üç ihtimali var: şans, yetenek, emek. bu saydığım iki madde emek hakkında ama sadece emeğin odağı değişiyor.

  • 3-şanslıydım! bu da ne! bu cevabı kim ne yapsın? şans çiğ de onun ikiz kardeşi olur. nobel konuşmasında “talihliydim” veya “nasip” oldu dediğin zaman başarıyı kadere, yani tanrı’ya yüklemiş olursun ve yine yırtarsın. halk seni parçalamaz sokakta yürürken. yine başardın vasat olmayı, vasatlardan olmayı, vasatların içinden gelmeyi ve fildişi kuleye çıkmamayı.
  • 4-yetenekliydim. neydin? çok zekiyim, çok. olmadı… bu olmaz işte. bu cevap kimse için moral olmaz. bu cevabı kimse alıp hayatına tatbik edemez. bu cevap hiçbirimizin bir işine yaramaz. ne yapalım zekiysen? diğer üç cevaptan birisini seç.

ama tabii bunu hafifletecek bir parantezle linçten kurtulabilirsin: çok fakirdik. bu oldu. yanına acıyı da eklersen hinduizm, budizm, spiritüalizm ve tasavvufçular -ve tabii sosyalistler de- seni bağrına basar. zeki ama çok acı çekmiş, üstelik çok da fakirmiş. bu olur. çile yükselişin ana anahtarı, biliyorsunuz.

eski büyüklerde ilham-vahiy ayrımı pek yok ki teknik olarak da var sayılmaz. yani mevlâna yazdıklarının kendisine indiğini, ona yazdırıldığını söyler. haşa kendisi yazmamıştır. ne öyle uydurukçu gibi… kendi pis aklıyla mı, şeytan bulaşığı aklıyla mı iş yapacak? gazzali’de, ibnü’l-arabî’de de bu vardır. aslında onlar biraz tevazu amacıyla böyle demişler ki halk da öyle anlamış. yani üçüncü maddeye giriyor, başarının tanrısal olduğu. yakın tarihte bediüzzaman da aynını demiştir ama fazla yakın bir tarih olduğundan onu çok suçlamışlardır. yani onun yersiz tevazuu olmuş sana peygamberlik. evet, yersizdir o tevazu. indi ne demek? günümüz yazarlarında da hala bu sürer kısmen. ayçiçeği gibi göğe dönmüş ilham inmesini bekleyenler var. ben de inanırım ilhama ama o öyle bir download işlemi gibi, gökten kalbe inen bir pdf değil. beş altı roman yazdım. evet, ilhamla yazdım ama ilham denen şey bir kıvılcımdır. haydi, çakmaktır. iteklemedir, iyi bir fikirdir, seziştir, irkiliştir, anlık bir kavrayıştır, o kadar. löp diye inmez kitap. veya allah elinden tutup da kalemi senin elinle oynatmaz.

o yüzden ısrarla sorarlar “gerçek hikayeden mi aldın?” diye. buna verilecek cevap “evet”se rahatlar halk ama senin kendi zekanla bir şeyi yaratıp yazmanı akıl, fikir, muhayyile, vicdan almaz, algılamaz! olmaz ya olmaz! sen uydurmuş olamazsın.

yani eskilerin tevazu amacıyla yaptığı şey günümüzde mesih kompleksi gibi görülüyor. problem şurada ki hâlâ “ben yazdım” diyemiyor sanatçı. de ya, de. “ben” de, “yaptım” de, “kendi aklımla” de, “sevabıyla günahıyla ben yaptım” de! hem kusurunu da üstelenmiş ol eserin.

biri de dürüst mü olsa acaba?

şahsen çok emek veren biri olmadım. çok çalışanları görüyorum. öyle olmadım. günde on beş saat okumadım. keşke olsam, olabilsem. imrenmiyorum değil ama olamadım işte. şanslı da sayılmam. genelde hafif bir uğursuzluk da taşırım. başkasının bir gün uğraştığına on gün uğraşmak zorunda bırakır şanssızlığım. azıcık şans hiç de fena olamazdı ama yok işte. ağzım çok laf yapmaz. sihirli bir dile sahip olmadım. yoktu işte. evet, acı çektim ama gökten inmedi bu acı. benim tecrübesizliğim, yanlış kararlarım diyelim. her ne yaptım, bilmiyorum ama halk var etmedi asla. vasatlar cumhuriyetinde olmaz öyle şeyler. yüz vermiyorsan hele cemiyete, önüne taş koymak için elinden geleni yaparlar. çok fazla engel çıkarıldı. yani destekçiden çok köstekçim oldu. isterler ki unutulup gideyim. bir bank köşesinde evsiz, kimsesiz ölüp gebereyim. evet, bunu isterler şaka değil. mezarsız gideyim isterler. tuhaftır cemiyet. en aklı başında görünen, mantıklının mantıklısı beş kişi bir araya gelsin linç sürüsüne dönüşüverir. tuhaftır… yani özetle,

gecesi gündüzü olmadan saat gibi vızır vızır çalışan, bazen çalışması azap veren ama ne yaptıysam kendisi sayesinde yaptığım bir buçuk kiloluk bir beynim var. o olmasa benden saksı olmazdı. her şey ama her şey sadece o kıymetli beynim sayesinde oldu. iyi bakmaya çalışıyorum. cevizle, omegayla filan besliyorum çünkü o benim her şeyim ve tek şeyim.

yani cemiyet sayesinde değil, cemiyete rağmen yaptım.

insanı insan yapan aklıdır. o ezik tevazu şovları pis pis kibir kokuyor ama yukarıda dediğimi diyenlere kibirli diyorlar. desinler… alkışla filan yaşamıyoruz. iyi ki güneş var.

sürüden kaçış

  • 4 dakikalık bir metin-

bir sonsuz okyanusta yüzen mutlu balıksınız… dışarıda nefes alamıyor ama okyanusun altında bin kişilik ailenizle süzülüyorsunuz. sizi uzaktan gören yekvücut sanıyor. tek gibisiniz, bir gibi. sadece sürünüzle değil, okyanusla da öyle.

balığa suyu sorsan gösteremez çükü balık panteisttir. vücudunun içi de su dışı da; yediği de su içtiği de… suyun içinde yaşayan su… içte o mutlak teklik hâlini tutun aklınızda.

sarp kayalık düşünün. keskin ve mavi ve soğuk ve yüksek ve ıssız ve tehlikeli… tırmanıştasınız bir sise doğru ve aşağı bakınca da gördüğünüz şey sis. bu belirsiz, bu bitimsiz, bu tehlikeli yolculuk hakikate doğru.

ben size asla mutluluğu vadetmiyorum. hakikat diye allayıp pulladığıma bakmayın, üşümek ve yanmaktan yok ötesi.

derim ki hayat bu iki ana tercih arasında gerilmiş bir iptir.

evrim, gelişmemişten gelişmişe doğru ilerler. bu insan ömrü için de böyledir. doğum, bir okyanustan başlar. anne memesinin de oradan farkı yoktur ve sıcak kucaktan daha az sıcak kucağa düşe düşe sürünün içinde kalırsın ve yalvarırsın seni kendinden görsün diye sürüye. sürü seni gözden çıkardı mı bitersin. hakikat ile kendi başına yüzleşecek gücü yaratmamışsan o sürüye yalvarmalı, kendini ona kabul ettirmelisin. yoksa yok olursun.

herkese güçlü olma, kendi olma, sürüden kaçma tavsiyesi veriyor değilim. bu zaten herkesin yapabileceği bir şey de değildir. lüzumsuz güç gösterileri yapılmasın boşuna. kimsenin okyanusun dışında yaşama hayali filan yoktur. o sıcaklık, o kapsayıcılık, o kucaklar terk edilir şey midir? kendi anlamını yaratma ödevi az iş mi? hazır anlam paketlerinin pratikliği dururken; aç kullan… hem sevdiğin herkes kucakçı, dağa gidip dönen de yok. ee? o özgürlük istiyor görünme palavralarını da bilirim ben. tasmasını kestin mi ağlar “zincirim” diye… toplumdan uzak durma pozlarını da yemem kimsenin. ıssızlık bir yere kadar. ben bir beden yalnızlığından söz etmiyorum hem. kendi kendini yaratma cesaretinden söz ediyorum. bilge olmaktan!

doğduğunuzdan beri hazır yemlerle beslendiğiniz için amaç ve anlam çuvalınız tıka basa dolu, onu anladık.  ben şuna şu anlamı vereceğim, dedirtmezler adama. referanssız yaşamak kolay mı? tepiği vuruverir sürü vallahi. bakmaz gözünün yaşına.

ben deyip durursun da güzelliğin doğuştan, çirkinliğin gibi. tuttuğun takım ağabeyinden ithal, dinin anneden, parti babadan, zaten sahip olmadığın karakterini de burcundan almışsın güya. ee? sen neredesin ki? ailen yetiştirmiş, toplum büyütmüş, genlerin atalardan, yediklerin de sofradan… olmayan birisiyle konuşuyorum ben şu an. reflekslerle yaşıyorsun be! insan “ben” derken birazcık utanmaz mı? olmayan bir şeyden bahsediyorsun. tokat atınca ağlaman, gıdıklayınca gülmen de tenine konmuş sinirlerden; sen değilsin ulan sen, sen kendin değilsin. bir kölenin içine sokuşturulmuş bir şahitten ne çoksun ne az.

bir gün okyanustan dışarıya çıkma cesareti gösterdiğinde delirme riski başlar. sürü içinde boğulursun ama delirmezsin. deliriş riski, hakikat talebiyle başlar ve öyle boğulmaya filan da benzemez.

bilgeler var… bunu biliyorum, buna inanıyorum, varlar, varız. kendi anlamını kuranlar, tasmasını çıkaranlar ve kalabalık içindeki yalnızlar… onlar hep olacak ve bulamayacaklar birbirlerini. bulsalar da birlik olamayacaklar çünkü sürü ahlakını terk ettikleri günden beri ait olmayı da başaramıyorlar. üşüyorlar, yalnızlar, korkuyorlar, deliriyorlar ama yaşıyorlar.

toplum hiçbir zaman toplu hâlde aydınlanmayacak, der kant. toplumun aydınlanışı hep yavaş yavaştır. fert aydınlanır birden. toplumun toplu aydınlanması da istenecek şey değil. o delirme önleyici bağlar ani gevşedi mi toplu çıldırış başlar.

on bin yıllık anlamlar tatlıdır elbette… atalarının binlerce kuşaktır sınadığı anlamlar kulağa iyi geliyor ama sürünün anlam bagajı avantajlarından yararlanmak için ödeyeceğin bir aidat var: kendilikten ve hakikatten vazgeçmek. bu bir bakıma zor da değil çünkü ucunu gören korkudan altına ediyor. en fena tarafıysa yola çıkmaya niyet edince geri dönüş hiç olmuyor. dönünce de sürüde dikiş geri eskisi gibi tutmuyor. her şey yavan, her şey yalan görünüyor.

ee, o mağaradan hiç çıkmayacaktın…

şimdi her şeyi yeni baştan kuracağım, doğru şu mu yoksa bu mu? aceleci mi olayım, sabırlı  mı, öfkeli mi, dingin mi? ne yapmalıyım? nasıl yapmalıyım? kimi sevmeliyim ve niçin? benim için onaylayıcı şey nedir? niçin yaşamalı ve ölmeliyim? hayatın amacı ne?

doğduğun şehir muhteşem bir tesadüf eseri olarak hak dinin hak mezhebine mensup ve köklü bir milletin en büyük koluna denk geldiğinde, baban kahraman annen yüce kadınken, astrologlar ve öğretmenler karakterini çizerken her şey ne de güzeldi, ne de kolaydı değil mi?

hâlâ mağaradan, okyanustan, sürüden kaçmak istiyor musunuz? kucaklayın birbirinizi.

itiraflarım 1- kibirliyim

  • 4 dakikalık bir metin-

kâğıt, kalem ve kibir.

çok önemli bir film izledim. kendimi çok iyi ifade edilmiş hissettim.

nietzsche’nin “sürü ahlâkı” derken ne demek istediğini anlamıyor olabilirsiniz. bu konuda üç önemli film var:

1-saygın vatandaş/2016

2-malena/2000

3-dogville/2003

bazı şeyleri açıklamak çok kolay görünür. yükselenin aşağı çekildiği türk fıkralarında hasedin durumu anlaşılıyor aslında ama konu çok daha derin. yani tırmanan vasata çekilir ama düşen de yerden kaldırılır hani… göçebe, sınıfsız toplumların hastalığı budur. sınıfsızlık ve sosyal eşitlik kulağa pek hoş gelse de marx’ı şöyle okumak mümkündür:

ey dünyanın tüm vasıfsızları, birleşin! kaybedecek hiçbir şeyiniz yok çünkü zaten bir bokunuz da yok!

aslında kime dürtseniz kıskanma meselesi hakkında bir şeyler söyler ama bence mevzu yükselenle ilgili değil. bir sahne tahayyül ediniz:

sürü hep birlikte ısınıyor koyun koyuna. bir tane adam da oradan uzakta ve tek başına. üstelik kovulmuş değil, sürü onu arasına almıyor değil, adam utangaç değil, gayet bariz ki bu güçlü bir “ben” deyiş ve sürü açısından son derece korkunç. sürü önce onu içine almaya çalışıyor. “en azından ara sıra bize doğru bak” diye yalvarıyor sürü ama adam havaya, yere, aynaya bakıyor. sürü ufak ufak laf sokuyor, ata sözleri okuyor, töreleri hatırlatıyor, ataları anlatıyor, hak hukuktan bahsediyor, ayıp diyor, günah diyor… sonra sürü öfkeleniyor. deli dese deli değil, çocuk dese çocuk değil… “murdar” demek zorunda kalıyor o adam hakkında. zaman içinde o yaratıktan öyle bir nefret duyuyor ki yok olsun istiyor.

sizce bunu niçin yapıyor?

aslında bence orada gördüğü yalnız güçtür, yalnızlık gücüdür sürüyü ürküten. sürü içindeki herhangi bir parçayı söküp alsanız sıfıra yakındır vasıfça. zaten o yüzden sürüdür. yüz sırtlan bir araya gelmiştir de aslana kafa tutmaktadır. işte o güç, o tek güç, o yardım istemeyen, yalvarmayan, sığınma talebinde bulunmayan o güç, sürü içindeki zavallıların kendi güçsüzlüklerini hatırlatıyor. hasedin kökeni de bu.

ilk filmde yazarı parçalamak istiyorlar, ikinci filmde güzel bir kadını, üçüncü filmde de iyi bir kadını.

bakın ben öyle bilindik bir yazar filan değilim. yolda çeviren filan da pek olmaz tebdili kıyafetle dolaşmadığım halde ama 2015-2022 arasındaki yazarlık sürecimde çok ilginç bir şey oldu.

kendi kendime şu kararı almıştım ki karakter olarak da uzak değildim: nazik ve olgun olursam, problemsiz bir okur-yazar ilişkisi ile yıllarım geçer gider. düşündüğüm buydu. o kadar ilginç ki durumu aslında bazen anlamakta kendim de sorun yaşıyorum. yani siyasetçi değilsin, asker değilsin, vali değilsin, belediye başkanı değilsin, muhtar bile değilsin, alt tarafı romanlar yazıyorsun ve okuyan kişi bunu bir sigara parası karşılığında alıyor, seviyor ya da sevmiyor. bu kadar. yo, bu kadar değil…

beni bir kaşık suda boğmak isteyen gruplar türedi. saldırıp parçalamak isteyen, her parçamı kuduz köpeklere yem olarak dağıtmak, çarmıha germek, diri diri yakmak isteyen ve gördüğü yerde döveceğini söyleyen… buna hiç anlam veremedim. dönüp kaideye baktığımda, nazik ve olgun olmak kâğıt üstünde iyi duruyordu ama bu linç şehvetlileri nereden türemişti?

çok düşündüm, çok fazla… bunu anlamadan yıllarım geçti -hoş, tam olarak anlamış sayılmam- ama şunu diyebilirim, en büyük günahı işledim: “ben” dedim!

“her belirlenim bir yadsımadır” der kant; ben de “ben” dedim, “siz değil” demek istedim.

kibir kelimesini bilerek, kışkırtmak için kullanıyorum ama aslında vakar demek lazım. kibir, nazaran üstündür, vakarsa zaten göklerde uçmaktadır aşağıdaki böceklere bakmadan.

bence vakar, her iş çıkartıcının olmazsa olmazı. sabah kaşınarak uyanan, akşama kadar soda çalkalayıp esneyen, akşam da netflix izleyerek uyuşan milyonlar, kendi acınası hayatları için bir sorumlu arıyorlar. kıllarını kıpırdatmadan yalnızca sigarayı bırakmak istemekle, kilo vermeyi istemekle, kocasından ayrılmayı istemekle, şehri terk etmeyi, spora başlamayı, yeni bir iş bulmayı, ingilizce öğrenmeyi, erken yatıp erken kalkmayı istemekle hayatları geçiyor. eylemsiz geçen her gün daha acınası bir noktaya sürükleniyor ve bu sürükleniş için devleti, tanrıyı, kaderi ve sistemi suçluyor. tüm hayatı okuyarak, yazarak, düşünerek ve çalışarak geçenlere de nefret ve korkuyla bakarak, onları diri diri yakmak istiyor. yapabildiği tek şey konuşmak olduğu için hiç durmadan gevezelik, çekiştirme ve iftira ile kalan beyinlerini de kurutuyor, tüketiyor.

o yüzden “ne yapmalıyız?” sorusu havalı görünen bir tembellik, korkaklık, kadercilik itirafıdır.

soru şudur: ben ne yapmalıyım?

tenim tek kişilik olduğuna göre, zevkim ve acım da tek kişiliktir. siyam ikizim olmadığına göre toplum için yani zamanını heba edenler için, zamanını iyi kullandığım hayatımı feda edemem. kimsenin bayağı şakalarına, acınası hayatını katlanır kılmak için bana soktuğu ince laflara katlanarak geçiremem! geri sayımım bireysel ve ölsem ölsem kendime, kendi adıma ölürüm. ben öldükten sonra yaşayacak olan fikirleri de öldüğüm için göremem. kibir, güçlüler ve güçsüzler arasında yaratılmış bir illüzyondur. o yüzden bizde eser sahipleri bile “estağfurullah” çekmekten, “yaptım, ben yaptım, ben ürettim” diyemez yoksa sürü huysuzlanır. heykeltraş çığlık atmalı “ben yonttum” diye, ressam “ben çizdim” diye, müzisyen de “ben besteledim” diye… bunu duyan sürü, ilk önerdiğim filmde olduğu gibi domuz çığlığı atar. vasıflı, devamlı “beni sizler var ettiniz” demezse sürü onu parçalamayı mubah görür ve tüm araçlarıyla da bunu yapar ve acımaz da.

çünkü artık o bir kibirlidir ve yok olması gerekmektedir.

sürü

  • 2 dakikalık bir metin-

memeliyiz. memesizlerin çoğu sürtünmez; sürtünürüz. sürtünmekten gelir sürü’müz, sürüyüz. ıssız adada tek başına iken bilmeyiz iyi mi kötü müyüz? ve kıskançlığı tatmayız, âidiyet ve sâhipliği de. alevli bağırlarda uyumayı ve uyutmayı bir de. yâni kendiliğin mâhiyeti sürü içinde çıkar. yoksa iddiada kalır, halkın içine girince en iyi insan olacağımız var sanısı ile.

cemiz. cem, cemâat, cami, cemiyet oradan gelir, toplanırız. mağaralarda bilge olmak, uzaklardan konuşmak kolaydır. insanlara bayılmıyorum ben de. sadece uzaktan sevmesi güzeldir o pembe yanaklı kıskançları, bilirim. bilirim o, “bende yok, onda da olmasın”cıları. dedikodu eder dururlar, ileri geri konuşurlar. çoğu selâm almayı bilmez, daha çoğu vermeyi. şen duygularınızı emerler, emerek yaşarlar. emdirmeyin. ne onlarla ne onlarsız… (örtüye) bürünen’e “kum fe enzir” dendi, kalktı ve uyardı. yoksa örtüler içinde ürpermektir en iyisi. platon’un adamı da ışığı, çarşıyı görünce mağaraya arkadaşlarını uyarmak için döndü de ona inanmadılar.

ananke kelimesi geçer dört kere ki zorbalık tanrısı’dır; yâni aydınlanma, zorla güzelliktir. zorla güzelliği! in agoraya, şehre, halka da gör kendini temastan sonra. on ilke ile olmuyor hasetten kurtulmak. ilk görülen güzel, tüm kitabı yaktırır. rüşvete, adâletsizliğe dağda karşı olmak kolaydır. ormanların bilgesi şehirde apışır kalır. işte gerçek savaş budur.

halkın içinde bilge kalmak, sürüye yem olmamak. kendilik tanımı sürü ile yapılırken yeni tuzak, sürü içindeki kimlik şıklarına mahkûmiyet, ahlâksız teklifler… kendiliği, kimliğe fedâ etmemek… “hanımefendi”, “çılgın”, “işveli”, “anne”, “erkek gibi”, “çocuk gibi” olmaların dışında, ötesinde bir kendilik… yeni bir inşaat, yeni bir tasarım ve yeni bir yaşamak… varsın sürünün kafası karışsın isim konusunda.

cemiyet içinde fert var, ferdin içinde de vicdan. işte bu vicdan ile cemiyet arasında sünmekte olan insan. en zor ödevse, nazım’ın deyişiyle “yaşamak, bir ağaç gibi tek ve hür, bir orman gibi kardeşçesine.”. ben’i öldürmeden biz olmak. sulu romantizm lakırdılarının birbirine karışmış biz’lerinin örtüsü altında ne ben kalıyor ne biz.

memeliyiz, sürüyüz, cemiz, biziz ama bu sıfırların önündeki 1 sayısı olarak, ben’iz.

yalnızlık

  • 2 dakikalık bir metin-

yalnızız…

savaşırken, sevişirken, ölürken ve doğmamışken de…

en sevdiğimiz ile sarılmış hâldeyken, etrafımızda on tur koli bandı ile sarsanız bizi ve aynı sâniye ve sâlise öldürseniz, yine de yalnızız. pascal ne der?

“yapayalnız ölürüz!”

aramızda hep bir kapanmayan boşluk, hep o tuhaf uzayda sürüklenen yarım elma imgesi ile yaşar ve sırf yalnız olmadığımızı ispat için temas edecek bir ten ararız da ürpeririz buz gibi, değsek de değemesek de.

işte dört dehşetin üçüncüsü budur ve bir stadyumda da yalnızız, orduların içinde de çölde olduğumuz kadar. bunu hissederiz ve akvaryum balığı olduğumuz cenin günlerimizi özleriz. sonra kıvrılırız, büzülürüz ve hüzünleniriz. yanımızdaki ile bir değilizdir çiftleşsek, çiftlensek, birleşsek de. değiliz…

yapayalnız yaşarız!

âşık olmak da hep olduğu gibi iyi bir illüzyondur.

illüzyon ne demek? tavşanın çıktığı yeri şapka gibi göstermek. işte birliktelik illüzyonu ile ortak hesaptaki sosyal medyalarınız, sarılmış bin kareniz, aynı renk giyimleriniz, bir elmanın iki yarısı pozlarınıza rağmen aranızdaki bitimsiz mesafenin farkındasınız ve “ben” kelimesini aldatma telakkî edişiniz, birbirinizin telefonlarını, günlüklerini rahatlıkla karıştırıyor olmanıza rağmen yalnızsınız, hem de yapa-yalnız. iki ayrı “ben”in sun’î toplamı ile plastik bir “biz” imitasyonu olmuşsunuz ve kabahat ve iftiharları grupça göğüslemek kendinizi unutmanızı ve anksiyetetinizden kurtulmanızı sağlıyor. şunu da bârizce biliyorsunuz ki “ruh eşim” dediğiniz sevgilinizden çok farklı düşünüyor ve deneyimliyorsunuz. birbirinizde hiçleşmek için harcadığınız emeği dikkate almazsak pekâlâ farklı hayatlardan gelmiş iki apayrı bireysiniz.

önce şu ağzınıza yapışmış “biz” lafından ve siz olmayanlara kullandığınız “siz” hakaretinden bir kurtulun hele. ben dediğiniz şeyi yaratmak uzun sürebilir ama önce kimlikten sıyrılıp kişiliğe, kişilikten de kendiliğe hicret edin. vicdanlarınızın etrafına kırmızı, sarı, yeşil yuvarlaklar çizin ve kırmızıdan içeriye kırk yıllık eşinizi bile sokmayın. orası sizsiniz. oraya -iyi niyetle bile olsa- ayak basan sizi işgal eder.

cennet ve cehennem biletleri de teker kontenjanlı, biliyorsunuz.

ölürken olduğu gibi yapayalnız doğarız!

murdar kedinin şafağı

  • 3 dakikalık bir metin-

ne o? değişmeye başlamışsın. öyleyse hazırla kendini linçe. hayır, yoksa sen düşünüyor musun? hani şu kellemizin içine konmuş eti mi kullanıyorsun yoksa? en büyük kabahat, en büyük günah bu! çoğunluk baktın koşuyor bir tarafa; koş. koşmayanlara gülüyorlar mı? gül! gülmek içinden gelmese de gül. iç de neymiş hem! dıştır mühimi. kabuk boyası, jelatin paket… yuhala ötekini. rengi değişik, fikri değişiği, tekmele, dışla ve asla dönüp bakma tekrar. nasılsa suçunu anlayacak ve bizim dev kutsal sürümüzün ısıtıcı çehresine sokulacak. bak nasıl da merhametli göğsümüz! inip kalkıyor biz nefes aldıkça. bu kadar akıl, bu kadar şuur bunu korumak için. var etmek için bunu, varlar bu insanlar. sürü, sürümüz… hepimiz aynı anda ağlar, aynı anda güleriz. severiz aynı anda, fark olmaz aramızda. ne güzel bir tevâfuk ki aynı şeye gülümseriz. tok karnımız yeni fikirlere. çürütüldü bin sene önce hepsi de. icat mı? çıkarmayız. gelenek mi? koruruz. hem de hayatımız pahasına. peh… kimisi aşağılar geleneklerimizi. on bin yıllık yerleşik, atalarımızın kutsalını. aşağılık yenilikçiler… peh! kimisi beynimizi kullanmadığımızı düşünür. sanki kendileri çok akıllı da tek başına, bizim milyonluk aklımızdan üstünmüş gibi. böğürerek ölür onların çoğu. alay edilir onlarla, gülünür onlara. aptaldır, kâfirdir, haindir onlar. sofist, kafaları karışık ve mürtet… bazen fazla yufka yürek, bazen çok bilmiştir onlar. muhakkak bir gün doğru yolu görecek ve bizim dev kutsal sürümüze yalvararak girecek. alacak mıyız peki? rengimize boyansınlar yeter. hatalarını anlayacaklar. yeter ki yuhalamaya devam edelim. kız vermeyelim ve almayalım. yazılarımızda alay edelim. bir de havalı lafları var ki kendileri olacaklarmış. bizler kimsek sanki? yarım ömürlük, yarım akıllarıyla bizim on bin yıllık milyonluk nüfusumuzdan mı daha bilgeler? yakalım onları, zehirleyelim ya da. yoksa gençler gidecek elden, onları matah bellemiş olan.

hem liderimiz emretti; düşünmeyin! delirir düşünecek olan!

sesler tanıdık geldi mi? gerçek bir düşünme eylemi sanıyorum çok az kişiye nasip olmuştur. gerçeğin kokusu pistir çünkü. çok fazla dirençle karşılaşırız bu yolda. üstelik madalyası da yoktur yalnızlıktan başka. dikenli çalı kemirmeye râzıysanız çilekli pasta yerine, buyurunuz. düşünsenize, ciğer lezzetli ve yetişemeyen sizsiniz. yaşanır mı bu acıyla? gelir mi kedi kendine bir daha. aynaya bakabilir mi? asla! işte yapılacak tek şey kalıyor: o ciğere “murdar” demek. ohh… rahatladık. bunun tek dezavantajı, bunun gerçek olmaması ama etkili bir oyunculukla yedirebiliyoruz kendimize bile. murdar… yetişemedik değil, murdar olduğu için yetişmedik. yoksa çok fenâ yetişirdik. hem, zamanında yetişmiştik çok. bu sefer… kokusu geldi burnumuza. hem renginden de belliydi; hafiften yeşillenmiş gibiydi. gider taze ciğer ararım. mümkünse boyumun yetişeceği yerde ama.

önüne gelenin tekmeleyeceği, yuhalayacağı, mutsuzluk, acı ve yalnızlık dolu bir yola var mısınız? soğuk, gri gerçekler ile savrulduğumuz bir evrene var mısınız? sevilmeyi de unutun, sevmeyi de. sıcak bir bağırda uyumayı da. buz gibi bir yüksek kayalığa emniyetsiz tırmanmaya var mısınız? aşağıdaki yeşillerde piknik yapan mutluların sesi eşliğinde… bakın! yukarıda sizi bekleyen hiçbir ödül yok. bakın! aşağıda pasta yiyorlar. yoruldunuz ve hâlâ aşağıdan alay sesleri yükseliyor. hâlâ gülüyorlar size! pes etmeyecek misiniz?

hayır! yemin ederim o ciğer taptaze ve leziz. murdar olan o değil, benim; yetişemeyen benim. bununla yaşamak zorunda olan da. ciğere yetişemedim; murdarım! 

kıskanç kötüler

  • 2 dakikalık bir metin-

iyi ve kötü insanlar yoktur, iyi ve kötü eylemler vardır.

“onda var bende yok” veya “benim sâhip olmam gerekene o sâhip” şeklindeki atakların genel ismi kıskançlık. kıskançlık ıssız adada olmaz. mülk duygusu ve en az iki adet öteki ister.

kıskançlık hep kendi başına kötülük gibi görülür ama oturduğu yerde kıskanması kimseyi kötü kılmaz. kıskançlık tüm kötü eylemlerin tetikleyicisi, iyileri kötü edici, tüm yasaları yok sayıcıdır. kendisi kötü olan değil, kötülüğü yaratıcıdır.

sevdiğin bir beyefendi, hanımefendi, bir eş, bir dost, bir abla olarak belki pek iyi, pek cömert olabilir ama yeterince kıskandığında herkes bir canavara dönüşür. atağa geçmiş kıskanç için her şey mubahtır.

bizler güzel olan şeylerin iyi olduğunu sanarak büyüdük. unutmayın, en zehirli böcekler, en renkli olanlar.

kovboyun tabancası, fırtınanın uğultusu var. pırıl pırıl çehreler ve hoşça esen duru meltemlerden korkun. mâsum yüzler size gülümserken kırbacınızı daha sıkı tutun.

erkek kıskanırken aptallaşır, kadın kıskanırken kurnazlaşır. kıskanç erkek öldürmek ister, kıskanç kadın şâhitleri hayatta bırakır. kıskanç erkek döver, kıskanç kadın linç ettirir.

kötü kadın, sıkı sıkı sarılan pembe teletabi mâsumluğuna teatral yatkınlığa sâhip olduğu için tribünleri arkasına almayı iyi bilir. kötü erkek hem kötüdür hem kötü görünür. kurnaz erkek siyaset ve ticaret bilir; kurnaz kadın sezdirmeden idare etme, yönetme sanatını.

adâletse en sevimli kıskançlık maskesidir. hınç, erdem ile perdelenir.

kıskanç olmayan birisi bin kötülüğe de sâhip olsa yarı yarıya iyidir. kıskancın bin iyiliği onu iyi kılmaya yetmez.

aptal bir kötü pek iğrençtir ama zeki bir kötü tehlikelidir. zeki kötü, aynı zamanda güzelse, dünyaya yaklaşmakta olan bir meteordan ölümcüldür. sıtmalı sivrisinek, seri katil, pandemi ve intihar bombacısından daha tehlikelidir. roma’yı yangınlar değil, mısırlı bir kurnaz güzel batırır.

hınç ve linç

  • 2 dakikalık bir metin-

herkes taparken, putken, gidip dövebilir misin adâletsizi? taş atabilir misin tek atan senken? hatta attığın yumruk yüzünden bin yumruğu yeme ihtimalin varken? buna hakperestlik veya cesâret diyebiliriz ama bir de bunun pis kokan bir cinsi var.

herkes birini döverken ne yaparsın? bir yumruk da sen mi sallarsın? bir sürü refleksi olarak hayat boyu dövemediklerinin ve korkaklığının intikamını, hıncını ve kötülüğünün karşılığını o yumrukla mı alırsın? herkesin vurduğuna vurmanın dayanılmaz zevki ve karşılık görmeyecek olmanın dayanılmaz güvenini hisseder misin? normalde gözlerine bakarken ürktüğün aslana, yaşlandığında ve sırtlanların oyuncağı olduğunda gidip bir çimdik de sen mi atarsın korkakça?

sorarım sana, pazaryerinde şişman balıkçılardan dayak yiyen hırsızı gördün mü?

diyeceksin ki dayak yiyen pek suçlu ve hırsız ve haksız ve günahkâr; işte o yüzden bu yumruklar. ben de sana derim ki tek başına dövüyor olsaydın tüm sürü seni izlerken ve ölme, öldürülme ihtimalin olsaydı senden cüsseli bir câni tarafından, işte o zaman sen olurdun bir kahraman. evet, kahraman! hak için hak şekilde, adâlet ve doğruluk için vurmuş olurdun ve erdemlilerce övülür, sürüce dövülürdün. o zaman derdik sana şampiyon ve çocuklarımızın adını, sokaklarımızın, okullarımızın adını koyardık senin adını.

eli yüzü parçalanmış bir zavallının üstünde tepinen bin cellâdı görünce senin de recmedesin tutuyor; seni gidi iyilik timsali, adâlet dağıtıcı, pis yamyam. yüzünde şeytanı görüyorum!

gelen geçen vururken ve sen içindeki korkaklığı dindirmek ve sürüden gözükmek için yuhalarken haksızı, sen dayak atmıyor, linç ediyorsun. linç, haklı haksız her büyük adamın tadacağı karınca istîlâsı, kovan saldırısı… günahkâr da olsa linç yiyen, linç edenlerle savaşmanı isterim! durdurabileceğin için değil, ‘ölçüsüz cezâ mastürbasyondur,’ diyebilen çıksın için.

akşam eve döndüğünde çocuklarına anlatacağın hikâye, kötülüğü ifşâ olmuş bir kötüye sövmüş olmak olmamalı, sırtlan sürüsüyle birlikte. çocuklarına, doğmuş herkesin kötü olduğunu ve kötülüğe intikam ile değil, adâlet ile yaklaşılmasını öğret. onlara kötü olduğunu îtiraf et. her şeyi bir kere, herkesin yaptığı şeyleri de üç kere düşünmelerini öğret.