şiirlerim, şairliğim

  • 14 dakikalık bir metin-

yazış tarihim girift.

yazarlığının kırkıncı yılındaki bir yazarın mukaddimesinin mukaddimesi gibi görünen bu söz, tuhaftır, benim ilk kitap yazma girişimimin girişidir. aslında bin yaşında değilim ama bin yaşındaymışımcasına andığım bir yazmaya başlama hikâyesine sahibim. anayım. sanki üzerinden bin yıl geçmiş gibi hissettiğim bu tikel, basit bahâneler manzûmesi bana her yönüyle romantik geliyor. bu kadar özerk, mâcerâsız bir hikâye, muhtemelen okur için kabuk ve yavan gözükecek ama -hani faik’in dediği gibi- yazmazsam çıldıracağım.

her ana, çocuklarının nasıl dünyaya geldiğini anlatmayı sever. az gebe kalmadım ve evet, ben de bir anayım.

bazıları hayatta olmayan, bazıları selâmsız olan bazı karakterlerden bahsedeceğim ama öz isimlerini anmayı saygısızlık görüyorum. bu yüzden rumuzlular.

şu pişirdi, bu pişirdi derken bir bulanık kabiliyet çorbası içinden kıvrak yazışım sızdı ve mektuplar çağım başladı. yaşım yirmiydi. işte, o dönemim uzunca bir süre boyunca ve uzunca mektuplar ile devam etti. küçük şiir denemeleri de eşlik etti ama gerçek bir yanışa daha zaman vardı. bir gün şu kısa paragrafı -tamamen amaçsızca- yazıp 2014 yılında intihar edecek olan dev edebiyat yeteneği fatih’e göndermiştim.

“altı yaşlarındaki üç erkek çocuğu, yarı çıplak koşuyor çamurların içinde. gök çamur, yer çamur, ayağım çamurun garantisinde. arkalarından bakıyorum onların, içimde karmaşık duygular var: sızı var, umu var, belki de hiçbir şey yok. ansızın duruyor yarı çıplak çocuklar, dönüp arkalarına, bana bakıyorlar; yüzlerinde, içimde yeşermesine asla izin vermediğim şiddet ve masumiyet ikilisini görüyorum. saflık görüyorum, belki biraz da öfke ama kendimi göremiyorum çocukların yüzünde; kim bilir kimin yüzünden… yarını yarın yapıyor güneş; ne çocuklar kalıyor artık ne çamur. bir tek tanımsız bakışlarım; sırtım tanımsızlığın garantisinde.”

fatih metni çok sevmişti ve ısrarla kaynağını sormuştu. ben yazdım, deyince de sıkı bir cesâret vermişti. aslında tam da anlayamamıştım heyecan kaynağını ama sadece bu paragrafın etrafına yirmi yedi sayfalık bir ilham karaladım ve birkaç yıl sakladım.

ilham… ilham, şöyle; kadim episteme, ilham ve vahiy arasında çok fark görmezdi. modern bilincin hocası da seküleri de tuhaf buluyor bunu. oysa evvelkiler delilerden, peygamberlerden, âşıklardan, şâirlerden ve kâhinlerden oluşan ilham ehline hürmet ederdi. şimdi, deliyi tîmârhâneye tıkıyoruz. şâirin dediği gibi, son mahalle delisi öldüğünde büyüsü bozuldu dünyanın. işte şimdi “bana yazdırıldı,” filan dediğin zaman bön bön bakıyorlar. yazarı, şâiri edilgen göremiyorlar. us işi mi sanat? usla şiir mi yazılır ya?

hikâyeye döndersek…

takrîben bu yıllarda yarılan bir kalp ve o yarığa yağanlar, kanı deli olan bir delikanlı için bile çoktu ve böylece ilk gençlik takıntım ile birlikte ilham cümbüşüm başlamıştı. bu takıntı ve selâmsız geçen yıllarda kimisi yırtık, kimisi kalık yüzlerce şiir yazdım.

takıntıma “anomali” ismini koydum. o bana kendi adımla bile seslenmedi.

pek çok anlamı var tabii ama benim için anlamı mahfuz kalsın, derindir.

bu takıntı böylece uzun yıllar sürerken ben de çağdan çağa geçiyor, evrim geçiriyor, büyüyordum. evrimler nicelikseldir; bir birikim seviyesinden sonra artık onlara daha niteliksel çağrışımları olan “devrim” kelimesini kullanmak iktizâ eder. yani neticede, bir kıvrak kaleme gebe kaldım ve yazdım.

kabiliyet konusu şöyle… yapabildiklerimiz ile sevdiklerimiz müsâvî düşmez genelde ama düştü mü olanlar olur: “bilkuvve” olan “bilfiil” olur.

kapalı kalmış yirmi yedi sayfayı şimdi ülkeyi terk etmiş olan n.e. okudu ve çarpıldı. çarpılınca, yaz dedi. yazdım, roman oldu ve ilk romanım böyle doğdu.

“ve yeni bir yaşamak”

(sonradan adını “îtiraf” koydum.)

anlatıcı, bir hücrede uyanmıştır silik bir hafıza ile. hatırlamaya başladıkça, bir zamanlar bir çayırgüzeline meftun olduğunu anlar. sonra, dehşetli anılar kendini bıraktıkça, anlatıcı da yüzleşmeye başlar karanlık geçmişi ile. masum mudur, suçlu mu?

aslında derin, çok derin, sapkın, çok sapkın bir aşkı en patolojik bir dille anlattım ve kaynamış duygu havuzumu başka tikellere, saçları çift örgülü, robadanlı köy güzeli manolya’ya boca ettim. tikeli mühim değildi, mesele anomali’ydi. bu metni uzattığım dört kişinin de başına bir şeyler geldi. evet, tuhaftır, okusun diye verdiklerime bir şeyler oldu.

n.e. iletişimi keserek ülkeden çıkış yaptı.

e.t. okulu bırakarak bir akıl hastanesinde yattı.

n.t. selâmı kesti on yıl.

fatih… fatih dünyadan göç etti.

yazdığı ilk romanda bunları yaşayan ben, bir süre için roman bahsini kapattım ama aşk bahsini hiç kapatmadım. bu yetim romanı da sandığa kaldırdım.

demem o ki çarpık şiirler, duygu karmaşası, fırtınalar, platonik aşklar ve terk eden dostlarla başlayan yazım tarihim girift. bir şey daha oldu. romanı okuyan e.t. -akıl hastanesi öncesi- bana şunu sordu:

“demek anagram yaptın.”

“ne?”

“anagram, diyorum, yapmışsın.”

“ne?”

bu diyalog bu şekilde sürdü tabii bir süre ama dediği şey şu: ben “a-n-o-m-a-l-i” kelimesinin harflerinin yerini değiştirerek, aşkımı anlatmak için “m-a-n-o-l-i-a“ diye bir karakter yaratmışım ve bununla aşkımı anmışım. oysa bu gerçekten tamamen habersizdim! yani… yani çok tuhaf bir şey olmuştu, bilinç dışım bana bir oyun oynamış, sevdiğim kadına verdiğim ismin anagramına âşık etmişti yazdığım roman karakterini! aman tanrım! tek şaşıran ben miyim?

tikeli ve tümeli anlamak için bile felsefe çalışılır bir süre. ne olduklarını bilmeden entelektüel hiçbir faâliyet yapılmaz, yapılamaz. çok “okumuş”larca, “o ne, tekil mi?” filan gibi sorular bile alıyorum. bunu, yalnızca bunu öğrenseniz, çok şeyi öğrenmiş olursunuz.

“bugün kadın’ı konuşalım,” dersin; “hangi kadını?” der. tikelci işte… tikelci budur.

manolya… önemi yok ki. etten kabuk, harften tasvir… ne değeri var? aşk, his, güzellik mühimi. kaynayan tuzlu yara o an onda donmuş, ona âşık olunmuş. hiç önemi yok onun. önemi olan aşk, aşkın kendisi. konakladığı beden tikeldir.

işte bunu anlamayanlar, âşığın hep o tümel aşkın kendisine mest olduklarını, geçici taşıyıcı annelere şiir yazdıklarını anlamayanlar, âşıkları şıpsevdi olmakla suçlar. ne yapalım? ışıkla mı sevişelim? yansıtacak bir kristal bulunur elbet. bulmuştum.

işte aşk, ne menem şey ise yazdırmakla kalmıyor, kâğıt başında sabahlatıyor. gerçek bir aşk, en kabiliyetsiz bir kütüğü nâzım yapar. yeter ki aşkın sahicisi olsun. aşk dilsiz değil, dilli kılar ama bu dil başka dil.

aşk ve kıskançlık hakkında biraz geveleriz ama kendi aşkımız, kendi kıskançlığımızı anlatmaya çalışınca kekeleriz. niçin? niçin olacak, bu duygular arkaik dönemimize, yani dil öncesi, iki yaş öncesi dönemimize ait olduğu için iç dilde karşılıkları vardır yalnızca. yani hepimiz bir iç dille doğuyoruz da dış dille ifade edişte kabız oluyoruz. tecrübe budur. gazzâlî’nin misalidir, cinsellik yaşamamış bir çocuğa bunun eğitiminin verilmesi anlamsızdır. veya bediüzzaman’ın misalidir, sabaha kadar baklavanın tadını târif edeceğine, bir dilim baklava ver. yani tecrübe dış dilden önce gelir. içeriden dışarıya çıkarken özetlenir. bu, kolaydır nispeten ama dışarıdan içeride olmayanı şerh ile alırken o baklava kazasını yaşarız işte.

iki çember çizin iç içe. içteki, yani küçük olan, sizin kullanabildiğiniz kelimeleri, dıştaki de duyduğunuzda anladığınız kelimeleri ifade eder. ikisinin de geniş olması iyidir ama birbirlerine yakın şişkinlikte olmaları, yani anlayabildiklerinizin çoğunu kullanabiliyor da olmanız en eftali.

beynimizde, o sulu pembe komutanımızda bile iki ayrı bölge vardır anlama ve kullanma için dili. beynin de en elit yerinin en manzaralı köşesindedir dil.

gözlerinizi bağladığınızı varsayın. sağa sola dokunarak anlıyorsunuz eşyanın şeklini, yapısını. ellerinizde kalın kaynak eldivenleri veya kar, kayak eldivenleri varsa şeklini anlamanız güçleşir eşyanın. oysa elinizde lastik ameliyat eldiveni olsa kabartmalı harfleri bile okursunuz. çıplak elle daha da hassaslaşır dokunuşunuz. temas yüzeyimiz arttıkça daha çok olur hayattan haberimiz. okşayın hayatı! lastikler ile korunarak hayata dokunmak istemiyorsanız, eşyaya yalnızca dil ve kelime zenginliği ile yüksek çözünürlüklü dokunabileceğinizi biliniz.

bir çocuğun bir koltuğa, kanepeye, sandalyeye, somyaya, pufa, sedyeye, hamağa ve yastığa tek bir kelime ile “koltuk” diye seslenmesi gibidir az kelime kullanmak bu kaotik dünyada.

okuyunuz. niçin romanımız yok, şâirimiz kabız, niçin aydınımız karton, fikir adamımız niçin sığ? sanatta ve fikirde dar kafaların kuru kellesine kalmışız biz, niçin? niçin kâğıt israfları raflarda yer işgal ederken okur yoz, yazar bön? kadınımız okuyor belki biraz. erkeğimiz okuyorsa da çıkamıyor tarihten, siyasetten. romanımız yok, kötüsü bile yok. kötü şiir fabrikasıyız ama meselâ bir yandan. niçin?

türkçede 616.767 kelime vardır. yabancı dillerden gelip ciğerimizde pişmiş kelime bizden, emânetse piçleşmişten. pişmişi kovmayın, kovmayın ki türkçe “kişilik”, arapça “şahsiyet”, ingilizce “karakter” gibi kelimeleri kendi estetiklerinde, kendi yuvalarında kullanalım. yakıştığı yere koyalım. düşmanlık yapacaksak fakir dile yapalım.

dil… hayata onunla değiyoruz. içimizdeki sessiz dil ile her şeyi anlıyor, hatta görüyoruz.

henüz genç bir çocuk olan ibnü’l-arabî’ye, o sıralar hayatta olan ibn-i rüşd ile yaptığı görüşmede ne hissettiği sorulur. cevap: “benim gördüklerimi biliyor.” yaşlı şârih ibn-i rüşd’ün görüşü ise “benim bildiklerimi görüyor,” idi.

işte, şâir budur, görendir. bilen, bildiren şâir değildir.

dil varlığın evidir.

bu sözü, heidegger söylemiş. ilk duyduğumda anlamamıştım. size dili anladığım anlamıyla anlatsam her şey olmayı bırakın, tek şey olduğunu anlarsınız. anlayınca çarpılmıştım. çarpılırsınız.

evet, dil evdir.

heidegger de bu konuda çok kafa yormuştur. dilci filozoflar mühim çünkü işi anlamış adamlardır onlar. tinin eldiveni olan bedenlerimiz, dış dünyaya dil ile temas eder.

kuru eşya, kabuk tabiat, ruhsuz satıh salınır, sallanır. o, kendi yolunda -arz câzibesi, atâlet gibi- fizik kaidelerince, kavramların emrinde sağa sola koşar. kavramlara “tabii tümeller” dersek, sağa sola fırlayan zerre ve zerrecikler de “tikeller”dir.

evren bundan ibâret değildir.

özneler de var. o sağa sola savrulanlara bakıp bir anlam yaratan tin tarihi -jung’un işaret ettiği- arketipler âleminde bir simge havuzunda biriktirmiş de biriktirmiş. nihâyetinde dev bir anlam ve simge havuzu oluşmuş. bu havuzdaki şekilsiz îmâjları her canlı tin kullanıyor ve üzerine bir şeyler katıyor milyarlarca yıldır. insan da bundan muaf değil. tarihi boyunca bu havuzdan kullanmış ve oraya bir şeyler atmış. işte, o havuzun içindeki buharımsı anlam simgeleri, sûretsiz buhur, bulanık mantık, bizim iç dilimiz.

bir de dış dilimiz var ki birbirimiz ile haberleşelim.

bakın, felsefenin ilk günleri “adâlet nedir?”, “güzellik nedir?” diye sorular soran sokrates’e cevap vermeye kalkarsanız, yaptığınız tanımı beğenmez, istisnâsını buluverirmiş. sözgelimi adâlet ne menem şey ise tanımı yapılamıyor; sadece seziliyor. içeriden taşanın, yani sunî tümellerin dilde tanımı yoktur ama tikel örneği karşına çıktığında, “şu mesele adil mi sence?” diye sorulduğunda yaklaşık bir cevabın var. yani ben, “sevgi” derken kendi içimdeki şekilsiz buhara, kültürün verdiği ismi uyduruyorumdur ama bu asla benim “sevgi”m ile senin “sevgi”nin aynı olduğu anlamına gelmez. dış dilde kelime adedi bellidir ve aritmetiktir. yani, içimde sevginin milyon cinsini tecrübî olarak yaşarım ama dönüp bunu dışarıya çıkartacağım zaman kültürün dil arşivinde üç beş kelimeden ötesini bulamam. işte, bu dilin krizi ve paradoksudur. şöyle ki,

ben susarsam hiçbir şey anlatamam. ağzımı açtığım ansa hakîkatten uzaklaşırım. ne yapacağız?

işte, iki cins dil var dedik.

birincisi tikelleri târifleyen, bilimin kullandığı, ölçme, sayma, niceleme kabilinden bir dil cinsidir ki kesindir. lakin dil keskinleştikçe, kesinleştikçe iç hakîkatten uzaklaşır, dış tikele yaklaşır.

ikincisi îmâ eden, kasteden, teğet geçen, “demek isteyen”, sanatın o muğlâk, o bulanık dili. bu dilin dış çerçevesi yamuk, içi dumanlıdır ama iç hakîkat de zaten böyle bir şeydir. işte, şiirin dili budur.

o yüzden sen gelip şiire, burada şâir ne demek istemiş, dediğin an şiirden de hakîkatten de uzaklaşırsın. o sadece izlenir; resim gibi, müzik gibi. anlatabiliyor muyum? hakkında konuşulan şeye şiir denmez. yani şiir, az evvel bahsettiğim ikinci cins dilin, îmâ dilinin adıdır. şiir bir biçim olduğu için, içine ister roman koy ister masal koy. yani kabına, formuna verdiğimiz isimdir şiir ki benim romanlarım da şiir üslûbu ile yazılıdır meselâ.

diyorum ki konu ve amaç bir. yöntemi, onu şiir kılan, roman kılan, nesir kılan.

işte geldik “mimesis” kavramına.

bakınız, platon, sanat için hiç de iyi şeyler dememiş. demiş ki doğa zaten bir taklittir (mimesis). evet, eşya taklididir ideaların ve taklidin taklidi de kusurlulaşmayı iki kat yapmak demek. yani zaten, bayağı olan nesneler dünyasına bakıp, daha da bayağı bir şey çıkartmakmış sanat platon’a göre.

ben katılmıyorum, bu, parmağı ile yukarıyı gösteren ihtiyara ki idealar dediği şeye de inanmıyorum.

genel olarak şiir sanatını doğuran iki neden var gibi görünür ve bunların ikisi de doğal nedenlerdir. daha çocukluktan başlayarak insanlar hem taklit etmeye eğilimlidir, öteki hayvanlardan taklidi yakınlığı ile ayrılır insanoğlu ve ilk bilgilerini taklit yoluyla edinir, hem de taklitten çok hoşlanırlar.

bu da aristo’nun “mimesis” bakışı.

bu değerli bakışı, tarihin en önemli ve ilk şiir sanatı kitabı olan “poetika”da anlatır aristo. (eco’nun “gülün adı” romanını okuduysanız veya filmini izlediyseniz, aristo’nun “poetika”sının kayıp ikinci kitabının nasıl kaybolduğunu orada gösterir ve hiç bilinmeyen giriş cümlesine orada bir şey yakıştırılır.)

yani platon’un o, tepede duran, dünyada kusurlu kopyalarını gördüğümüz idealarına inanmadığım gibi aristo’nun bakışına da tastamam oturmaz benimki. îzah etmiştim, şerh edeyim.

kavramlar (yani mantık ve geometri üzerine yükselen entropi), tikelleri hareket ettiricidir, tikellere bakıp imgeler havuzunu oluşturan da tindir. o yüzden bir kavram bulduğumuzda “keşfettim”, bir imge bulduğumuzda “îcat ettik” deriz. mantık keşiftir, matematik îcattır, atâlet keşiftir, şiir îcattır… işte, bizim tin havuzumuzda bulunan canavarlar, melekler, sihirler ve öteler, sanatın o mimesis yeteneği sayesine tikellerce taklit edilir ve tahayyül ettiğimizi duyularımız ile algılar oluruz sanat sayesinde. sözgelimi, fırtınalı, karanlık bir denizdeki balıkçıların, bizdeki dumanlı tutarsız anlam imgesini boyalar ile tabloya aktaran ressamın, turner’ın eserine bakar, îmâ ettiği şeyi seziveririz, anlayıveririz ve tanıdık gelir bu taklit, bu “mimesis”.

şiir de bundan muaf değildir.

şunu ekleyeyim ki muhayyilat veya hayal gücü dediğin zaman aklına sadece bulutların üzerinde uçmak gelmemeli. karşımda duran masaya doğru bakarken, duyularım bana telgraf gibi elektrikli sinyal yığınını gönderir de onları karıştırıp yorumlarım, yeniden yaratırım imge dünyamdaki malzemeler ile. işte bu yeni tahayyül masa, orijinal tikel masaya benzerdir ama aynısı değildir.

daha derini bu kitabın konusu değil ama dil ve şiir nazariyem bu işte.

taştı havuzum, dünyanızdan kelimeler yakıştırdım.

bir de etkilendiğim şâirleri soruyorlar. etkilendiğim kadınlar oldu, evet ama hiçbiri şâir değildi. espriyi şunun için yapıyorum, yapılanları sıkı takip etmediğin mecrâda özgün kalırsın. bu, edebiyat veya sanat dev başlığını terk ettiğim anlamına gelmiyor asla ama kendi icrâatlarımın yoğunlaştığı şiir ve romanın yapıcısını takip etmem pek, hele ki sağ ise. bu habersizlik bana sıra dışılık, bazen de absürtlük veriyor olabilir ama öyle. yeterince ölmüş bir iki şâiri okurum elbet.

varoluşçu ekole yakınlığım da aşikârdır. bunun şiirime bir gölgesi düşüyor şüphesiz ama o, anlamı inkâr edici, anlam vericinin özne olduğunda ısrar edici varoluşçu dille çıkacak şiir de maalesef kuru olur, yavan olur; yani şiirde varoluşçuluğumu askıya ve paranteze alıyorum.

az evvel bahsettiğim karakterlerden biri olan n.t. yırtmadığım şiirleri okumuş ve saklamıştı. on selâmsız geçen yılda kurudum da kurudum ve kendi unuttuğum, sildiğim şiirlerim, o emanetçiden tekrar tarafıma teslim edildi bir düş sabahında. bazı gizli kahramanlar vardır. bu böyle işte.

kafka’nın yak dedikleri yakılmadığı için kafka, kafka.

şiir nedir, üzerine konuşmak işin zoru da kolayı, ne değildir, üzerine konuşması sinir bozucu; şiir tekerleme, kafiyeli birkaç cümle, kalp, gönül, hançer simgelerine boğulmuş bir serbest saçmalama alanı değildir. dışarıdan göründüğü kadar da kolay değildir. bir lafı uzun anlatmak, kısa anlatmaktan kolaydır. “efradını cami, ağyarını mani,” derler. ne demek? lüzumlu olan ne varsa içine kat, yabancı unsurları kov, alma. işte, şiir bir de bunu estetik yapma eylemi olduğundan çok zor iştir güzel şiir yazma işi. denemenin kötüsü vardır, romanın kötüsü daha çoktur ama şiirin kötüsü belki de şu evrende en çok bulunan şeydir. karıncadan çoktur. dediğim gibi bunun en bâriz sebebi, kulak zevki incelmemişlerin ilk bakışta kolay bir tekerleme sanmaları ve hemen kollarını sıvamalarıdır. şu dünyadaki en çirkin şey de aceminin yazdığı şiirdir ki düşman başına, hiç çekilmez.

işte, ben de en verimli dönemlerimin şiirlerini özlemekle tüm hayatımı geçirecek olabilirdim. niçin yok ettim? insan hayatının bazı duygu ekosistemleri vardır. savrulursunuz ve o cenderenin gereklerini yaparsınız. ben de yapmışım allah kahretsin! yapmışım… kurumuştum işte. 2012-2017 arası, bir soluk palyaço çırpınışını saymazsak, kurutma kâğıdı gibi yıllardı.

13 ocak 2017 sonrası, o güzel devrim gecesi tekrar ıslandım, yandım. bu sefer daha ussal ama.

“ve yeni bir yaşamak” saklı romanı ve sonra tarafımdan yazılan “palyaçonun listesi”, “şizofren”, “ötekiler” romanları ile birlikte “us” isimli felsefe denemem, ileride basılacak olan “tereddüt” novellası ve “çürüme” romanını da sayarsak, “mimesis”, yani bu kitap, benim yazıp bitirmiş olduğum sekizinci kitap oluyor. bu sayı tuhaf hissettiriyor. şu zaman denen şey, tuhaf şey. sıfırdan bire geçiş anı depremli bir devrim iken, hâlâ şokunu atamamışken, bir bakmışsın sekiz olmuş.

evet, bir, sıfırın sonsuz katıyken iki, birin iki katı.

şunu belirteyim ki ben “şâir” olarak görmem kendimi. bu bir tevazu söyleminin içine saklanmış sinsi bir hürriyet ifadesi bile olabilir çünkü sanatımı şiire indirgemiş olmak istemem. ayrıca şâir deyince tarih boyu, elindeki bir müzik aletiyle gezinen ozanlar, âşıklar akla geldi. o duyguya, o sızıya yakınım ama ussal kaygılarım belki de set çekiyor tam tekmil bir ozan sayılmaya. hep sırıtıyor, hiç yakışmıyorum; şâirlerle ussalım, psikologlarla felsefeci, mîmarlarla sosyal bilimci… romancıya göre fazla şiirsel, filozofa göre fazla edebiyatçıyım. aslında bu hazır ceketlerin hepsi de emânet duruyor, terzide diktirmek îcap ediyor; “yazanım” demek en doğrusu, en az emânet duranı belki de.

demem o ki içimizdeki adsız dumana, kültürün bize teklif ettiği kelime kadrosundan en yakın adayı bulur, kullanırız. buna da dil deriz. bu dil netleştikçe tikele değer, keskinleşir; muğlâklaştıkça îmâ eder, şiir yazılır.

işte, ben de bir şeyler îmâ ettim. îmâ ettiklerimi derledim. bu kitaba alınmamış şiirlerim de öz evladım elbette ama aldıklarıma îtibar edilmesini, aldıklarımın daha öz sayılmasını yeğlerim. ortaya konan “mimesis”in güzel olduğunu iddia edemem ama çilesi çekilmeden konmuş bir harf, bir virgül olmadığını rahatlıkla söylerim.

saygılarımla…

(mimesis’ten)

*omurga 2.etik 3.estetik acı aforizma ahlak akıl anlam aşk ben bilim cemiyet değişim doğa duygu edebiyat estetik etik evrim felsefe insan kitap mimesis mutluluk nietzsche psikoloji roman sanat sevgi sinema sosyoloji söyleşi sürü tekamül tin us varoluşçuluk zeka çürüme ölüm öteki özgürlük şair şiir şizofren

-izlenmeye değer- filmler

  • 2 dakikalık bir metin-

çok uzun yıllarımı film izleyerek geçirmiş ve doğal olarak çok fazla kötü film izlemiş biri olarak, şu ölümlü hayatta lüzumsuzları ile vaktinizi tüketmeyesiniz diye daha evvelden önerdiğim filmleri derliyorum. öneri listelerime geçmezden evvel birkaç ana maddeye değineyim:

1-filmleri yönetmenlere göre izlemenizi öneririm. senariste göre, oyuncuya göre, kameramana göre, hele en fenası önüne çıktı diye film izlenmez.

2-netflix gibi saçma platformlardan uzak durun. bir platformun size rastgele seçtiklerini değil, hususi ismiyle araştırdığınız filmi bulup izleyin.

3-film izlemek ömürden iki saat götürdüğü için değmeli ve değen film izlenirken not alınmalı, araştırma yapılmalı ve üzerinde düşünülmeli. yani ders çalışır gibi izlenmeli.

4- tavsiye listeleri -tavsiye ediciye bağlı olarak- dikkate alınabilir. her hâlükârda bu seçim hazret-i netflix’in önerisinden kıymetlidir.

5-dizileri çöpe atınız. en kısası 20 saat ve 20 saate 10 iyi film sığar. geçiniz. zamanı öldürmeye değil, kıymetlendirmeye ihtiyacımız var.

6-imdb gerçekten iyi bir referans. tüm zamanların en yüksek puan almış 100 filmini izlemeden bırakın dizi/film izlemeyi, tuvalete bile gitmeyiniz. 500’ü tamamladıktan sonra yeni film arayışlarına girebilirsiniz.

7-yeni olan her şey değersiz olduğu için üzerinden 5 yıl geçip iyice dinlenmemiş olan filmleri izlemeyiniz.

8-tavsiye listeme kefil olmakla birlikte farklı zevk gruplarına hitap ettiğinden her filmden müthiş zevk almayı değil, 2/3’lük bir beklenti içinde olunuz lakin zevkli/zevksiz tamamı da değerli filmlerdir.

9-kötü 5 film izleyeceğinize iyi bir filmi 5 kere izleyiniz.

10-kitap okumak, gezip görmek ile birlikte çağımızda sanatın en yüksek formu olan sinema, kültür namına yapabileceğiniz en değerli üç şeyden biridir ve çağı yakalamış bir kültür adamı, bir aydın kişi, bir bilge olmak için vazgeçilmezdir.

11-iyi yapılmış türkçe dublaj, altyazı okumaktan perişan olanlar için iyidir ama kötü dublajlar ile iyi filmleri harcamayın ki ses de oyunculuğa dahildir. mümkünse iki formatı da izleyin.

arjantinli pis adam

  • 2 dakikalık bir metin-

arjantinli pis bir adamı tanıtacağım.

sinemada çok özgün bir tarzı vardır ve kesinlikle çocukların, hamilelerin, mutluların uzak tutulması lazımdır. ben çok severim kendisini ki sırf bu yüzden benden hazzetmeyebilirsiniz.

gaspar noé

bu adam dediğim gibi, pis. fazla marjinaldir. mesela fransa gibi akp’nin yönetmediği bir yerde bile, “milli değerlerimize aykırı” filan diyerek salonu terk eder izleyici. gasper, sadece kötü yorumları okurmuş ve salon, filmi yuhalamazsa üzülürmüş. mesela climax filmi biraz sevildi diye şaşırmış.

öncelikle izlenebilir filmlerinden bahsedeyim:

climax ve enter the void

azıcık alışınca -ki en meşhur filmidir- izlenebilecek olan:

ırréversible (monica bellucci tecavüz ve işkence görür dakikalarca)

sonra da diğerleri ve en son, yürek dayanmayacak olan:

love (baba, yanlışlıkla yaptığı bebeğinden ağlayarak özür diler)

şunu belirteyim, pornografi, cinayet, şiddet, ensest, kan ve korku unsurları ile dolup taşar filmleri ki subliminal kısmından hiç bahsetmiyorum. garip bir çekimi vardır filmlerinin çünkü çok gerçek bir marjinaliteyi anlatır gerçekçi bir dille. dikkat ederseniz öz ve form için ayrı ayrı kullandım “gerçek” sözcüğünü.

sinema okullarında bir iki türk taklidi çıkmaya çalışıyor ama mümkünü filan yoktur bu coğrafyada bu dilin. tarkovsky’yi bize uyarlarsanız nuri bilge olursunuz ama bu pis adamın bizde karşılığı hiç yok. yani bu coğrafyada bu uç hayatları bu uç dille anlatamazsınız. en başta kameraman döver sizi, sonra yapımcı. seyirciye gelinceye kadar yemediğiniz dayak kalmaz, ülkeden kaçarsınız.

önermiyorum herkse. izlemek isteyen de piramit doz artırım tekniği ile izlesin, bünyeye dokunduğu yerde bıraksın.  

*omurga 2.etik 3.estetik acı aforizma ahlak akıl anlam aşk ben bilim cemiyet değişim doğa duygu edebiyat estetik etik evrim felsefe insan kitap mimesis mutluluk nietzsche psikoloji roman sanat sevgi sinema sosyoloji söyleşi sürü tekamül tin us varoluşçuluk zeka çürüme ölüm öteki özgürlük şair şiir şizofren

sanatçının ödevi

  • 1 dakikalık bir metin-

sanatçının ödevi üretmekse, üretimini düşüren her ne varsa -sözgelimi karısını, kedisini, memleketini- terk etmelidir.

*omurga 2.etik 3.estetik acı aforizma ahlak akıl anlam aşk ben bilim cemiyet değişim doğa duygu edebiyat estetik etik evrim felsefe insan kitap mimesis mutluluk nietzsche psikoloji roman sanat sevgi sinema sosyoloji söyleşi sürü tekamül tin us varoluşçuluk zeka çürüme ölüm öteki özgürlük şair şiir şizofren

şiir nazariyem

  • 1 dakikalık bir metin-


içimde kıyısız, şekilsiz bir iç dil var. sana bir şey demek istersem, o bulanık dumana, bulabildiğim en yakın dış dil unsurlarını, sözcükleri seçerim de gırtlağımdan üflerim. anlam’ım, kendisine en yakışan sözcük kıyafetine girmiş olur ama terzide dikilmiş gibi de değildir sanki. demek ki tüm demeler bir yanlış deme, teğet geçmedir. şiir dili müstesnâ. şiir, formunu îmâ formu olarak tutarak anlam’ı bozuma uğratmadan demek istemeyi başarır. yâni keskin dilden anlam’a doğru eğilir, anlam’dan da susmamaya doğru. böylece ikisinden asgarî tâvizle demiş olur, demek istemiş olur.

şiir ve dil nazariyem budur.

mavi hapların câzibesi

  • 2 dakikalık bir metin-

500. instagram gönderim için bence doğru haberi seçtim: matrix 4’ün vizyon tarihi belli oldu.

şayet 99’dan önce ölmediniz ve sinema diye bir icattan da haberiniz olduğu halde bu başyapıtı izlemediyseniz -mavi- hapı yuttunuz demektir. şayet bir kişiye tek bir film önermem gerekse 99 yapımı the matrix’i önerirdim ki kendim de hiç yoksa 100 kere izlemişimdir.

bana birisi şunu sormuştu: “100. kez izleten şey nedir?”

dedim ki: “98’i 99 yapan şey.”

İki hap sunulsa ve kırmızı hapı yutunca hakikat, mavi hapı yutunca mutlu uyku vaat edilse, ne yapardınız?

arkadaşlar filmin yoğun felsefe içerikli mesajlarından söz edilir. aslen şu dördüdür:

1-platon’un mağara alegorisi

2-kant’ın fenomenolojisi

3-uzak doğu mistisizmi

4-hıristiyanlık teolojisi

platon, güzel bir masal uydurdu: bir mağarada, sırtları mağara ağzına dönük halde duran zincirli köleler hayatları boyunca güneşin aslını görmedikleri için mağara duvarını izlerler ve gölgeleri asıl zannederler. gel zaman git zaman içlerinden birisi zincirlerini kırar ve dışarı çıkar. güneş birden gözünü yakar ve gerçek dünyaya adapte olamaz. sonra o kişi dönüp arkadaşlarını “aydınlatmak” için, gölgeleri asıl sandıklarını anlatsa onunla alay ederler ve hatta belki de onu öldürürler. (sokrates’i kasteder)

işte matrix’teki neo’nun uyanışı platon’a, objelerin asıl ve görüngü diye ikiye ayrılması kant’a, gücün ve aydınlanışın içte oluşu uzak doğu mistisizmine, seçilmiş kişi ise hıristiyanlık teolojisine selâmdır.

iki, üç ve animatrix filmlerini izledikten sonra the matrix için ikinci turu yaparsanız daha iyi anlarsınız. iyi anlamak için platon diyaloglarını, baudrillard’ın simülakrlar ve simülasyon kitabını ve mümkünse kant okumanızı öneririm. the matrix’e hazırlık yapmak için,

99 yapımı the thirteenth floor filmini, vanilla sky’ı, i robot’u, total recall ‘ı, avatar’ı ve inception’ı muhakkak öneririm.

yakında “the matrix” üzerine bir söyleş yapacağız. muhakkak dahil olun derim. tüm inceliklerini konuşacağız.

kral çirkin

  • 4 dakikalık bir metin-

“sen, ben ve silahım olamaz mıyız? üçümüz bir arada yaşayamaz mıyız? seni çok seviyorum çiğdem, silahımı da çok seviyorum. ikinizden birini seçmem için beni mecbur etme.”


bunu diyebilecek kaç kral bu kadar çirkindir veya kaç çirkin bu kadar kraldır ki?


şunu diyebilirim, büyük adamların hayattayken anlaşılma, hele de kabul görme ihtimali pek yoktur. sokrates’i zehirledikten iki bin yıl sonra özür diledi yunanistan. evet, tepedeki irade böyledir… böyleleri sevilir belki, sayılır üç beşçe, o kadar. devlet babanın bu baba’yı sevmesi uzun sürdü. yaşar nuri gibi mide kanserinden, ahmet kaya gibi fransa’da öldü. öldükten dokuz yıl sonra vatandaşlığa ancak alındı. öldü diyorum ama göremedim; doğduğum yıl öleni, pamuk işçisini, simitçiyi, mahpusu, insancılı, devrimciyi, o sinema dehasını anacağım bugün.
kral’ı, çirkin kral’ı…


yaşar kemal’e bir garplı, niçin hep çukurova’yı anlatıyorsun, diye sorduğunda kafka’yı, dostoyevski’yi, hugo’yu örnek vererek, her yazar kendi çukurova’sını anlatır, der. işte öyle… bir adanalı dehâ daha… proleter bir ailenin çocuğu olarak adana’da doğdu. oranın kokusunu da asla unutmadı ve hep anlattı. ileriki yaşlarında kanında kaynayacak olan sınıf ateşinin kıvılcımı da o günlere aitti. sinemacı, yazar, oyuncu… ya da belki aydın, aktivist, sanatçı… bu tip adamlara isim koymak zordur. sol fraksiyon -tıpkı marx gibi- düşünerek değil eyleyerek, yani fiille filozof olur. faildirler. çirkin kral da bir faildi. yaşar kemal anlatıyor:


“o kadar çok çalışıyordum ki, beni görmeye gelenlere yok dedirtiyordum. içeriye yalnızca adanalıları alabilirsiniz, demiştim. esmer, kuru bir çocuk geldi. iktisat fakültesi’nde öğrenciymiş. paraya ihtiyacı varmış ve iş arıyormuş. gazetede iş bulamadım. adana’da ne iş yaptığını sordum. aksaray sineması’ndan, asri sinema’ya, oradan açık hava sinemasına kaset taşırmış.”


tanışmaları bu şekil. sinemaya girişi de… tam olarak o çizgi sayılmasa da bugün törpülenmiş halde benzer duruşlarda, bugün türkiye’nin aykırı sinemasının iki dev adamı zeki demirkubuz ve nuri bilge ceylan’ın küsmeleri bile kral’la ilgili. ee, türkiye iki çirkin’i kaldıramadı. birazdan döneyim bu küslüğe…


nuri bilge ceylan 2008 yılında cannes film festivali’nde “üç maymun” filmiyle “en iyi yönetmen” ödülünü aldı ve alırken de kral’ı kastederek, “yalnız ve güzel ülkem…” dedi.


kral, yıllar önce yol filmi ile cannes’ta altın palmiye alan ilk türk olarak boy gösterirken, eşinin anlattığına göre, ayakkabısı delikti ve yol parası bile yoktu. evet, yol filmi için bize gurur veren adamın yol parası yoktu. ironiye bak…


hayatını açıp okuduğunuzda sayamayacağınız kadar hapishane deneyimi var. o dönemler öyleydi… biz, halk, sınıf bilinci, garipler, ezilenler, lümpen… gibi laflar edince haydi dama… çok yattı ve sürgün edildi kral da. bazı filmleri hapishanelerde yazıldı. adı cinayetlere, ülkeyi kötü göstermeye ve -belki en haklısı- komünist propagandaya karıştı. ülkeyi kötü göstermek… vatandaşlığa alınsın, ülkesine dönebilsin için 13 ülkeden 170 sinemacı ve aydın imza topladı. imza atanlar arasında fransız varoluşçu ve devrimci sartre bile var… ülkeyi kötü gösterene bak…


benim en sevdiğim filmi baba’ya dönersek…


bekir yıldız’ın “sahipsizler” kitabındaki “üç yoldaş” adlı öyküsünden uyarlanan ve kral tarafından yönetilen/oynanan 1971 yapımı baba filmi, çekim şartlarındaki ilkelliğe rağmen çok önemli bir klasiktir.  öyle mühimdir ki zeki demirkubuz’un yeniden çekmek istediğini nuri bilge ceylan’a fısıldadığında, usta dayanamamış ve üç maymun’u çekmişti. baba filmindeki özgün yan ise uzun planlar, sessizlik/sükût sahneleri, uzun bakışlar ve daha sonra tatlıses’in taklit ettiği baba oyunculuğu. çirkin kral devamlı bir yere, bir karşıya bakar ve baba filminden sonra bu oyunculuk bir nevî moda olur. uzaklara derin derin bakan ve susan erkekler türer türkiye’de. ayrıca adana altın koza film festivali’nde iki ödül almış ve ödülü kendisinden geri alınmıştır siyasi sebeplerle. verilen ödülü geri almak… ödül cüneyt arkın’a teklif edilmiş, o da gurur yapıp reddetmiştir. iyi de etmiştir. yavuz bingöl’ün ve -vücut filmindeki muhteşem performansına ile hayran kaldığım- hatice aslan’ın başrollerini sırtlandığı üç maymun filmi, 1971 yapımı baba filminin, nuri bilge ceylan tarafından tekrar çevrimi, dedik. gerçekten çok güzel bir tekrar filmidir. bunda üçlü bir ilişkiye odaklanmış yönetmen. herkesin bir nevî mâsum olduğu üç kişi arasındaki aldatma ve yalan… en iyi kurgular kirli hayattaki toplu mâsumiyetlerden çıkıyor kanaatindeyim. ali’nin ayşe’yi çok sevdiği, mutlu ve sonsuz ilişkilerden hayat da olmuyor roman da film de. romanlarımda da çatışma ve çelişkiyi işledim hep bu yüzden. insan gibi ve hayat gibi… siz de bu çelişkiyi izleyin.


aramızdan ayrılıp kral’ın yanına taşınmış olan tuncel kurtiz ve tarık akan ile çektiği sürü filmini de özellikle öneririm. müziklerini zülfü livaneli yapmıştır ki müzikleri yeter. tuncel kurtiz anlatıyor:


“rüyamda gördüm, ölmemişti. öldün, dedim. ölmedim ihtiyar, dedi. belki de ölmemişti.”


toplumcu adamlar yol’u, sürü’yü, baba’yı anlatır. o dönemlerin o saftaki adamları böyle şeyler yaptı, böyle şeyleri anlattı. mavi gözlü dev, nazım hikmet; işi sorulunca, mahkemede “profesyonel devrimciyim” diyen deniz gezmiş ve çirkinlerin en kralı, yılmaz güney. onlar böyle adamlardı.

çıplak kralları giyinik görenlerdir güzel kralları çirkin görenler! bu hep böyle olmuştur. sürü taşlar, tarih özür diler. oysa bir sürgün diyarında, evladını doya doya sevemeden ölmekte olan taşlanmış babaların, belki de yola verecek paraları bile yoktur yolları anlatırken. bu böyledir; sürü taşlar, tarih özür diler.


huzur içinde uyu kralım.