kıskançlık, eşitlik, intikam, adalet

  • 3 dakikalık bir metin-

onda var bende yok. ondaki bende de olsun ya da ondaki bende olsun. ne farkı var? çok… bir bağlaç çok şeyi değiştirdi. onda olmasın işte, anlatabildim mi? bende olsun, onda olmasın. bu duygunun hayvanlarda da gözlemlendiği biliniyor. insanda bir kural olarak var ama yumuşak cinsleriyle. en iyimiz, “hepimizde olsun”-cu veya “hiçbirimizde olmasın”-cı. kıskançlık deniyor. haset cinsi şöyledir, karınsızlık cinsi böyledir… diyen de var ama neticede öteki öznenin yaşadığı lezzete, kaçabildiği acıya imreniyorum işte.

karıma bakma, kocamı alma şeklinde kendi sahip olduğumuzu koruma, paylaşmaktan kaçınma hissine de kıskanma diyoruz ki biraz farkı var aslında. benim kastımın özeti bu yazının ilk cümlesindeki.

buna bu biçimiyle, etik dışı, demişiz demesine de zafiyetin kendisi yok olmuş değil. yücelmiş olarak aramızda ve içimizde. çoğu kıskanç kendisinin kıskanç olduğunu kabul etmez. nezaketen “çoğu” diyorum, anlayın siz.

insanlık olarak bizler şişman ve cılız, güçlü ve zayıflardan müteşekkiliz ya hani, elma toplama işinden döndüğümüzde aramızdaki en güçlü doyana kadar alıyor, geriye çerçöp kalıyor. işte artıkları tüketenler yemeğin güzel yerini yiyeni kıskanıyor ya da ona imreniyor. işbu bu kıskanma bir dilek doğuruyor: keşke eşit olsak! yani rezilde buluşsak veya hepimiz doysak. fark etmez… ikisi de kıskançlığı dindirir. yani o güçlü de aç kalsa sürünün kalanı gibi, sevineceğiz. kafa işte…

sonra “eşitlik” kavramı icat oluyor. “ah” diyoruz, “eşit olsak”. işte bu ilk soyutlama. bir kavram icat ettik ve bu bir temenni olarak hepimize yayıldı, sindi. sonra bunu güçsüzlerden güçlülere bulaştırmaya çalıştık ki bulaştı da. güçlüler bir üst değer olarak eşitlik kavramına aşina oldu. desteklemese bile haberdar oldu ve vicdan dediğimiz şeyi de icat etmiş olduk. güçsüzler güçlülerin uykusunu kaçırmayı başardı.

ayaktakımın vicdanı olmaz. vicdan güçsüzlerin güçlülere ektiği bir truva atı. öyle ki güçlü içten içe rahatsız olsun da eşitliğe yanaşsın.

sonra kafası çalışan bir takımlarımız, kavram üzerinde çalışarak inceltme işlemine tabi tuttu. inceldi kavram, adalet oldu. yani herkes eşit bölüşsün değil, şişmana çok, cılıza az; hamileye çok, yaşlıya az.

tabii bu bir av veya meyve toplama seansının tek seferi için de geçerli değildi. zaman boyutu işin içine girdi. adalet daha kapsayıcıydı. yani bugün adil olalım değil, ömürlük bir hesap kitap neticesinde terazide dengeli çıksın lezzetimiz, emeğimiz. yani adaletin kıskançlık duygusundan başka örtmesi gereken lekeler de vardı. örneğin intikam! geçen yıl bana yaptıkları öde, acı çek! evet, biri bize bir şey yapıyor ve bizim de ona o şeyi (veya genelde on katını) yapasımız geliyor. kıskançların duygusudur intikam. çünkü “ben acı çektim, o da çeksin” temelli bir şey. işte eşitlik ve sonra daha gelişmiş versiyonu olan adalet gibi temizleyicilerin temizleyeceği bir pislik daha yüceltilmiş oldu ve adalet şemsiyesinde intikam ve kıskançlık buluşmuş, sansürlenmiş oldu.

adalet, meme ucu veya cinsel organ üzerine konan çiçek resimli sansür. kendi sevimli, örttüğü tehlikeli.

güçsüzler kalabalıktı ama hepsi toplanınca bile güçsüzdü güçlüye karşı dıştan. içeriden ise tehlikeli olmaya başladılar. yani güçlünün kalbine bir yiyici kurt bıraktılar, bu kurt güçlünün huzurunu kaçırdıkça gelecek nesillere bırakılabilecek “ahlak” kavramı doğdu. evet, adalet inceltilerek ahlaka dönüştü.

tabii bir şey hesaba katılmamıştı, güçlülerden seken vicdan güçsüzlere de bulaştı; güçlüler de teslimiyet, sadakat, itaat, tevazu gibi “erdemleri” öğrettiler güçsüzlere. “(beye/hanım)efendi” güçsüzlere “aferin” dedi güçlüler.

adil intikamcı tehlikeli değil. katlanılır icabında bir yere kadar da çarpım tablosunu bilmeyen, hesabı yanlış yapan intikamcıdan korkun siz. saç telini kopardığın için senin kolunu kopartan, sonra da adaleti sağladığı için rahat uyuyabilecek olandan korkun siz.

o yüzden biri “adalet” dedi mi tüylerim ürperir çünkü nedense o çarpım tablosu pek iyi bilinmez.

baştan alırsak,

kıskançlık “eşitliğe”, “eşitlik” ve intikam da “adalete” evrildi ve en nihayet noktasını “ahlakta” buldu bu kavramlar. ve lanet olsun hepsi de tırnak içindeydi. yargılanamaz, eleştirilemez, sarsılmaz tabusal yanları, heybetli geçmişleri ve her vicdandaki eşsiz sızısı ile insan icadı en güçlü yargıç oldular.

(kare: cesur yürek)

utanmıyorum

  • 2 dakikalık bir metin-

çoğumuzun hayatında sinsi bir kitle var. ben de çoğu kişi gibi o kitleyle yaşıyorum onlarca yıldır ama kendimle barışıklığım tamlaştığından mı gözleme yüklendiğimden midir, bilmiyorum daha çok göz gözüme batıyor suçlu hissettiriciler. sanırım kendiyle, dünyayla barışık kişi rahatsız ediyor onları. sanırım değil, öyle. bu açık bir rahatsızlık değil, kimse yanlış anlamasın. bence çoğu suçlu hissettiricinin kendisi de farkında değil böyle olduğunun. aslında bu durum bariz olarak ortaya çıkmıyor sıkça. sebebi şu ki sen zaten utanıyorsun, onlar utanmandan memnun oluyor ve sorun çözülmüş oluyor. hatta onların istediği seviyede utanırsan merhamet bile duyuyorlar sana karşı. utanmayan, hiç utanmayan, suçluluğun zerresini bile hissetmeyenler çok korkutuyor bu sinsi kitleyi. aslında bu kitle genelde tüm cemiyet. çünkü kalabalıklar istemez kendini suçlamayanı. kendini suçlamayan, başkalarının kendini beyhude suçlamasını açığa çıkartır. utanç… adı bu olmayabilir. edep filan derler. daha da saçmalayıp, edebiyatın oradan geldiğini bile söylerler. bazen şunu hayal ederim. kendi suçlu hissettiricime -herkesin kendisini suçlu hissettirmekle görevli en az bir meleği, pardon bir hastası vardır- gidip şunu desem: ben hiç utanmıyorum ve ben hiç suçlu hissetmiyorum. gerçi ona doğru böyle tehlikeli yaklaşmamdan da tahmin edip korkacaktır zaten de harflerin böyle basa basa çıkması onu deliye döndürürdü. uy, ne güzel olurdu. hani bazılarının tiki vardır bir kelimeye de duyduğu an kriz geçirir. aynını düşünün. sizin suçlu hissetmediğinizi beyan etmeniz değil, gözlerinizden bunu alması deliye döndürür onu. bazen insanlara iftira attığımı düşünüyorum ama o kadar çok delilim var ki. üstelik bu insanlar iyi de insanlar. mert, cömert, özgeci ve dost. evet, dost. dost olması suçlu hissettirici olmadığı anlamına gelmez. hatta bunu iyi niyetle bile yapıyor olabilir. ahlakçının ödevi budur. ahlaklıdan farklı ahlakçı. ahlakçı için her mevzu ahlak mevzusu ve ahlakçı sen kendini suçlu hissederken ve o buna şahitken rahatlar ancak. kendi köleliği örtülür çünkü o an. hiç utanmayan olman seni öyle tehlikeli kılıyor ki anlatamam. hani bekarların alınmadığı aile lokantaları olur, öyle bakar sürü sana. sen zaten “ben” diyerek yeterince tehlikeli olmuşsun ama suçlu hissetmiyorsan, ipin kaçmıştır. tasmasız olduğun için tehlikelisin çünkü sürünün elindeki son ve belki de tek koz bu: suçlu hissettirmek.

utanmıyorum.

ya dön ya dur

  • 6 dakikalık bir metin-

defaatle yazmış olduğum ve yazdıkça karşıma çıkan ve beni devamlı düşündüren bir gözlem hakkında…

“adam hem ahlak ahlak diyor, hem yaptığına bak!”

bu birçok kişinin ağzında sakızlaşmış bir analizdir ve birine kızmak için en yüksek aşağılama kategorisidir. bir eylemin kendisi iyi veya kötüdür ama burada başka bir mekanizma çalıştırılır, eylem çiftleri birlikte ele alınır. yani iyileri bir haneye kötüleri bir haneye yazmazsın; kötü eylemlerden bazılarını iyi eylemlerle -hemen hemen keyfi olarak- eşleştirip, takım halinde tukaka edersin.

bir şey kötü diyelim, kötüye kötü olarak kızmak yetmez ya da keyifli değildir, mutlaka iyi eylemlerden de kötünün yanına arkadaş bulunur da eylem çifti olarak aşağılanır.

bunu duyduğum günden beri hiç anlamamışımdır ama durumun vahametini yıllar içinde daha çok kavramışımdır çünkü ahlak gibi göreceli, tartışmalı bir konuda hazret-i tutarlılık herkesçe en yüksek değer, tutarsızlık denen şerefsiz de en aşağı eylemdir.

“adam katilmiş, tacizciymiş, hırsızmış.”

“vay namussuz…”

“ama sokak hayvanlarına bakıyormuş, kadın haklarında aktivistmiş, gönüllü kan bağışçısıymış.”

“ne! vay şerefsiz namussuz… … …!”

buradaki dikotomiyi problem anlaşılsın için göze soktum. genelde bu tepki “imam” dedikten sonra veriliyor. imamlık kendi başına iyi bir şeyse kabahatler varken de iyidir, kendi başına kötüyse başka kabahate gerek kalmadan da kötü.

tabii yıllarca şunlar söylendi:

içim-dışım bir; özüm-sözüm bir; dediğim yaptığım aynı…

ya göründüğün gibi ol ya olduğun gibi görün!

önce şunu bir koyalım ki insan hiddet ve şehvetle yüklü bir bedene sahip. balık beyni üzerindeki sürüngen beyni, üreme ve öldürme dışında bir şey bilmez ve bunun üzerindeki memeli beyni de ekipler halinde sevişir ve ekipler halinde savaşır. iç bu. freud’a bakın bu, nietzsche’ye bakın bu, tasavvufta nefs-i emmare bu, içimizdeki iblis bu, varoluşçuluk’ta bu, olgular, yani tarih de bu. insan nefret, kıskançlık, kin, kötülük, dolu, tepesinden tırnağına kadar güç istenci dolu, sömürü aşığı bir hayvan türüdür.

neymiş? iç bu.

ahlakı da on bin yıl önce güç bela icat etmiş, alışmaya çalışmaktadır.

bir konuyu daha belirteyim, ben bütün yıl üniversite sınavına hazırlanacaksam, hedefim ve mevcut durumum arasında bir fark olamalı. akış için bu fark şart yoksa dururum. hedefim barajı geçmek olursa çalışmam, çalışamam. hedefime anlık ulaşırsam da duramam sabit, aşağı kayarım. demek ki neymiş? hedefine ulaşmış olan iki grup, yani barajı geçen ve türkiye derecesi yapanlar hariç, hedef zaten beni çalıştırmak, hareketlendirmek içinse, seviyem ile hedefim arasında zorunlu bir fark olmalı. mâlum, rüzgâr basınç farkı yüzünden eser. akışın sırrı zaten bu farktır. eşitlendiği an ölüm gelir. evet, özü sözü bir olan şey bir taş parçasıdır, bir cesettir. ölünce zaten özümüz sözümüz bir olacak, bu acele niye?

yetişilmez yükseklikteki ilkelerini sorarım sana? savunulabilir şeyler ve uygulanabilir şeyler aynı mı? yoksa uygulayabileceğin düşük ilkelerimi savunuyorsun sen sadece? söyle, o yüksek ilkeleri o yüce yerden sırf tutarlı olmak adına mı ettin? bunun günahını kim ödeyecek? savun onları, öv onları. sen bir sürüngen olsan da çamurlarda yaşayan, kendini değil onları öv! onlar gibi olduğun için değil, onlar yüce olduğu için öv!

ve heidegger’i hatırlayın, olan ve olması gereken arasına fark koyardı.

gelelim şu -en üst- ahlaki ilkelere;

içim-dışım bir; içim kadar sefil bir dışım var demektir. kıskanç, hiddet ve şehvet dolu bakışlarımı üzerinde gezdirmekteyimdir.

özüm-sözüm bir; özüm pisse sözüme de mi yansımalı bu? değerli şeyler söylemeyelim mi? doğruluk, erdem, cesaret ve adaleti kendimize ve çevremize vaaz etmeyelim mi? (siyah kola ise içtiğim, bir şeyin yalanı bile değil, hiç değilse üzerinde meyve suyu yazsın da eser miktarda vitamin alalım.)

dediğim yaptığım aynı; sigarayı ille bırakmam mı gerekiyor çocuklarıma içmeme öğüdü vermem için? soruyu düzeltiyorum, sigarayı bırakmayı başarabilmeyi mi beklemeliyim bu öğüdü vermek için? yıllarca bırakamadım diyelim, çocuklarıma tek kelime edemeyecek miyim? yani ömür boyu bırakamazsam -türlü zararlarını görmüş olsam da- kimseyi bu konuda uyaramayacak mıyım? ben düştüm siz düşmeyin, demeyeyim mi? böyle saçmalık olur mu ya!

ya göründüğün gibi ol ya olduğun gibi görün!; niye mevlana, niye ya? niye ya, niye? göründüğüm gibi olamıyorum, çünkü idealize bir görünmem var. kendim bile imreniyorum o görünüşe ama neticede olamıyorum. iyi görünüyorum. ee? ne yapacağım? oluşum çirkin, zor inşa ettiğim -örnek olan- görünüşümü ne pahasına bırakayım da oluş seviyeme çekeyim? ne pahasına, ne uğruna? bu tutarlılık ne menem şeyse, onun uğruna bu katlandığım şeye bak! sırf tutarlı olmak adına pisleşen ve çirkinleşen insanlara kim madalya takacak tutarlı oldular diye?

şöyle dağların tepesine çıkıp göğsümü gere gere en ahlaklıyı, en yüceyi, en güzeli, en doğruyu, sefil bedenim riayet ediyor olsa da olmasa da haykırabilmeliyim! bu öğüdü, sefil bedenimle birlikte duyan tüm kulaklar için vermeliyim. yoksa mıymıntı ağızlardan başka bir şey kalmaz geriye tutarlılık adına.

ayrıca en pis kokan ağızın en pis yerinden bir hikmet çıksa, alır giderim, arkama bakmam bile. niye bakacağım? hani hikmet benim kayıp malımdı? ilke öyle yüce şey ki pis bedenden yansıması onun ışığını azaltmaz. güneş gibi, ay gibi. üzerinden sektiği objeye değil, ışığa benim şarkım ve saygım.

mevzuya bir nefes aldırayım,

doğan her bebek “müslüman fıtrat üzerine” doğar diye bir efsane var ama onun aslı, doğan her bebeğin panteist doğmasıdır. evet, her şey tektir doğduğumuzda. bilişsel gelişkinlik artıkça, okudukça, yaşadıkça, düştükçe ve öldürmeyenler güçlendirdikçe ve gördükçe ve gezdikçe görürüz ki düşünmek bölmektir. sonra aynı görünenler bölünmeye başlar. biz buna felsefe diyoruz.

olanlara bakarız ve deriz ki “her şey göründüğü gibi değil.”

duyduklarımıza bakarız ve deriz ki “ağzından çıkan senin niyetinin tam karşılığı olmadığı gibi benin duyduğum da ağzından çıkan olmayabilir.”

dünyaya bakar ve deriz ki “eşya, bir şeyin gölgesi, hem de kusurlu bir gölgesi olmalı.”

örnekler çoğalır tabii ama bu bölünme, ayrışma, farklılaşma artar düşünme gücü ile birlikte. ve zihinler çeşitli seviyelerde dereceli iken bu derecelenme ayrıştırabilme kapasitesi ile orantılıdır.  adam der ki,

zaman her eşyada her uzayda aynı değil, eşyasına ve uzayına bağlı olarak farklı akar!

işte bu kadar ayrışmak için yirminci asrı bekledi dünya.

demem o ki çatışmayı, aynı görünende ayrışmayı, bir görünende zıtlığı, dansı, savaşı gören görmesi gerekeni görmüştür. romanda bile devrim oydu; sana dostoyevisky’yi okutan şey kendi içinde çatışmalı karakterleri. freud’un yaptığı devrim bile oydu, tek parça sanılan insan kendi içinde savaşlarla doluymuş. yani şu niyet-eylem, öz-söz, iç-dış ayrımlarını yapınca gerçek daha berrak görünür.

bu farklılığı inkâr eden yeteneksiz şuurlar, oraya bir illüzyon, bir aynılık yakıştırırlar. ve gerçek dünyadaki ayrılık, muhayyile dünyasındaki aynılık haline geldiği için gerginlik, sinir ve şizofreni başlar. evet, bu bir yarılmadır. dünyanın sizin hayal ettiğiniz gibi olmamasına üzüldüm tabii ama olanı olduğu gibi görmek isteyenler için bu metin. ve bir imkansız ideal uğruna ahlak yargıçları kesilen vicdanlar için. öyle ki bunun dindar versiyonlarında şu var;

“hem namaz kılıyor hem içki içiyor.”

yani ilki “iyi” bir şeyse kendinde “iyi”dir; hayatında yaptığı hiçbir “kötü” olmaması kaidesi ile mi “iyi”dir? öyle olsaydı ikincisi de kendinde “kötü” olmazdı, yanına iliştirilecek olan başka bir “iyi” o “kötü”yü “iyi” haline getirmediği gibi bal gibi de bunlar iki alâkasız şeydir.

bir de şu var tabii, kabahatleri sayalım:

  • 1-tutarsızlık
  • 2-adam öldürmek
  • 3-tecavüz etmek
  • 4-yalancı şahitlik etmek

gibi.

yani bu listenin başında duran o komik şapkayı çıkartınız efendim. artık o tuhaf şeyin oradan kovulma zamanı geldi. tahayyül etme beceriksizliklerinin hıncını hakikatlerden alanlara biraz şaşılık öneriyorum çünkü çift olanı tek görüyor, sonra da bize kızıyorlar ve hayata, eşyaya, dünyaya doğru bağırıyorlar:

ne olur tutarlı olun, böyle olunca kafamız çok karışıyor!

Değerlendirme: 3 / 5.

itiraflarım 2- ahlakın ölümü

  • 4 dakikalık bir metin-

ahlakın icadı ve evrimi

eski ahlaklar artık çürümüştür. yeni bir ahlak yaratacak kim var?

itirafım o ki biz ahlakı evrenin ruhuna yaptığımız bir kazıdan çıkarttık sandık. itiraf diyorum çünkü ben de öyle sandım. ahlakı, dolayısıyla kötülüğü biz keşfettik, aradık ve bulduk sandım, usumuzla ve vicdanımızla. yanıldım.

hepimizin ellerinden kan damlıyor. bizler kâşif değil mucitleriz. hem de öyle mucitler ki icat ettiğimiz şeyin üzerinden geçen zamanın çokluğu yüzünden kendi icadına yabancılaşan, onu tırnakların içine alan ve onu gökten indiren mucitler. kendine kâşif diyen mucitler… “ben uydurdum” diyemediği için “ilham geldi” diyen…

doğru, iyi ve güzeli düşünerek geçiyor son yıllarım. antropolojik ve felsefi kazılarım beni tatsız bir noktaya getirmiş olsa da burada -yine- tatsız hakikatleri sereceğim huzurlarınıza.

bunlardan hangisi ilk önce bulundu? sadece hayatta kalan, yiyen, çiftleşen, savaşan yaratıklar hangi ara doğru, iyi ve güzeli buldu. ve niçin?

ben bir dönem bunları ahlak, bilim ve sanat sandığım için zaman kaybettim. oysa bu üçlünün arkaik kavramsalı olan doğru, iyi, güzel olmadan üst yapı kurulamazdı.

çoğu araştırma, sanatı çok eskiye götürüyor, bilimi sonrasına, felsefeyi sonrasına koyuyor. ortaya çıkma sıralaması bakımından dinler çok eski -muhtemelen sanat kadar- ama burada ahlak derken ahlak felsefesini kastediyoruz. fakat yine bizim sıralamamız hakkında fikir vermiyor çünkü sanat, bilim, felsefe kronolojisi ile doğru, iyi, güzel kronolojisi aynı olacak diye bir kaide bulunmuyor. elimizde de kesin deliller olmamakla birlikte kavramsal kompleksliğe bakarak bir teori kurmak mümkün. kurdum:

güzel, en evvel bulunanı. duyulara haz veren şeylerden neşet etti. lezzetli yemekler ve karşı cinsten şüphesiz. bunlar yüzbinlerce yıl sonra sanata dönüşecekti.

iyi, bulundu sonra çünkü faydalıyı bulmak akıl değil zeka ister ki bugün hayvanlarda da gözlemliyoruz. yani bir sopayla vahşi hayvanlara vurmak, mağaranın ağzını çerçöp ile kapatmak, kışın bir post ile gezmek iyi idi.

Sıra geldi en zoruna…

klan içinde güçlüler vardı ve güçsüzler. güçlüler azdı, güçsüzler çok. avdan ve ganimetten payın çoğunu güçlüler almaktaydı. toplanan meyvelerin en tazelerini ve en çoğunu yiyen güçlüler, onlara doğru bakıp kıskanan, imrenen, içerleyen güçsüzleri fark ediyor muydu acaba? işte ilk kıskançlık ve zayıfların güçlüler üzerinde hakimiyet girişimi, yani vicdanın icadı. eşit olmalı değil mi, toplanan meyveler kelle başı eşit dağılmalı değil mi, diye sordu bir güçsüz klan. işte o ilk sosyalistti. sonra başka bir güçsüz de adaleti önerdi; şişmanlara ve hamilelere daha çok pay verilmeli. zaman içinde bu homurdanmalar, eşitlik ve adalet söylemleri güçlülerin kulağına gittikçe yeni bir şey çıkıyordu ortaya: doğruluk. güçlü, sırf güçlü olduğu için fazla hak alıyordu ama emekte güçsüzlerin payı çoktu ve bu homurdanmalar ve fısıldaşmalar, binyıllar içinde birikerek vicdan fısıltısını yarattı. güçlülerin kalbine bir hâkim, bir yargıç yerleştirdi.

işte biz ahlak diye onu kullanıyoruz ve rasyonel olarak niçin ahlaklı olunması gerektiğine verilecek hiçbir cevap yok. işlevi, toplumu düzende tutmak olduğu için her toplumda, her coğrafyada ve zamanda değişti. ayıplar, günahlar, kötülük kavramları çok oynaktı ve oynaktır da hala. bir köyde yapılması çok ayıp olanı yan köyde yapmamak çok ayıp olabilir. Değişir değişmesine ama o hiç yokmuş gibi davranmamızı engelleyen bir iç homurtu, iç fısıltı hiç susmaz.

yani demem o ki ahlak ve kötülük bizim uydurmamız, bir alışkanlıktan başka bir şey değil. ne var ki milyonlarca yıldır sahiplenilmekten içgüdülerimize yerleşmiştir.

bugün kullandığımız “toplum ahlakı” kabaca şöyle:

  • 1-vasatta birleşelim: çok keyifliler keyfinden taviz vererek yolda kalmışa, aça, yoksula dağıtsın ve yükselen çok yükselmesin.
  • 2-hayvanlar ve bitkiler insanlar için var olduğu için bir insanın hayatı onlarınkinden değerlidir.
  • 3-toplum için bireyden vazgeçilebilir ve kendini toplum için feda eden bireye kahraman gözüyle bakılır.
  • 4-sürü önderi için hayatından vazgeçen bireylere kahraman gözüyle bakalım.
  • 5-sürü otlaklarımızın sınırları kutsaldır ve bu otlaklara talip olan başka sürüler öldürülmelidir.

bu ahlak biraz eskimeye yüz tutmuş bir eski dünya içgüdüsü ki tarihe gömülmek üzere.

yenilerine gebe dünya bugün artık; “birey ahlakı” var bir de:

  • 1-vasatta birleşmeyelim, en iyimiz kadar iyiyiz. çıkabilen yukarı çıksın.
  • 2-bitkisine, hayvanına ve insanına bakarak bir değer ölçümü yapılmalı. tavşan var bin insan eder, insan var bir domuz etmez.
  • 3-ileriye sıçrama yaratabilecek bir tek bireyin yetişmesi için bin toplum feda edilse azdır. soruyorum, bir einstein için kaç tacizci, kahvelerde ömür öldüren, cepçi, organik atık gibi yaşayan insan eder?
  • 4-sürü önderi reddedilir.
  • 5-otalaklar tüm dünyanındır. on göbek yukarıdaki babaları bu otlaklara geldi diye bu otlaklar kimsenin olmaz. otlak için cinayet işlenmez.

gibi…

yani aslında toplumu bireyden koruyan ahlaktan bireyi toplumdan koruyan ahlaka geçiş yaşanıyor.

ayrıca bu konuya tekrar değineceğim ama bir itiraf daha ekleyeyim: us kitabımda kötülük sorunu denen teodise’yi çözmüş gibi yapmışım, çözememişim. o konuyu bilahare açacağım da özeti şu:

ahlak ve kötülük insan icadı ise, tanrı bunlarla sınırlanamaz. yani tanrı kötü ve iyi olamaz.

içimdeki öteki

  • 7 dakikalık bir metin-

tam yirmi yıldır hiç şüphe etmeden savundum bilinçdışı denen şeyi. savundum derken, freud’un anlattığı formuyla savundum. bilhassa son zamanlarda önce, rastladığım bir sartre yazısında, sonra da yazılmış en cüsseli nietzsche biyografisinde şüphelerim katlandı. ben haritası üzerine bir yeni yapılanmaya gittim. yeni çizdiğim harita daha çok şeyi açıklıyor görünüyor. izah edeyim. bu dediklerimi de tam tekmil bir teori değil, sesli düşünme sayınız çünkü hamlar. ilk keşif heyecanıyla buraya yazıldılar.

freud bir bilinçsiz, şuursuz canlı tanımladı ve bunda da haksız değildi ki insanlık budur. ekserisi şuursuz doğar, şuursuz yaşar ve şuursuz ölür. bu böyledir. o yüzden bilinçdışı değil bilinçtir ilginç olan. keşfedilecek bir şey var ise bu bilinçtir. freud’un keşfinin ses getirmesinin sebebi bu şuursuz yaratıkların kendilerini şuurlu sanmaları. değilsiniz dedi freud, değillerdi. çoğu eylemimizin kökeninde duygular, bastırılmış arzular var ve onlara mantıklı kılıflar uyduran beyin kabuğu. evet, bilinç sanılan şey bir bahane makinası gibi iş gören bir şey.

yani aslında otomatik pilotta doğup ölen milyonların eylem ödevleri zaten binlerce yıldır belli. binyılların bilgeliğinden süzülüp gelmiş de onaylanmış sanılan yasalarla, ezbere duygularla ve reflekslerle yaşamını süren milyonlar. refleks kelimesi mühim çünkü şuursuz insanın yaşamı koca bir refleksler toplamıdır. ben dediği şey de sadece bir edilgen şahit hükmünde acı çekmekte, var olduğunu sanmaktadır.

bu şuna benzer, ata binmiş gidiyorsun ama aslında at istediği yere gidiyor. sen de “deh” filan diyorsun. veya tasmalı köpeğini gezdirdiğini sanıyorsun da o seni gezdiriyor, haberin yok. küçükken biz çarpışan arabalara binerdik. orada bozuk bir direksiyon olurdu, işlevsizce dönüp dururdu. biz de arabayı sürdüğümüzü sanırdık. aklıma o geliyor. bir de şey… atarilere giderdik. jeton atmazsanız oyun kendi kendine oynamaya başlar demoyu. o sırada siz rastgele düğmelere basarsınız da kendinizi oynuyor sanırsınız. işte kendimiz üzerimizdeki hakimiyetimizin durumu bu.

ilk aşama bunu fark etmek.

ve ben demek için, öteki değil demek, yani biz’den kurtulmak…

doğduk büyüyoruz, toplumda bir yer ediniyor, kavga ediyor, seviyor, seviliyoruz filan ama tüm bunların tamamı tüm canlı doğa ile aynı yasalarla gerçekleşiyor. yani ben, henüz icat/keşif edilmeden tüm ömür geliyor ve geçiyor. evet, bizim tüm “ben” demelerimiz bir dil sürçmesidir ve ben derken gizliden fark ettiğimiz acı duyan teni kastetmekteyiz. acı da duymasa tenimiz, hepten biz olacağız. bir insanlığın, milletin, toplumun, ailenin ve ilişkinin içindeyken yaratılmış olan “biz” illüzyonu ile yaşar ve ölürüz. illüzyon ne demek? var olanın yok görünmesi veya yok olanın var görünmesi veya mahiyet değiştirmiş sanılması demek. yani halihazırda olan, olanın kendisi ben+ben+ben iken biz onu biz sanırız. maddenin yapıtaşının atom olması gibi toplum da yapıtaşlarına ayrıldı aslında hümanizmle birlikte ama henüz yankıları bize ulaşmış sayılmaz. buna bir tepki olarak çıkış yakalayan kolektivizmin yani özel adıyla komünizmin yükselişiyle de batı karşıdevrimle tanıştı ki doğu zaten kolektivistti. doğuya kolektivizmin gitmesine gerek yok; tüm ortadoğu, anadolu, arabistan, iran, ırak, buralar zaten kolektivisttir. biz doğar ve biz ölürler, ben hiç yeşermez.

insanlığın çocukluk çağlarından, yani bir ferdin fert olmadığı günlerden kalma olan biz illüzyonu, gerçek “ben” deyişler ile yıkılıyor. bunun için ben’in güçlenmesi, biz’in illüzyon olduğunun keşfedilmesi gerekiyor.

biz’den ben’e çıkış, burada anlatıldığı kadar masalsı değil. mutluluk verici hiç değil. on bin yıllık ahlak yasalarını terk ettiğiniz an kendi yasalarınızı kurmak zorunda kalırsınız. bizler toplum olarak yaşıyor değilsek, üzgünüm, ölmek zorundayız. evet, ben ölür biz değil. çünkü biz’in içindeki fertler ölse de önemsizdir, onlar organizmanın önemsiz hücreleridir. önemli olan dinin, milletin, takımın, ruhun, cemiyetin, ailemizin, fikrimizin, davamızın yaşamasıdır. o yüzen ölüm ve ölüm korkusu başlar ben olmakla. yasamız, özgürlüğümüz, sorumluluğumuz, anlamımız, ölümümüz ve yalnızlığımız… bunları fark ettikçe tekrar biz’e dönesimiz gelir ve kimilerimiz döner de nitekim.

buralara geldikten sonra delilik kıyısı başlıyor, uyarayım. az değildir buralarda deliren. evet, hakikat delirticidir.

tüm hayatı bilinçsiz refleksler ile yaşamaktan gerçek eylemler yapmaya geçirişte çok önemli farkındalıklar var.

az evvel işaret ettiğim dört dehşet ile mücadele, mühim.

ikincisi nesne olmaktan özne olmaya geçiş. falancalar benim hakkımda ne düşünür, üzerine kurulan hayatlar nesne olmaktan çıkamaz. benim etimin senin gözündeki imajını imajine ederek, imajın imajını adam etmekle ömür tüketiyorumdur belki de… bundan büyük kölelik olur mu? soruyorum: en büyük kölelik bu değil mi? görünüşten oluşa geçmek çok zor ve büyük bir adım ve sert bir kopuş.

dipnot: sana bir şey anlatıyorsam, bunu senin anlayacağın dilde anlatmaya çalışıyorsam, kendime değil anlattıklarımın imajına makyaj yapıyor olabilirim; bunda beis yok. anlattıklarım şeydir ve şeyleşmesinde sakınca yoktur ve anlattıklarım ben değildir. özne olan bensem, nesne olmaktan korunması gereken, şeyleşmekten uzak tutulması gereken benim.

üçüncüsü edilgen olmaktan etken olmaya geçiş… maruziyet ve teslimiyetle geçen koca bir kurban rolü hayatından, aktif bir aktör olmaya geçmek pek feci. bu adım pek cesurca, pek büyük.

freud konusunda düştüğüm şüpheye gelirsek…

bilinçdışı benden bir şeyleri saklıyor ve bana çaktırmak istemiyor güya. sartre’ın freud eleştirisinde şu vardır: sansürcü bir ben var öyleyse orada ve bir de asıl ben varım. aslında bu benler o kadar karışık ki id, ego, süperego üçlemesinde üç tane mi ben var? bunlardan sadece ego bensem, diğer ikisi sadece ses mi? platon “üç ruh” der, aristo da “bir ruhun üç yönü”. yani burada bir ben enflasyonu var. oysa bilirim ki ben bir tek şeyim. bir savaş varsa da yekvücut olan bende değil, kendini ben sanan diğer birimlerle benin arasında var.

karıştırmadan geçeyim… bedenin üzerinde tepinen bir ruh yani ben var. ama bunu deyince problem çözülmüyor çünkü beden ve ruh deyince neyi anlamak gerekiyor? bedenin içinde beyin de var unutmayın. zekâ, eğilimler, alışkanlıklar bedende, yani beyinde. o yüzden ehlileştirilmesi gereken at bedenimizse, o atın jokeyi de ben, yani ruh. işte bilinçdışı denen şey bedende fakat orada bir sansürcü falan yok. tekrar ediyorum, bilinçdışını benden saklayan bir nöbetçi yok. ne var? beceriksiz bir ben var. oradaki çöplükte aradığını bulamayan, aramayan, orayı yönetemeyen, kölesine kölelik yapan bir ben var. işte bu ben’in özgürleşmesinden söz ediyorum. sıkı bir beden kullanım kılavuzuna ihtiyacı var o benin. sonra da harekete geçmeye. evet, bizler kölemize kölelik ediyoruz.

aslında hazır anlam paketlerini varsayılan reflekslerle veren, o anlamları sanki doğada görüyormuş gibi, sanki anlam veriyor değil de anlıyormuş gibi davranan beden otomatiklerine bir başkaldırıdan söz ediyorum. bir savaştan, kandırmacanın bitmesinden.

buraya kadar -iki üç kelime hariç- varoluşçu gibi konuştum ama beni varoluşçuluktan ayıran nokta şurası.

varoluşçuluk, tüm bunları dedikten sonra istediğin anlamı ve kendiliği yaratmanı salık verir ve bunda gücünün olduğunu söyler.

ben tam bir hürriyet içinde olduğumuzu düşünmüyorum.

eğilimler, demiştim az evvel. evet, bir kendilik eğilimi, temayülü, kokusu ile doğuyor ve yaşıyoruz. bu kendiliği inkâr ederek var kalıyor çoğumuz. işte bu kendilik, tastamam bir ödev listesi değil ama kabası bitmiş bir inşaat gibi. yani betonarmesi tamamlanmış olan inşaatta, uygun yerlere duvar yapmak, o duvarları istediğin renkte boyamak, istediğin malzeme ve mobilyalarla orayı döşemek elimizde ama kat çıkamıyoruz mesela. o yüzden o inşaatı sıfırdan yaptığımızı söyleyen varoluşçular ile bitmiş binanın içinde yaşadığımızı söyleyen kaderciler arasında bir yerdeyim. grideyim.

ahlak konusu da en büyük tartışma olarak kalır felsefede. ahlak yok desen, diyemiyorsun. tanrı varsa cennet-cehennem ahlakına itiraz edemiyorsun ama tanrı yok dersen hangi ahlaka yaslanacaksın, hangi gerekçeyle ve nasıl temellendireceksin?

ben derim ki cennet-cehennem inancı içindeki de bir temele sahip olduğu için ahlaklı değildir. ahlak, yani iyilik eğilimi bir içgüdüdür. cinsellik gibi tıpkı… cinselliğimizin de temelleri yoktur ya da mantıklı argümanlara yaslanarak cinselliğimizi var veya yok kılamayız. içimizden gelir, o kadar. uyku gibi savaşırsın, o ayrı ama içinden gelmektedir. yani yaratan şey temellendirme değildir, içgüdüdür. iyi olasın gelir veya kötü olasın gelir.

dipnot: ahlak teorim en çok salınım yapan teorimdir. us’tan beri bin kere sorgulanmıştır ve felsefenin bence en zor konusudur.

bence bir ödevimiz varsa kendilik ödevimiz var. birincisi, inkâr talebi yok; sahicilik bekliyor. ikincisi, kendilik mutluluktur; en azından yeterince. hem sahici hem mutlu eden bir denklem teklif ediyorum size. üçüncüsü, kolaydır. kendin olman öteki gibi görünmeye çalışmandan kolaydır, daha az yorucudur. rahat uyutucu, sabahları uyandırıcı ve kendisi için yaşamaya değicidir.

işte kendilik ödevinin başına geçtiğinde ilk yapacağın şey kırbacını eline almak ve üstünde oturduğun halde kafasına göre gezinti yapan hayvana “çüş” demek. onunla bir savaş başlatmak ve bu savaşın bir ömür sürmesi.

diğer teklif; bu zorlu, sahici yolu reddedersen, kalabalıklar içinde huzurla yaşayabilirsin. huzurla ölür ve öldüğünde bile yaşamaya devam edersin. sever, sevilirsin ve anlamsız hiçbir şey kalmaz hayatında.

bu iki hayattan birini seç. ilkinde mutlu bir hakikat, ikincisinde huzurlu yalanlar bulacaksın.

sevgi

  • 1 dakikalık bir metin-

sevgi, kötü kılar.

*omurga 2.etik 3.estetik acı aforizma ahlak akıl anlam aşk ben bilim cemiyet değişim doğa duygu edebiyat estetik etik evrim felsefe insan kitap mimesis mutluluk nietzsche psikoloji roman sanat sevgi sinema sosyoloji söyleşi sürü tekamül tin us varoluşçuluk zeka çürüme ölüm öteki özgürlük şair şiir şizofren

tekâmül, etik, estetik

  • 3 dakikalık bir metin-

şunu itiraf etmeliyim ki felsefe çizgiler çekmektir. oysa hayatta çizgi filan yoktur. biz hayata bakar, en uygun, en şık, en var-mış gibi duracak yerden çizgiler çeker, o çizgiler sanki hayatta zaten var-mış da biz çizen değil ortaya çıkaran tarafmışız gibi övünüp dururuz. sonra da kendi çektiğimiz hayali çizgileri sağda solda anlatır, buna felsefe öğretmek deriz. çektiği çizgi hayata en çok yakışan filozofa da en iyi filozof deriz.

ben de bazı çizgiler çektim.

felsefe pek çok şekilde sınıflandırılabilir. neyine göre, olduğuna bağlı bu tasnif şüphesiz. ben mevcut sınıflandırmaları reddediyorum, kullanışlı bulmuyorum lakin kendi sınıflandırmam üzerinde de epeydir çalışıyorum. us’u okuyanlar bilir, orada beşli bir tasnif vardı:

us, estetik, etik, o, eşya

bu sınıflandırma bazı açılardan kusurlu çünkü oransız derecede geniş yer kaplayan ‘tekâmül’e koşut çok dar bir yere bakan ‘eşya’ konusu var. bir de bu sınıflandırmaların hangi ana kategorik yaklaşıma göre yapıldığı muğlak. sözgelimi ‘us’ konusu akıl gelişimi hakkında pek çok şey dese de bunlar ‘tekâmül’ün de konusuna giriyor. ‘etik’ ve ‘o’ konuları nasıl bu kadar titizce ayrılır? ‘estetik’te aşktan ve ilişkilerden söz ediyor ama bu ‘etik’ konusunun da kapsamına giriyor vs.

yazılarımı takip etmekte olan sizler de fark ettiniz bir süredir yeni bir ayrımın testlerini yapıyorum.

sil baştan şöyle bir yaklaşıma karar verdim.

süje yani özne, bakan, gören, ben olan taraf ile bakılan, nesne, obje arasında bir dikotomi var. bunu fark etmek beni heyecanlandırdı. özne-nesne kavram çifti üzerinden felsefeyi tasnif edebileceğimi fark ettim.

süje-obje ilişkileri ile ilgilenen felsefe alanına “estetik” dedim. eski sınıflandırmamda ‘eşya’ ve ‘estetik’ toplamına tekabül ediyor.

süje süje ilişkileri ile ilgilenenine “etik” dedim. içine, evvelden ‘estetik’ içinde aldığım cinsel ilişki konularını da kattım çünkü bal gibi de bunlar etiğin kavramları idi.

son olarak da -ki bunun varlığı benim için mühimdi- obje olmaktan daha süje olmak, süjeleşmek sürecine, evrime, bir çeşit pratik felsefeye yani gelişime de “tekâmül” dedim.

‘o’ ve ‘us’ başlıkları hiç ortada yok çünkü ‘us’a dair meseleler ‘tekamül’ konusuna katıldı ve ‘o’ konusu da müstakil olmaktan çıkarılıp ağırlıklı ‘o’ya dahil edilmek suretiyle diğer üç başlığa bölüştürüldü.

bunların hangi sıra ile anlatılacağı sorunu ile karşılaştım.

bildiğiniz üzere bence felsefede üç ana soru var. tümelden tikele sıralama ile:

  • 1-hakikat nedir? (tümel)
  • 2-nasıl yaşanmalı? (genel)
  • 3-şimdi ne yapmalıyım? (tikel)

(tümel’in içindeki tüm kelimesi yanıltmasın; bilindiğinin aksine, kalabalık olan şey tikeller olduğu için bu sıralama azdan çok’a yani tümevarımdır.)

bu sıralama kavramsal olsa da anlaşılırlık sırası, önce bir problem ile karşılaşılarak başlar ve bu da elbette 3’tür. “şimdi ne yapacağım?” dedikten sonra bunu felsefi ödev formuna sokarak “şimdi ne yapmalıyım?” diyerek başlarız ve oradan 2’ye, oradan da nefesimiz yerterse en son “hakikat nedir?”e varırız. yani bizim kullandığımız sıçrayış budur ki bence insanlık tarihi için de budur.

bu olduğu için,

önce gelişimi konuştuğum “tekâmül” ile başlanır ki ağırlıklı pratiktir,

sonra biraz “nasıl yaşanmalı?”ya tekabül eden “etik” konusu ile devam edilir ki teori/pratik dengelidir ve ilkine göre anlaşılması daha zordur,

en sonunda da “hakikat nedir?” ile temas halinde olan “estetik” konusuna geçilir ki teori ağırlığı en yüksek olan, en zor anlaşılır olan konu da budur.

yani,

  • 1-objenin süjeleşmesi
  • 2-süje süje ilişkisi
  • 3-süje obje ilişkisi

değil mi? önce objeyiz, hele bir süje olalım. sonra diğer süjelerle ilişki kuralım ve en sonunda da objeye bakalım.

us, veya yeni ismiyle gri kitap basılırsa bu sıralama ile konuları tartışacağım. yazılarımı da bu üç kapsamdan birisine dahil ederek okutmaya başladım şu an da.

umarım fazla karıştırmadan izah edebilmişimdir ama ne yalan söyleyeyim, tam iki yıldır beynimi kemiriyor burada kısacak tartıştığım bu mevzu.

*omurga 2.etik 3.estetik acı aforizma ahlak akıl anlam aşk ben bilim cemiyet değişim doğa duygu edebiyat estetik etik evrim felsefe insan kitap mimesis mutluluk nietzsche psikoloji roman sanat sevgi sinema sosyoloji söyleşi sürü tekamül tin us varoluşçuluk zeka çürüme ölüm öteki özgürlük şair şiir şizofren

ahlâklı insan tutarsız olandır!

  • 4 dakikalık bir metin-

imdi… kötülük yaptık. ne yapacağız?

birincisi, işlediğimizin kötülük olduğunu kabul edeceğiz ve kötülükler işleyen bir canlı olduğumuz gerçeği ile yüzleşerek yaşayacağız. hem de ömrümüzün sonuna kadar. ve kötülüğe kötülük demeye devam edeceğiz. ilkeler revizyonuna gitmeyeceğiz. işte, tam burada doğrular-gerçekler arasındaki düalizm ile tanışmış oluyoruz. bu düalizm ile tanışma çağımız yirmilerin başıdır. daha evvelinde net bir tahlil yapamıyoruz. doğruların tertemiz, tepede ışıldamakta olduğunu ve gerçeklerin pis pasaklı, yerlerde süründüğünü anlamış oluruz. gerçeğin asla doğrulara yetişemeyeceğini ama gerçekleri kurtarmak için de doğruların o pak yüzünün kirletilmemesi gerektiğini…

falanca, bilmem kaç kadına tecavüz edip öldürmüş, teşhisi konuşuluyor. bu dsm denen saçmalık yüzünden ortada “kötü” filân kalmıyor. onlar “hasta” imiş çünkü “deli” imiş! deli dediğin, planlı programlı ve son derece kasıtlı ve zekice cinâyetler işliyor. modern insan kötüyü anlayamıyor kanımca. evvelden kötü vardı. hitler’in psikopatolojisi diye bir kitap okumuştum; ne saçmaydı. adam bir sürü siyasî takla atıp başa geçecek kadar ayık da elli milyon avrupalıyı öldürürken mi deli? kötü işte! bu kadar basit. deli dediğin an, mâsum olur o kişi. şu sosyopat, öteki psikopat, bu da manik… ee kim kötü? baklava çalan… bir de sınavda kopya çeken filân işte… kötüye ilaç satamayan ilaç firmaları, “deli”nin tanımını genişletti, biliniz. deniyor ki depresyon vakaları patlama yapmış! kimse de sormuyor “tanımı değişiyor mu?” diye. uçan kuşa tanı koyarsan herkes a-normal çıkar. küfürbazın filân bile tanısı var. bir de şu var tabiî: tipik amerikalı seri katilleri inceleyin; şaşıp kalırsınız. kesti, yedi, tecavüz etti sıralaması yer değiştirir durur devamlı. onlara “kötü” dediğiniz an sizinle aynı türde olur ki bunu kaldıramazsınız. o yüzden “öteki” demek istersiniz. deyince rahatlarsınız. deliyse suçsuz! deliler cennete, unutmayın; cehenneme de bir iki adam lâzım.

ikincisine gelirsek…

kötülük işledik. ne yapacağız? inkâr edeceğiz! sürünün çoğu bu yolu seçer. güçtür suçlu yaşamak. diyeceğiz ki: “o eylem, değil bir kötülük. kötülük sanıyordum ben bir zaman. mantıklı düşünelim, herkestir o eylemi yapan. herkes mi kötü olan? herkes mi kabahatli? o kadar da kötü değil o yaptığım. hem hafifletici nedenlerim var. toplum itti hem beni. hem öğretmenim kötüydü. çocukluğum travma dolu. fakir ve açım. sistem çürük ve batık. çağımızdır günahkâr olan, ben değilim. ben değilim yaptıklarımı yapmak isteyen.”

yâni fikri revizyona gideriz: o yaptığım şeye düne kadar kötülük diyordum; artık demiyorum.

buna doğrular ve gerçekler arasındaki çatışma denir. olgun ruhlardan başkasının kafası çok karışır bu konuda. çocukken benim de kapıldığım şu tuhaf aforizma, tüm dimağlara işlemiştir: “ya inandığın gibi yaşa ya yaşadığın gibi inan!”

önce çok havalı gelen bir ifadedir. bıçkın slogan ve hayat amacı… dürüst, yekpâre, mert ve cesurca… mevlana’nın şu sözü de destekler yandan:

ya göründüğün gibi ol ya olduğun gibi görün!

bir insanda kötülük ne zaman başlar? tutarlılık illüzyonuyla beraber elbette. çocukların iddiası değildir tutarlılık. o yüzden mâsumdur onlar. ancak, ahlâksız kötücül yetişkinler “tutarlıyız!” diye nâra atar.

ahlâklı insan tutarsız olandır! ne geldiyse başımıza, özü sözü bir olanlardan geldi. söz, erdemi söyler ve öz de uyabildiği kadar uymaya çalışır. ama uyabildiği kadar elbette… uyamadığı yerde ne olur? her “tutarlı” koyun, sözünü özüne uydurmaya başlar. yâni şeytanlaşır. çünkü insanın içinde şeytandan başka bir şey yoktur.

kendiyle barışıkmış-mış, özü sözü birmiş-miş…

sözleriyle bir olmayan özleri özledik. ne geldiyse başımıza, kendiyle barışıklardan geldi. aşağılık yalancılar.

özü sözü apayrı, kendiyle yaka paça on adamla dünyayı fethedersin. neticede karşında yedi milyarlık tutarlılık illüzyonu kurbanı var.

kötülükse özümüz, o özü kınamak olmalı sözümüz.

kınamak demişken… bir de cemiyetin bazı hasta ruhları der ki: kınamayın, başınıza gelir! bu nasıl bir beyin kabızlığıdır, ahlâk uyuşması ve fikir yobazlığıdır böyle! kınamalıyız! kınamak ahlâkın en aşağı seviyesidir. elimizle düzeltmeyi beceremediğimizi dilimizle düzeltemezsek ne işe yararız? omurgamız nerede? kötüye kötü, zalime zalim demeyelim mi? okşayalım mı?

efendim, büyük konuşmayacakmışız, başımıza gelirmiş! asıl, küçük konuşmayalım. her lafımız büyük büyük çıkmalı. o mıymıntı ağızların korkak analizleri uykumuzu getiriyor hep. küçük laf eden küçük kalır. büyük konuşacağım. umarım gelir başıma. gelirse, daha büyük konuşurum!

bir de bu özü-sözü bir olanlardan beteri, içi dışı bir olanlar var. içinde ne var ki hınç ve şehvetten başka? haset bir domuz değil misin kendinle baş başa? bir de bunu dışa yansıtıp irin mi fışkırtalım gözlerimizden? bâri dışımızda bir gölge kabilinden de olsa iyilik bulunsun. içimizdeki zift kokusu saklı kalsın, mahrem olsun.

dışımız olmasın içimizle bir. ve de sözümüz bir olmasın özümüzle.

tabiî, “lafa değil icrâata bakarım”cılar vardır bir de. insanın yaratma salâhiyeti mi var da icrâata bakıyorsun? bir yığın parametre var. benim elimde olan bir ikisi en fazla. elimde olmayan yığının içinde şansı var, sağlığı var, hava durumu var… var da var. milyonluk girdi parametresine koşut, tek bir icrâat var. yâni o icrâat da benim değil, kaderin işi. benim işim en erdemli, en asil lafı söylemek. icrâat benim işim değil.

hâsılı gördüğünüz gibi, peynir gemisi bal gibi de lafla yürüyor işte…

*omurga (7) 2.etik (20) 3.estetik (12) acı (8) aforizma (22) ahlak (60) akıl (9) anlam (7) aşk (53) ben (7) bilim (35) cemiyet (11) değişim (8) doğa (12) duygu (8) edebiyat (50) estetik (9) etik (14) evrim (20) felsefe (135) insan (87) kitap (45) mimesis (13) mutluluk (7) nietzsche (9) psikoloji (139) roman (7) sanat (11) sevgi (18) sinema (12) sosyoloji (87) söyleşi (12) sürü (8) tekamül (7) tin (10) us (11) varoluşçuluk (8) zeka (8) çürüme (8) ölüm (8) öteki (6) özgürlük (7) şair (9) şiir (34) şizofren (10)