kaybetmiş bir adamın hikâyesi

  • 12 dakikalık bir metin-

kaybetmiş hiç kimse doğduğunda kaybetmiş değildir; son kazancı doğumdur belki de. ben de belki ilk kez bu formuyla kendimi anlatacağım. yo, kendimi değil, olan bitenleri. onlara bakıp çerçeve çizmesi gereken yine yeniden okur tabii elbette. bilirsiniz, pasif olunamıyor yazdıklarımda; metinlerim zorla oyuna dahil ediyor okuru ki sırf bu yüzden genelde ya anlaşılmam ya okunmam. daha evvelden belki bacaklarımı filan sıyırmış olabilirim ama işte şimdi ilk kez bu denli soyunmayı deniyorum kamu önünde. neyse ki anlaşılmıyorum ve okunmuyorum. bu iyi. bu bir dükün, ağanın, paşanın hikâyesi değil, kaybetmiş bir adamın hikâyesi, benim.

yani tabii bu mesafeden bakınca roman ya da film gibi geliyor çoğu şey. abartmayı bırakın makaslayarak anlatacağım çoğu yeri ama zeki okur zaten parçaları birleştirecektir.

seksenler ve doksanları kaçınız hatırlar bilmem ama siyah beyaz yıllardı. ne bileyim, soğuktu, yazın sıcaktı, toplum sertti, hayat garipti, herkes apartman boyundaydı veya belki de biz çocuktuk. bilmiyorum. bazen bazı şeyleri konuşmak yaralayıcı oluyor. sır diye bir şey bu yüzden var. seven, özleyen, insan, evet sadece insan olan birisi olacak olan bir canlı prototipi iken nasıl bu kadar öteki bir dönem sürüyor da hiç kimsenin, evet hiç kimsenin gözüne takılmıyor? insan bazen şunu düşünüyor, tüm bu tiyatro, bu debdebe, bu hengâme, bu resim ve bu tezgâh bir illüzyon. hastaları anlatan bir hasta filozof çıksın diye organize edilmiş, işini çok iyi bilen psikologlarca, sosyologlarca müdekkik ayarlanmış. evet, bir deli yaratalım da kaybetmiş bir adama dönüşsün, o da kendi hastalığını çağına bulaştırıversin. elinde de silah olarak edebiyatın zehirli muğlak dili olsun. yani avucunda sımsıkı evcil bir yılanla, en ehlî mahallelere girin de cemiyeti zehirlesin. niçin? bunu niçin yaptılar?

anaokulu diye bir şey şimdi de var ama o yıllar lükstü. orta sınıf bir ailedendim, yine de gidebildim. yüzümden hiç silinmeyen yaraları ve oyuna alınmayan olduğumu saymazsak çok kötü geçti diyemem ama mesela tüm sınıf sınıfta oynarken, yazın sıcağında ateş gibi olmuş bir demir kaydırağın üzerinde oturup zamanı düşünen bir çocuktum. zaman… o neydi? kafam epey karışıktı ve cevap verebilen yoktu. kimse, hiçbir şey çare ve cevap değildi hiçbir şeye. öteki olmayı ilk kez fark ederken çok garip hissediyorsunuz. bu, cemiyete ilk karıştığınız an oluyor. yani herkes birlikteyken siz bir şekilde aralarına dahil olamıyorsunuz ve sizin o halinizden rahatsız olan bir hoca, öğretmen, pdr uzmanı, ne bileyim, aile büyüğü olmuyor. yani bin kişi kenardayken bir kişi burada ve görünmez olmayı başarmış nasıl yapmışsa. hatta şunu çok iyi hatırlıyorum anaokulu ablası oyuncakları toplama ödevini bana verir, diğer çocuklarla bahçeye çıkardı. şimdi düşününce garip geliyor.

aslında buraya kadar -kendi yakıcı sorularımı saymazsak- pek bir sarsıntı olduğunu söyleyemem annesizliğim hariç ama dediğim gibi, ötekiliğin açılışı yapılmıştı. insan bazen düşünüyor, seni kim öteki yapıyor? niçin karışmıyorsun diğer çocukların arasına? içinden mi geliyor ve niçin?

yaşım altının başındayken ilkokul denen şeye gönderildim. her gün sürükleyerek götürdüler ve okula gitmemek için her gün ağladım, okula başlamak için ağlayan kardeşime koşut. orada, işte orada tüm karakterimi çizgi çizgi belirleyecek olan, bana altı hastalıklı romanı yazdırtan ve yenilerini yazdırtacak olan, tüm hayatım boyunca da izlerini silemeyeceğim bir çağ başlamış oldu. aslında çocukluk travması ve ergenlik travması arasında bir önem tartışması vardır psikolojide ama benimki ikisini de kapsıyor. yani altıda başlayıp on altıda bitecek olan sistematik fiziksel şiddet ve kafa karışıklığının artçıları çok uzun bir süre devam etti. yazarken bazen çıplaklık miktarını doğru ayarlayamıyor olabilirim. bu yazıyı kontrol etmeyeceğim.

yüksel karaköse, ismi bu. sağ mı bilmem. mesleği öğretmenlik ama kendisi bir çocuk düşmanı. sanırım beni hayatta nefret ettiği birisine benzetiyor olacaktı ki özellikle bana yöneldi işkencesi. bilerek ve isteyerek “rezil etme” tabanlı bir işkenceye tâbi tutardı. sanırım sürü kaçışımı tetikleyen bu oldu. belki eğilimim de vardı da o kadın tetikledi. her yirmi dört kasım’da onu nefret ve tiksinti ile anıyorum ama onunla da bitmiyor. şansım buymuş… sınıf derken şöyle tarif edeyim, yetmiş iki öğrenci vardı ve ben çok net hatırlıyorum ki sınıfın içinde ara sokaklar vardı, belalı mahalleler. komik değil mi? yani bazı öğrenciler yere gazete serip oturuyordu ve öğretmen bunu fark etmiyordu çünkü beni dövmekle meşguldü. evet, bu bir şaka değil, sınıfta kafasına göre takılan öbekler vardı. okul ve sınıf leş gibi kokardı. tuvaletler… hatırlamak istemiyorum…

aslında yıllar sonra teşhisi kondu ki iki problemim vardı: disleksi ve dikkat eksikliği hiperaktivite bozukluğu. bunlar kulağa geldiği kadar sevimli değil. beyin biraz tuhaf çalışıyor. yani dikkat eksikliği her çocukta olur da tek bir cümlenin sonuna kadar dayanabildiğini hatırlamıyorum geleceğin yazarının. disleksi de ayrı bela… mekân konusunda berbatımdır. mimarım ama devamlı kaybolurum. bu beyinsel. harfler de devamlı yer değiştiriyor. sayıları hiç söylemiyorum. bu bana yetişkinlikte kelimelerle dans hürriyeti verdi, şu an pek şikâyetim yok, kaybolmaları saymazsak. durum şu an bu ama bir çocuk bu durumda iken arkadaşlar, öğretmenler tarafından “geri zekâlı” damgası yiyor. disleksi ebeveynlerini çok iyi anlıyorum. beni bulurlar, onlarla konuşuyorum.

bizde farklılıklar hastalıktır. deli veya aptal deniyor, ilaçla turşuya çevriliyor bugün ama o gün bu bile yoktu. derslerin kötü oldu mu, geri zekâlısın. 

delirerek ölmekten korkardım. bir çocuk bundan değil, topunun kaybolmasından, yere düşmekten, köpeklerden filan korkmalı. benim korktuğum buydu, hâlâ da bu: ölmek ama delirmekten, delirmek yüzünden ölmek!

çok uzatmadan şuna geçeyim, o zamanlar ortaokul diye bir şey vardı beşten sonra geçilen ve gittiğim okul göç alan bir anadolu şehrinin, tüm kenar mahalle serserilerini toplayan bir çöplüktü. okula girişte kavgalar, okulda kavgalar, çıkışta kavgalar… çocuk çeteleri, bıçak taşıyanlar, hoca döven öğrenciler, hamile kızlar, bıçaklanan ve intihar eden öğrenciler… tacizi, dayağı, okuldan kaçmaları söylemiyorum bile. biri hamile kalır okulu bırakır, ötekinin babası ölür de evi geçindirmek zorunda olduğu için okulu bırakır. herkesin sağ çorabında kelebek bıçak, sol çorabında sigara vardı. ben de -gurur duymuyorum ama- sınıfı ateşe verdiğimi bilirim. bu koşullar altında kafayı yemiş, önüne geleni döven hocalar… bu cehennemde üç yılım geçti ama hayatımın bu en kırılımlı evresinde çok şey değişti, çok şey kaldı ve otuz yıl hükmündeki bu üç yıl en kalıcı, en iz bırakıcı dönemim oldu. bugün bile bazı hamlelerimin altında o günlerin gölgesini, hıncını, izini hissediyorum. aniden sınıf atlamış bir orta sınıf ailenin kavgalı ergenliğini geçiren unutulmuş bir çocuk olarak geçti… o yıllar en parlak şey resim yeteneğimdi. evet, birden parladı ve resim öğretmenimin güzel sanatlar teşviki ile devam etti. lakin bırakın fakülte hayalleri kurmayı, ben sınıfı doğru dürüst geçemiyordum. on bir zayıf getiriyor, tek imza farkla affediliyordum. sorularımı ve dünyamı anlamayan hocaların en aydınının velime şikayeti, “zeki ama çalışmıyor.”

sokakta çeteler, okulda hocalar, evde baba şiddeti ile üç yılım geçti.

annesizlik babasızlığa evrildi. ekonomik sınıf atlayışımız uzun sürmedi, birkaç yıl içinde bu sefer de dibi gördük. ortaokul gelip geçti ama bu sefer de lisedeki ailevi, ekonomik problemlerim başladı. çok uzun uykular, arkadaşsızlık, bulanık bir gelecek ve nefret dolu günler… ilk âşık oluşlar, kafa karışıklığı, ümitsizlik, belirsizlik, aşağı olma hissi… sonra bir gün dümdüz olan lisemize fen lisesi öğrenciler gelmeye başladı. resmen sınıf karmasına döndü okul. yani adını yazamayanlar ile ülkenin en iyi fen lisesinden kaçıp gelenlerin birlikteliği… gerçekten, şaka değil; bir arkadaş dokuzla yediyi çarpamazken lise ikideydi. puan gibi filan sebepleri vardı tabii gelişlerinin altında ama bu bende çok farklı bir ışık yaktı. ömrümde ilk kez zeki çocuklar gördüm. aynı dili konuşmuyorduk, aynı kaygılarımız yoktu, aynı yöne bakmıyorduk ama seziyordum, onlarda yakın bir şeyler vardı. onlarla arkadaşlık kurarken, hayatta ekonomik sınıf dışında bir sınıfın daha varlığını gördüm. bu bir gelişmişlik ve kültürdü. arka sıralarda at yarışı oynayanlarla dolu, kavgası, dövüşü, küfrü, tacizi ile hayatta hiçbir amacı olmayan bomboş bir kitle ve ders çalışan, ders çalışmakta yarışan, puan, net, sınav, bunları konuşan bir kitle vardı. bu bana çok garip geldi. safımı seçmem bir yıl aldı.

ait olmadığınız yerde durmak tam bir işkence ama oraya gerçekten ait olmadığınızı anlamanız için az daha ait olduğunuz bir kitleyi görmeniz gerekiyor sanırım. lise üçe başlarken hayatında pek kitap okumamış, hiçbir ders kitabının yüzünü açmamış, dil nedir, kültür nedir bilmeyen, o yaşına kadar da sadece hakaret görmüş bir çocuktum. yani hiçbir şeydim. içimde uyuyan bir şeyi ilk kez hissettim. uyandırmaya karar verdim.

devrim… tuhaf şey… özgürlük ve aydınlık zorla olmaz bilakis zorla olan sahtesidir. sen alırsın ve zorla alırsın. kimse sana özgürlük ve aydınlık hediye etmez. evet… devrim… evrim gibi değil çünkü eski formum bir hafta içinde dumanlara karıştı… çevrem, bu aşırı değişime anlam veremedi ama ben çok korkunç bir şeye başladım.

tüm ömrüm boyunca kitabın yüzünü açmamış, okulu bitirme ümidi olmayan bir çocuk olarak, o fen liseliler ile yarışacaktım. pırıltısını hissettiğim şey artık gözlerimi kamaştırır olmuştu. geç gelen bir misafir, öğlen uyanmış bir aslan gibi…

ilk okuduğum kitapları iyi hatırlarım… acar baltaş’ın “üstün başarı” kitabı… sonra tübitak yayınları’nın tüm kitaplarını bitirdim. doğan cüceloğlu’dan “yeniden insan insana” ve yine acar hoca’dan “beden dili” kitaplarına, siftahını açmadığım derslere aynı anda başladım. gözümü bozdum. nihayet lise üçe başlarken gözlüklü ve doluydum. inanılmazdı.

o dönemi anlatmak çok zevkli ama detaylara boğmak istemiyorum. neticede devamlı derslerden yüz alarak, günde on iki saat çalışarak, bir dershaneyi ücretsiz kazanarak iki yılım geçti ve mimarlık fakültesine ham puan birincisi olarak girdim.

bu evrede çok tuhaf bir şey hissettim. yeni formum, yani on kilo vermiş, kafasını sıfıra vurdurmuş, günde on iki saat okuyan halim, çok keskin bir zihne sahipti. bunu bu kadar berrak olarak hayatımda bir kez hissettim. o devrenin bir sihri vardı sanki. öğrenmek, düşünmek, hesap etmek, tasarlamak, ne bileyim, hayal kurmak, anlamak, sanki çocuk oyuncağıydı. sanırım bu asosyallikle ve telefonsuz, yani sosyal medya ve bilgisayar olmayan bir çağın içinde olmakla da ilgili. (bilgisayar ile altı yaşımda tanıştım ama on altı yaşımda veda ettim). aklımın değilse de zekâmın ifratlaştığı çağ da on sekiz yaşımdı. allah’ım… çok keskindi.

aslında hikâye burada bitse belki bir başarı hikayesi sayılabilir ama eski travmaların bedeli ve kafa yakan felsefi sorular ile başlayan üniversite yıllarım gece gündüz okuyarak, düşünerek, film izleyerek asosyal bir şekilde geçti. tüm necip fazıl külliyatını bitirdim. nietzsche ile üniversitede tanıştım. ilk yıllar matematik çalıştım ve asal sayılarla ilgili bir çalışma yaptım. bilim okudum, nümerolog oldum, sinefil oldum, materyalizmden, tasavvufa, oradan edebiyata savrularak, bilhassa psikoloji namına ne varsa okuyarak dört yıllık mimarlık fakültesini dokuz senede bitirdim. birinci girdiğim fakülteyi sonuncu bitirdim ve bir mezuniyet töreninim bile olmadı. bunda şüphesiz üniversitenin ilk yıllarında başlayan şiddetli bir aşkın tam sekiz sene aralıksız, bir merhaba diyemeden platonikçe sürmesinin de tesiri büyüktür. yani kafam aşk ve felsefe arasında çok karışıktı. onlar yendi, ben kaybettim.

ilk devrimim kitap diye bir şeyi fark ettiğim 1999 senesinde, ikinci devrimim kendilik inşasını keşfettiğim 2008 senesinde oldu. yani kendimi sil baştan iki kere yazdım, yeniledim. ama büyük devrime daha zaman vardı.

okul ve askerlik sonrası taşındığım bürokratik başkent ankara’da geçen ilk yıllar bana yaramadı. kapalı, muhafazakâr, platoncu geçen yıllar, asla alışamadığım kapitalizm ile mücadele etmek erken yaşlandırdı. hayatın neresinde olduğum sorusunu bin yıllık hazır cevaplarla, tampon ilkyardımlar ile güya çözüyordum ama çözülmeden birikmiş sorular bir gün patlayacaktı.

bir şeyler yazıp çizmiş, ilk romanını karalamış, üniversite yıllarında da âşık olup şiirler biriktirmiş bir adamdım ama fikir çilem beni bir şeye dönüştürüyordu. kendimi kendim gibi hissetmeden -bu hissi bilirsiniz- aylar geçiyor ve ben kabuğuma sığamıyordum. sanki bir şey yarım kalmıştı, bir teker tümsekte. neydi olmayan, içimde kavrulan neydi? ben neydim ve ne değildim? niçin, niçin devamlı huzursuzdum?

bu kadar hikâye yetmez gibi, on iki yıllık canım şair dostum, yalnız insan fatih, tutunamadı; ağzına bir tabanca soktu ankara’da.

ben tutunmaya devam ettim.

2015 yılında, kötü bir romanın yazarı ile tanıştım. o kötü romanı okuyunca hayatım değişti. yapmaya son derece ehil olduğum ama yapmadığım bir şeyi hissettim. elimdeki karikatürde insan tek parçalı idi; oysa onlarca yıldır ben insanın tutarsızlığını düşünüyor, tutarsızlığının şarkısını dinliyor, tutarsız bir insanı yaşıyordum. dostoyevski’nin karakterleri gibiydim. kötücül, tereddütlü, intihar eğilimli, depresif, kendiyle ve hayatla kavgalı, çatışkılı, çelişkili bir mahluk… niçin kendimi, bu bildiklerimi yazmıyordum? niçin bu karikatürleri okuyorduk?

oturdum yazdım ve yazarken yazdığım şeyin sonunu ben de bilmiyordum. bu ses ne güzeldi, ne keyifli, ne kendilik dolu… arındım. yazarken arındım.

palyaçonun listesi’ni yazdım.

ankara’ya ilk geldiğim dönemde kaldığım otelde geçen bir kitap. hep yapmak isteyip de yapamadığım terki yapmış, kendini arama yolculuğuna çıkmış bir adamın hikayesi.

ülkenin en kötü yayınevinden çıkmıştı ve yayınevi de şaşırmıştı çünkü ilginç bir şekilde kitap, okundu. evet, okundu. hiç tanınmayan bir yazarın, tanınmayan bir yayınevinden çıkmış romanı okundu.

bu bana tuhaf bir cesaret verdi. ve yıllardır sancısını çektiğim, geri sayımı süren, damla damla biriken, dibe vuruşumu bekleyen us çağım, 2017’de, 13 ocak 2017’de gerçekleşti.

bu çok tuhaf bir histir. yani bunu nasıl anlatacağımı bilmiyorum, bir gecede her şeyi fark etmeye başlarsınız. binlerce kitap okuduğum, yüzlerce sayfa yazdığım halde, usumun, us’un ambalajını tam 33 yıl boyunca hiç açmadığımı fark ettim. sadece paketi bozmadan içine bakmışım kibarca. evet, ambalajı açılmamış bir us, 13 ocak 2017 itibarıyla tarafımdan kullanılmaya başlandı ve tüm o dev değişimlerim sonra gerçekleşti.

ilk meyvesi şizofren romanı oldu.

o hissi şöyle tarif edeyim, bir balıksınız ve ilk kez suya giriyorsunuz. kendinizi birden anavatanınızda hissediyorsunuz. hani vardır ya, doğaya salınan aslanların videoları… o kareler gibi. ilk kez uçan bir kuş gibi kanatlarımı hissettim; yani kalemimi!

felsefenin doğduğu yere, aydın’a taşındım. kendimim. olabileceği kadar hürüm. o tarihten beri beş kitap yazdım. yani 33 yılda bir kitap ve 4 yılda beş kitap. bugün, terk edebileceğim ölçüde kapitalizmi terk ettim. toplumla, sınırlı bir temasım var. 20 yıldır hiç televizyon izlemedim, pek sosyal yaşamım yok ve ana ilkelerini oturtmakta olduğum bir felsefem var. gayem, en dev gayem, en büyük utkum, hayalim, o dev şah eseri, o dev kitabı yazmak, yazabilmek… edebiyatı ve felsefeyi zirvede buluşturacağım. türkçeye, türkçemize bu kitabı kazandıracağım. tanzimat’tan beri can çekişen entelektüelsiz, aydınsız, esersiz, özgün fikirsiz ülkeme ve dilime, bu dev eseri kazandıracağım. tüm sancım budur. tekrar ediyorum, ana gayem budur. ezberci kafataslarından sızan ziftin kokusu nicedir midemizi bulandırıyor. çöplük haline gelmiş kellelerde fanatizmden başka bir şey yok. gri renkleri unutmuş bir coğrafyanın evlatları… dil, dilimiz, bu dil ve bu çağ bu eseri hak ediyor. hayalim, düşüm ve tek gerçeğim o… o, onun için yaşıyorum ve gerekirse onun için ölürüm de.

altı yaşındaki, cebinde simit parası bile olmayan gariban bir çocuğu tahtaya çıkartıp dövenlerin bile belki evine girecek o eser. onlar hiç utanmadan gurur bile duyarlar. bu şarkıyı “okumaz” diyenler için, hastalığını bulaştıran hasta ruhlu öğretmenler ve cemiyet için söyleyeceğim. cemiyet… hayrı dokunmayan ama bolca hesap soran, sonra da teşekkür bekleyen bir asalak işte…

ama bir süre çağ ve ilham pişmeli; doğru zamanı ilhamın kendisi seçecektir. o gün gelinceye kadar çıldırasıya okumalı, düşünmeliyim… o’nun daveti, o’na yakışan davet böyle olur.

gördüğünüz gibi bu bir ağanın veya paşanın kazanma hikâyesi değil.

kaybetmiş bir adamın hikâyesi. 

*omurga 2.etik 3.estetik acı aforizma ahlak akıl anlam aşk ben bilim cemiyet değişim dolunay doğa duygu edebiyat estetik etik evrim felsefe insan kitap kötülük mimesis mutluluk nietzsche psikoloji sanat sevgi sinema sosyoloji söyleşi sürü tekamül tin us varoluşçuluk zeka çürüme ölüm özgürlük şair şiir şizofren

“kaybetmiş bir adamın hikâyesi” için 2 yorum

  1. Duygularını ve kendini tam olarak açtığın ilk yazın olmuş.
    Tekrar duygulu bir an yaşadım.❤

kanaatiniz nedir?

%d blogcu bunu beğendi: