“seni diğerlerinden farksız yapmaya, bütün gücüyle gece gündüz çalışan bir dünyada, kendin olarak kalabilmek, dünyanın en zor savaşını vermek demektir. bu savaş bir başladı mı, artık hiç bitmez.”
e.e.cummings
kiergaard’ın henüz anlaşılmaya başlandığı, ilk modern psikoloji çalışmalarının yapıldığı, ardı ardına iki dünya savaşına gebe olan bir dünyada, ikinci dünya savaşını bitirecek olan bombanın babası einstein’dan dört yıl sonra doğan kafka, belki de çağına uygun bir çocukluk geçirmiş olacak ki bizlere miras olarak korkunun antolojisini bırakmış.
yakından ilgilendiğim varoluşçuluk felsefesi, modern psikolojide yaklaşımlar veya çeşitli fikir akımlarına can veren edebiyatçılar hakkında, daha önceden de sözel olarak ifade etmeye çalıştığım, bazılarını da atladığım kavramlar hakkında bir yazı yazmak, benim için son derece keyif vericidir. belki de bunların tam ortasında en önemli yerde bulunuyor kafka.
aslında kafka’nın da bizlerin korkmadığından korktuğunu iddia etmek yerine, bizim yüzleşemediklerimiz ile yüzleştiğini söylersek yerinde bir tespit olur.
sondan başlarsam, şato’da özellikle ortaya çıkan belirsizlik hâli gizli bilinçaltı korkularını ayaklandırıyor. zâten, artık neredeyse ispatlanmış bulunuyor ki korku psikolojisinin temelinde belirsizlik duygusu yatar. labirentlerden oluşan bir “şato” ve neden çağrıldığı bir türlü tam olarak anlaşılamamış olan bir kişi, sayfalar dolusu belirsizliği ve de doğal olarak ham hâldeki korkuyu okuyucunun üzerine boşaltıyor.
ânî bir korku filmi karesi gibi değildir kafka’nın sunduğu korku. bir gerilim filmi formatındadır, pasif ama süreklidir ki yüksek ihtimalle de bu yüzden daha etkilidir.
dava’daki belirsizlik duygusu da şato’dakine benzerdir. belki de denebilir ki, kafka bir şekilde geceli gündüzlü bütün hayatında bu kâbusu durmaksızın yaşamakta ve yaşadığını da bizlere aktarmaya çalışmakta. yarını tamamen belirsiz olan ve giderek de belirsizliğini arttıran bir dünya düşleyin… bu dünya kafka’nın…
her ne kadar kendimi varoluşçu ekole yatkın görsem de artık tamamen eskimiş bir kült olan freud doktrinini, kafka üzerinde uygulayabiliyorum: yaşamındaki baba figürünün baskıcı ve engelleyici tutumu ve çocukluk yıllarının çok fazla etkin olduğu bir yaşam öyküsü… yaşam öyküsü ki gençlik yılları (varoluşçu ekolün babası olarak görülen) kiergaard ile nietzsche ile geçerken içi buram buram kaynağı belirsiz korkularla dolu. bu korkular belki hayatın kendi dokusundan, belki de yarına dâir her şeyden gelmekte.
yeri gelmişken söyleyelim, varoluşçulukta dış dünyaya yorum getiren, var olanın kendisidir; biziz yâni!
varoluşçuluğu sık tekrarlayınca, freud doktrine sonsuz mesafede olduğum düşünülebilir. jung kadar yaklaşmayı yeğliyorum en fazla. evet, ortak bilinç dışı havuzundan söz etmiştim, arketiplerden yâni.
arketip, bütün insanların doğuştan sâhip olduğu birtakım bilinç dışı semboller, soyutlamalardır. kafka döneminde, henüz tam olarak ortaya konmuş olmamasına rağmen bunu bir şekilde fark edip kullanması olasıdır. fikir babası carl jung, kafka’nın çağdaşıydı ama bu fikir tam olgunlaşmadan kafka öldü. zâten edebiyat dünyası psikoloji için hep öncül olagelmiştir. belki de gelmiş geçmiş en büyük edebiyatçı olan dostoyevski, biliniyor ki, bilinç dışına verilen önem, oedipus (ödipus) kompleksi ve bazı rüyâ yorumları bağlamında freud’a öncül olmuştur.
”çobanı olmayan biri sürü… herkes aynı şeyi ister, herkes birdir. başka bir şey isteyen kendi arzusuyla tımarhaneye gider”
nietzsche
kafka’nın arketip farkındalığı fikrine dönüşüm’ü okuyuşum ile gelmiştim. bazı kavramların fazla imgesel ve basit sunulmasına karşın etkili olması bana bunu düşündürdü. dönüşüm konusuna girmeden önce dava ve şato’yu tamamlayalım istiyorum.
bir ritüel; bilinmiyor. bürokrasinin çeşitli kademe, biçim ve tipleri… o da bilinmiyor. bilinmiyor ama bunlar devam etmeye ve şuurumuzun derinliklerini rahatsız etmeye devam ediyor. kitap boyunca hem de. kitap bitiminde damağımızda kalan ile kitabın ortası arasında çok fark var, diyemem. bunun temel sebebi bitmemiş olmaları belki… veyâhut kafka deyince, mesajını kitabın ilk çeyreğinde veren bir yazarı hatırlamalıyız belki de…
başta söylemiştim, kafka’nın bana göre en karakteristik özelliği, tuhaflığı ve korkuyu, hayatın çok içinde ve olağan olarak algılaması ve de algılatması. belli bir süre sonra okuyucu olarak siz de kendinizi bitmeyen bir davanın içinde hissediyorsunuz.
şato’nun, yazarın da üzerinde belki yeterince çalışamamasının verdiği sıkıcılığın ötesinde hatırıma bir konuyu getirdi. 1999 yılında bir matematik profesöründen limit konusunu özetlemesini istemiştim. şu örneği verdi: “bir araç düşün. durmadan bir direğe doğru gidiyor ama bir türlü de çarpmıyor. sürekli yaklaşıyor ama çarpmıyor. gitsen ve bin yıl sonra geri gelsen, hâlâ o aracın direğe doğru gittiğini görürsün.” belki de teokratik bir ulaşılmazlıktır ki şato’ya varış, böylesi bir imkânsızlığa denk düşüyor.
ve belirtmiştim, kafka’nın dinsizliğini de seziyoruz şato ile.
beni bu üçü arasında en çok etkileyen elbette ki ilk okuduğum kitabı, dönüşüm. dönüşüm’de, belki de benim düş gücümdendir bilmiyorum, sembolik çok fazla öğe vardı ve her biri de çok farklı konu ve durumlarda farklı şeylere karşılık gelebiliyordu.
yine tipik bir kafka eseri olarak, bir tuhaflık ile başlıyor kitap. bu bize olağan geliyor ama! böceğe dönüşen bir adam, yazarın güçlü kaleminde normalleştirilince, bize de şaşırmamak düşüyor. ama ilginç bir biçimde kendi şaşırmazlığımıza şaşırıyoruz. bu kitap, okuyucuyu kitapta bir karakter yapıyor ve kitap diye baktığınız şey sizin kendi öz zihniniz oluyor! evet, kendinizi okuyorsunuz.
kafka’ya bakınca ben bir bebek görüyorum. kısacık kolları ile bir şeye uzanmaya, devamlı uzanmaya çalışıyor. ama uzanamıyor! dönüşüm’de bir metamorfozun ardından zâten böcek olan toplumun gerçek yüzünü gören bir kişinin bunlara alışma sürecini, bir sarhoşun ayılmasını konu alıyor aslında. hakîkat peşindeki bir filozofun evrene şaşkın gözlerle bakmasını hatırlatıyor.
insansı bir yan, doğal bir istenç olarak ise eski hâline dönmek istiyor. işte ulaşılamayan şey bu eski hâl ve bir türlü de tam girilemeyen yeni hâl; kısa kol örneği ile bunu kastetmiştim. ne mutlu bir böcek gibi yaşamaya başlayan ne de eski insan formuna dönmeyi başarabilen bir insan. bu biziz… biz, bu kitabın gözünde, bir hilkat garibesiyiz!
bir böcek bir insana hangi gözle bakar? tiksinmez mi? yâni aslında onun dünyasında da bizler böceğiz. yâni toplum denen sürü, insan ise sarhoşluktan sıyrılmış bilgeler böcektir veyâhut tam tersidir. iki taraftan her biri de birbirinin gözünde böcektir yâni!
kafka’nın dönüşüm ile böcekleştirdiği aslında gregor değil, bütün dünya. kafka toplumu, bununla da hayatı böcekleştirmiş bulunuyor.
makineleşen bir dünya ile sanayi devriminin seri üretimindeki insan, ucuz, basit yanları giderek bârizleşmiş ve de aşının îcadıyla patlama yapmış bir insan sürüsü toplumunun içinde, olması gerekenden fazla, çok fazla olağan olunca, kafka’ya da buna işaret etmek ve de bize nesnesiz bir entelektüel kriz vermek düşüyor.
“insanlar arasında olmak, hayvanlar arasında olmaktan daha tehlikelidir.”
nietzsche
*omurga (7) 2.etik (20) 3.estetik (11) acı (8) aforizma (22) ahlak (60) akıl (9) anlam (7) aşk (53) bilim (35) cemiyet (11) değişim (8) doğa (12) duygu (8) edebiyat (48) estetik (9) etik (14) evrim (20) felsefe (134) insan (87) kitap (43) mimesis (13) mutluluk (7) nietzsche (9) psikoloji (138) sanat (11) sevgi (18) sinema (12) sosyoloji (86) söyleşi (11) sürü (8) tekamül (7) tin (10) us (11) varoluşçuluk (8) zeka (8) ölüm (8) özgürlük (7) şair (9) şiir (34) şizofren (9)
“dönüşüm, dava, şato ve kafka üzerine” için 2 yorum