(ileride müstakil bir kitap olsun istediğim insan psikolojisi araştırmalarım hakkında bir özettir.)
çalkalandı, sallandı, değişti ve son dönemde yükselen birkaç haritaya evrildi insan ruhuna bakış.
ciddiye alınabilecek iki ana kol var bugün.
viyana ekolü de diyebiliriz, freud’un elleriyle kazdığı bilinçdışı kazı o kadar ilerledi ki nihayetinde geriye hasta bir köleden başka bir şey kalmadı. dürtüleri ve çocukluğunun esiri olmuş, farkında olmadığı zihinsel süreçlerin fırtınasında uçuşan bir iradesiz yaprak, kuru yaprak kaldı geriye. yani insan sahiden böyle miydi? bu kadar zavallı, bu kadar iradesiz miydi? neyi kazısak altından bir zavallı şehvet ve hiddet mi çıkıyordu?
özgür irade sorunu felsefenin en temel sorunlarından biri. bunun aslında ispatı ve çürütmesi olmaz, inancı olur ama bu inanış kökten yarmıştır psikolojiye bakışı da. freud’un çizdiği tabloda insan determinist bir makine. makine diyorum çünkü bildiğimiz makinelerden karmaşıklık hariç pek farkı yok.
freud’un sayısız tecrübesi ve çevreye başınızı çevirdiğinizde gördükleriniz, bu tabloya uyuyor gibi. hasta, saldırgan, şehvet dolu bir yaratık… özgür irade mi, o da ne?
nietzsche freud’u öncelemiştir. özellikle “insanca, pek insanca” kitabı ve sonrası dönemde pozitivizme kaydıktan sonra ulu hocası schopenhauer’ı ve tüm metafizik eğilimleri bırakmış, determinist olmuştur.
yani demek ki neymiş, psikanalitik ekol bir makine insan tarif ediyor imiş.
benim kafam şurada dank etti ki makinisti olmayan bir makine tuhaftı ve bilince bir şeyleri çaktırmak istemeyen bir sansürcü bilinçdışı her şeyin farkındaysa ben hangisiydim, o kim idi? bu sorular kafamı kurcalarken sartre imdadıma yetişti.
ikinci yaklaşım özgür irade.
bahsetmiştim, sartre’ın sıkı bir freud eleştirisi vardır ve ilk okuduğumda ciddiye almadığım için kendisinden özür dilemişimdir. evet, bu sinsi sansürcünün kim olduğu ve asıl benin hangisi olduğu sorusu muamma. e, bilinçdışı fikri de pek hoş, ondan da vazgeçemiyoruz.
sartre der ki: sonsuz özgürsün. farkında olmadan yaptığını düşündüğün şeyleri de bilerek yaptın ve sorumluluk almamak bir kötü niyettir. evet, kötü niyet budur. yaptığım ettiğim ne varsa bendendir ve ben özgürlüğe mahkumum.
işte bu aşırı özgürlük fikri insanı önce heyecanlandırsa da bazı tutuk yanlar hissediyor insan içinde. yani eğilimli olduğu, zorlandığı, iradeli olduğu veya hevesli olduğu şeyler… hadi bunların bir kısmını toplum oraya ekmiş olsun, bir kısmı alışkanlık olsun ama makinenin hiç mi suçu yok? yani saf makinist fikri, sonsuz güçteki bir makinist fikri biraz aşırı değil mi?
ne yapıyoruz; gri formül!
derim ki makinenin bir otomatik pilotu var. dokunmazsan ve makine ile savaşmazsan, makine sürü tarafından ekilmiş bir eylem programı ile hareket ediyor.
makinist özgür ve güçlüyse de makineye her şeyi yaptırmak aynı zorlukta değil. bazılarında çok direniyor, bu da bir efor tükenişi yaratıyor.
üçüncüsü -bu en sevdiğim- makinenin içinde bir bilinçdışı sansürcüsü yok, her şey orada karmakarışık kabloların içinde karışmış halde duruyor; onu oradan bulup çıkartmayı beceremeyen makinisttir.
işte makine üzerinde zor/orta/kolay değişebilir parametreleri bilmek ve onları yönetmek makinistin işi. toplum niçin bazı açılardan makineye, bazı açılardan makiniste benziyor peki? çünkü çok az kişi kendisini yönetmek için eyleme geçiyor ve gücü eline alıyor. bunlar sartre’ın tarif ettiği gibi davrananlar. çoğunluk freud’un tablosuna uyuyor çünkü kendi anlamlarını yaratacak güce sahip değiller.
ben, yani asıl ben, yani gerçek ben makinistim. madem ben makinistim, ilk iş bunu fark etmeli ve müdahale etmediğim için varsayılan (defult) fabrika ayarları ile çalışan makinenin kumanda koluna asılmalıyım.
kanaatiniz nedir?