“eşref-i mahlûkat” diye bir şey var imiş ve anlamı “en şerefli yaratık” imiş ve de insan bu imiş; yani en şerefli yaratık.
bu saçmalığı büyük bir zevkle çürüteyim.
kolaydan başlayayım ki tadı çıksın. kelime kalıbı arapçadır ve arapça bilen bilir ki orada ism-i tafdil var. yani “eşref” ifadesi “en şerefli” değil, “daha şerefli” demektir ve bağlam içinde kıyas ile kullanılır. yani orada en-men yok efenim.
ikincisi bunun kur’an’da geçtiği ki bu bilgi düpedüz yanlıştır. geçmez efenim. ayrıca kur’an’da “insan” dedikten sonra hiç iyi şeyler yazmaz. nankör, yalancı, sabırsız… seç beğen al. ayrıca “el-insan” diye geçenler de harf-i ta’rif’tir. yani falanca insan, “the” insan, şu insan, tikel insan. hepiniz değil, şu adam…
sözgelimi hristiyanlık’ta insan günahlar ile doğar. vaftiz bu yüzdendir. pis doğan tek mahluk yani.
yahudilik’te yahudi olmayanlar hizmetçi yaratıklardır. “goyim” denir. ibranice’de “hizmet hayvanı” demek.
işin semâvi din ayağını başta söyledim ki olguyu rahat analiz edeyim.
yani din kökenli veya varsayım kökenli olarak şu inanç var: insan diye üstün bir yaratık var. bu yaratık kendi içinde eşit ve diğer tüm canlı ve cansızlardan üstün, onurlu ve şerefli!
imdi… kendi içinde eşit filan değildir. aramızda cinsel birleşme yaşayabiliyor olmamız, verimli döller vermemiz ve o klasik tür tanımına uyuyor olmamız bizi eşit kılmaz. bir yılanla insanın çocuğu olmaz ama iki ayrı ırkta insanın çocuğu olur. bu bence kapanmak üzere olan bir evrim açığı. türümüz kırılım içinde ve aramızda verimli döl veremeyecek hale geleceğiz birkaç yüzyıl sonra. evet, teorim bu.
aramızdaki farklar da milletsel filan değil. hepsi kendisini üstün ırk görüyor. tamamen palavra. ingilizler, türkler, almanlar… farkları yok. farklar ferdi, ırki değil. gidin dinleyin; her millet kendisini seçkin millet yapan bir tarih anlatısı ve tüm dünyanın gözünü diktiği bir toprak parçası masalı ile büyür. yani almanlar yalnızca bizi kıskanıyor değil.
ayrıca kendi öyküsünü yaratamamış öyküsüz fertler, ataların masallarına sığınır. doğuştan gelen bir ayrıcalık olur mu ya! nasıl ben hiçbir şey yapmam da bana puan gelir!
babası belli olmayana da küfür ediyorsun, hor görüyorsun. bana benim yaptığım şeyler yüzünden küfür et. edilen küfrü hak etmek isterim; bari cehennemin hakkını vereyim.
doğuyorsun annen baban seviştiği için ve burnunu karıştırarak okullara gidiyorsun ve şunu diyorsun: atalarım kahraman! yani bu şu demek: benden önce ölmüş olanların dediğine göre, benden önce ölmüş olanların bazıları çok cesurmuş; aferin onlara ve tabii sonuç olarak bana da!
pembe yanaklı maymunların tek tür olduğu safsatasına dönersek…
iki kişi düşünün; birincisi şöyle: yere tükürüyor, adını söylemekten aciz, tasla yemek versen köpekler gibi beslenecek, saldırgan, asabi, öfke denetim problemi var, okuma bilmiyor, zekâsı düşük, cinsel güdülerine engel olamadığı için önüne gelene saldırıyor, hiç eğitim görmemiş ve üç kuruşa babasını satar ki aptallık kendi başına kötü kılıcıdır yeterince. ikincisi de bildiğimiz medeni insan. yani, konuşmayı ve dinlemeyi bilen, kadına, doğaya, hayvana, insana saygılı, üreten, okuyan, eğiten, tuvalet kullanmayı bilen, güdülerini erteleyebilen. bu ikisi arasında verimli dölün mümkün olması ikisini aynı tür yapıyorsa tür tanımına karşıyım. apaçık ki ilki evrimde geri. ayrıca sakın yanlış anlaşılmasın, bir hastalık veya zihinsel engelden değil, dünyayı kaplayan milyarlardan bahsettim ilkinde. insan denen virüsten.
ibn haldun‘un mukaddime‘sinde hayvansı toplumlardan bahseder. hatta ona göre – daha doğrusu yedi iklim teorisi’ne göre- dünyanın iklim koşulları insan toplumlarının gelişmişliğinde baş etmen.
bu tür konusuna tafsilatlı eğildiğim bir yazım var: yangın çıkaran insanın evrimi.
durum buyken “insan şöyledir” şeklindeki tanımların hepsi güme gidiyor. yani bu tip tanımlarda mevcuttan değil, potansiyelden bahsetmiş oluyoruz.
başka bir şey daha… orman yakan, hayvan katleden, ozon delen, dünyayı plastik çöplüğüne döndüren, denizlere kimyasal atıkları boşaltan, sırf zevk olsun diye son teknoloji tüfeklerle kuş vuran bir yaratığın nasıl bir üstünlüğü olabilir? bu canlı nasıl masum bir kediden, uçan kuştan, toprağı havalandıran solucandan daha şerefli olur?
milyonlarca köpekbalığının yüzgeci kesilip ölüme terk ediliyor. düşünsenize, çorba için. diri diri derisi, kürkü çıkartılan tilkiler var. bunlar azbuz değil. insan budur. filin dişini kopartır, hayvan daha hayattayken, gergedanın boynuzunu… örnekler çoğaltılır… çoğu süs ve zevk için maalesef.
bazı canlılar kötü şöhrete sahip… yılan mesela. adamın eli yok kolu yok, yoluna çıkar da tehditlerine aldırmazsan ısırır tabii. iyi de eder. daha çok ısırsa keşke. maymun… maymundan gelme fikri sırf bu sevimli hayvanın kötü şöhretinden inkâr edilir. unutmayın, ozon delen şempanze yok, orman yakan goril yok! domuzun kötü şöhreti de etinden. yeme kardeşim! ye diyen kim? o da çok meraklı zaten senin kendisini yemene. yarın kalp ameliyatı olacağın zaman domuzdan -protein benzerliği dolayısıyla- mümkün olan organ nakillerini araştırırsın ama. evet, domuzun dokusu insana en yakın dokudur. toprağı sürüyor, ne bulsa yiyor; senin gibi israf etmiyor. böcekler… onlar olmasa doğa anında çöker. eski mısır kıymetini bilmiş şükür bokböceğinin filan.
neyse… demem o ki sevimlilikse sevimlilik; doğadır güzel olan, insan değil. süsü yok, tüyü yok, ötüşü yok, dansı yok… doğaya doğadan daha düşman ve zararlı başka bir canlı, içine girdiği cennetleri elli yılda cehennem yapan, içinden çıktığı cehennemlerin elli yılda cennet olduğu tek tür…
ayrıca “düşünebilen hayvan” filan gibi tanımları da insanların bazılarına ait. asla ve asla, düşünmek eylemi kitlelerin işi değildir. zekâ desen, çoğu kedi köpek toplum ortalamasından zekidir. işaret dili bilen gorillerin iq seviyesinin insan toplumuna denk olduğu biliniyor. teknoloji filan diyorsan, o bir birikimdir; iki yüz bin yıllık bir aktarım ve birikim ve yine çoğunluğun sayesinde değil, çoğunluğa rağmen bize gelmiş bir birikim. insanın yaktığı brunolar’ın, insanın zehirlediği sokratesler’in, insanın aforoz ettiği spinozalar’ın bize ilettiği bir birikim…insan sayesine değil, insana rağmen iletilmiş olan…
doğanın üzerinde olmadığı ve kendi içinde eşit olmadığı meselesini hallettik. gelelim üstün olanlarına.
öncelikle, bu çok küçük bir azınlığın vasfıdır ve tamamen tesadüftür. yani insan olması sayesinde değil insan olmasına rağmen büyüktür kimileri. onları öyle kılan asla toplum filan değildir, topluma rağmen öyledir. eğitim de değildir, eğitime rağmen öyledir.
bence eğitim şöyle olmalı: ilk on yıl, yere tükürmeme, sifon çekme, kadınlara aç aç bakmama, elini yıkama, diş fırçalama ve ağzı doluyken konuşmama eğitimi. bunu başarı ile bitirebilenler şehre alınmalı, diğerleri sürülmeli. sonrası gelir zaten.
şu kadarını bilmek kâfi: sifon çekmeyi bilmeyen milyarlar ile aynı havayı soluyoruz. bir de demokrasi derler… ne saçma şey o öyle. asla savunmadım. sifon çekmeyi bilmeyenlerin yönettiği devletlerde yaşamak! evet, demokrasi denen saçmalık, bilgelerin aptallar tarafından yönetilmesidir. açın platon okuyun, yazar orada bunlar.
ayrıca insan tek başına o kadar da fena değildir de sürüleri çok namussuz, aptal ve kötüdür. ya da jung’un dediği gibi,
hayvanlar kalabalıklaştıkça zekâları artarken, insan sürüleştikçe aptallaşır.
yani paralel bağlı dirençler gibi, on insan bir insandan daima daha aptaldır. ve aptal olduğu için kötüdür. hangisi diğerinden daha beterdir, bilmiyorum.
sonra bir de -buna bayılacaksınız- masum doğma meselesi var… allahım, çıldıracağım! bebeğin kolunun kuvveti, zekâsı, duyu organları mı var! istese bile suç işleyemez ki! nasıl masum olur, beceriksiz! evet, bebekler masum değil kuvvetsizdir. kötülük işleyemez ki! kuvvetlendiği zaman nasıl şeyler yaptığını biliyorsunuz. yukarıda anlattım işte. hepimiz ve her kötü, bir zamanlar bebekti. çok yaşlanınca da aynısı olur. zavallı masum sevimli ihtiyara da masum diyorsun, elini öpesin geliyor. adam masum değil, fıtık ve miyop. biz onun gençliğini de bilirdik… yani sifon çekemeyen aptal kötülerin iki güçsüz versiyonudur bebekler ve yaşlılar.
kırmızıda geçersen tepene binerim, deme bakalım kaç kişi duracak? onca güvenlik kamerasına, polise, mahkemeye, para cezasına, şuna buna rağmen güven içinde değiliz. tehdit insanı ahlaklı değil korkak kılar. ve bizim dünyamız tehditlerle doludur. asla yakalanmayacağımızı bilsek kaçımız masum kalırdı acaba? bir de diyorlar ki insanın özü sevgi ve iyilikmiş! bundan daha masalsı bir laf olamaz. insan kötülük ve nefretle doludur. bunun en iyi ispatı tehdidin kalktığı yerlerdeki suç oranları ve psikoloji deneyleridir. insan kötülük ile yanıp tutuşmaktadır. kim? hepimiz işte!
demem o ki kibirle doluyuz. kendi kibrimizden önümüzü göremiyoruz. kepler “uzayın efendisi değilsiniz” dedi, darwnin “doğanın efendisi değilsiniz” dedi, freud da “siz kendinizin bile efendisi değilsiniz” diye haykırdı ama sesi henüz ulaşmadı sağır kulaklara. tepsi dünyadan ibaret olan kuvöz gibi bir evrende, hazret-i insan için hazırlanmış ve bitmek üzere olan bir tiyatro öyle mi? her şey onun için, her şey ona göre… canım benim. bir kedinin canıyla bile değişmem bir insan ömrünü.
asıl mesele içimizdeki insandan kurtulmak, onu aşmak. o kokuşmuş şey ile yıllarımız yeterince geçmedi mi? bilgeliğe, aydınlığa, nietzsche’nin üstinsanına, maslow’un kendini gerçekleştirenine, insan-ı kâmil’e bir çıkış, bir devrim, bir patlayıştan söz ediyorum. doğuştan gelen avantaj paketlerinden değil. üremek, pisletmek, tüketmek ve geberip kokuşmak için yaşayan yedi milyardan söz etmiyorum; hazır anlam bagajlarından sıyrılmaktan, kendi anlamını yaratmaktan söz ediyorum.