1- babanızın tuttuğu takımı tutuyor, ailenizin oy verdiği partiye oy veriyorsunuz. akrabalarınızın dinindesiniz ve toplumun geneliyle aynı yargıları paylaşıyorsunuz. herkesin aynı şeyi düşündüğü bir yerde düşüncenin olmadığını bilmiyor musunuz? siz bence düşünmüyor, taklit ediyorsunuz. birtakım gerekçeleriniz mi var? karşı parti oy çaldı ve karşı takım hakemi satın aldı değil mi? evet, birinci ilke, toplum/aile ile aynı fikirde olma testidir. bu denk geliş tesâdüf de olabilir ama genel olarak bir kitle psikolojisi işaretidir. bunun ilginç bir örneği de toplum ne yapıyorsa tam tersini yapma eylemidir. o da enerjisini sürü psikolojisinden aldığı için yine bir düşüncenin değil, inadın meyvesidir. yâni “eksi sürü” veya “anti toplum” olmak da orayı referans almak demektir. ya da şunu canlandırın; insanlık aynı anda, birdenbire, bir mucize eseri düşünmeye başlasa hayat nasıl olurdu. yedi milyar kişi aynı dinde, mezhepte, partide mi kalırdı? yedi milyar farklı kanaat mi olurdu? inanmak toplar, düşünmek böler.
2- ilkinde de biraz değindiğimiz gibi, karşıt fikri şeytanlaştırma, karikatürleştirme eğilimlerimizi fark etme ilkesidir. yetmişlerdeki kamplaşmayı hatırlayın. iki taraf da karşıyı şeytan gibi görüyordu ve iki taraf da haktan bahsediyordu. sömürülme, haksızlık, yalancılık her iki tarafta da kötüyken cesâret, onur ve vatanseverlik iki tarafta da erdemdi. peki, bu nasıl oldu? en önemli düşünce jimnastiği karşıt fikri anlamaya çalışmaktır. hak vermek başka, anlamak başkadır. çünkü bazen yalnızca anlama eylemiyle bile karşıt fikrin karşıt fikir olmadığı ortaya çıkar. öteki’ye bakın, nedense şeytansı, yaratıksı, canavarsı, pis, necis bir toplum atığıdır bir zâviyeden. bir bakıma da belki tamamen onun koşullarında doğmuş büyümüş olsanız aynı şey olacaksınızdır.
3- sorgulanmaya hiçbir şeyin kapalı olmaması ilkesidir. yâni otoriteyi reddetme. “aklı aşan” şeyler muhakkak vardır fakat sorguya kapalı bir şey yoktur ve olmamalıdır. bu arada bu ilkeleri konuşurken “bu zâten bende yok,” deyip geçiyorsanız üçüncü ilkeye bir örnek vereyim; evrenin matematiğe uyup uymadığını düşündünüz mü? iki elmanın iki elma ile toplamının dört elma ettiği deneyimlerinizle doğrulanıyor görünse de matematik bir soyutlama biçimidir. insan îcadı mıdır yoksa matematik bir keşif midir? matematik felsefesinde bu çok çetin bir tartışmadır. demek ki neymiş? hiçbir şey sorgu dışı değilmiş. sormak ayıp, günah, yasak, sakıncalı, tabu, çirkin değilmiş.
4- hatalı polarizasyonlarla “düşünüyoruz”. buna “false dilemma” denir. yâni “evrim mi, yaratılış mı?” ikilemi gibi. bu şuna benzer: yemek yemeyi mi seversin, spor yapmayı mı? hatalı ikilemlerde kombinasyon gereği dört cevap oluşur. yâni hem yemeği hem sporu sevenler, ne onu ne onu sevenler ve birer tane de yalnız birini sevenler. bu ikilem başta hatalı kurulduğu zaman tüm tartışma bunun üzerinden gidebilir. yâni bir deli bir kuyuya bir “false dilemma” atar. dördüncü ilke, kurduğumuz ikilemin hatalı olup olmadığını anlamamız gerekliliği. bir şey ya a’dır ya da a değildir. “ya a’dır ya b’dir” derseniz, “c hani?” derler, “gri yok mu?” derler vs.
5- bir fikri tek başına çürütemeyen şüphelerin sayısını ne kadar artırırsanız artırın bir şey değişmeyecektir. bu, tek tokatla yıkamadığınız bir binaya yüzlerce tokat vurmaya benzer. çünkü şüpheler toplanarak çoğalmaz, en kesin olana göre çalışır. bir adamın cinâyet işleyebileceği ile ilgili yüzlerce şüphe düşünün. hareketleri tuhaf cinâyet romanları okuyor, cebinde bıçak taşıyor, geceleri dışarı çıkıyor vs. yüzlerce şüphe var. fakat bu şüphelerin hiçbirisi kanıt niteliğinde olmadığı için bu adama katil diyemezsiniz. aslında bir hâdisenin olasılığının %1 olmasıyla, %99 olması arasında fark yoktur. çünkü her şeyin üç ihtimali vardır: kesin, mümkün, imkânsız. siz şüphe ile yola çıkarsanız, mümkün ile kesin olanı karıştırmış olursunuz. paranoya sâhipleri çok düşer bu tuzağa. sevgilisinin kendisini aldattığına ilişkin milyonlarca “kanıt”(!) toplar. sonra bunlar ile dev senaryolar kurar.
6- çok kişinin düştüğü bir mantık hatasıdır. bir fikir üzerine “düşünüyorsanız” ateistler, komünistler, satanistler, müslümanlar, ingilizler, masonlar vs. diye cümleye başlıyorsanız siz, fikri değil, o fikri tâkip ettiğini varsaydığınız tikeller üzerine konuşuyorsunuz demektir. dünyada hiçbir fikir, onun tâkipçileri tarafından ideal tâkibe mazhar değildir ve hiçbir tâkipçi de bir fikri tam mânâsıyla temsil ediyor değildir. o yüzden komünistler hakkında konuşmak ile komünizm hakkında konuşmak arasında çok büyük fark vardır. insan dediğiniz yaratık şaşırır, unutur, vazgeçer, irâde gösteremeyebilir, aklı kadar anlar, ihtilâfa düşebilir, kendine göre yorumlayabilir. bu kusurlu kopyalarla değil, tümeller ile düşünmeliyiz. yâni “-ist”i değil, “-izm”i.
7- yaşı kaç olursa olsun, çoğu kişinin zaman dilimi on yıldır. ve çoğu kişinin evreni kendi ülkesidir. yine çoğu kişi, bir mesele hakkında konuşurken dar bir zaman dilimine ve mekânsal bölgeye hapsederek fikri boğar. dünya iki buçuk milyar yıllıktır, insan ise iki yüz bin. yedinci ilke, lokal bakıştan kurtulmamız gerekliliğidir. üç beş yıllık memleket meselesini hayatın anlamı sanıyorsanız, elinizdeki merceği bırakın da iki yüz bin yıllık insanlık târihine bir bakın, derim. buna örnek de sabahtan akşama kadar günün fırkasını konuşan karton aydınlardır. bugünün fırkası dünyanın bir noktası kadar küçük bir bölgesindeki, evrenin bir anındaki değersiz bir hâdisedir. fazlası değil.
8- parça bütün ilişkisini doğru anlamak… bütünün parçalarına bakarken hangi cins parçalar ile bütünlendiğini iyi anlayabilmek…
“toplanarak bütünleşme” vardır ki parçaların toplamı bütündür ve bütünden bir parça çıkarmak bütünü değiştirmez. meselâ bir ambar buğdaydan bir avuç buğday alsanız, geriye yine bir ambar buğday kalır.
“çarpılarak bütünleşme” vardır ki bir parçayı çıkarmak bile bütünü çökertir. insan damardan ibâret değildir ama damarsız insan bir hiçtir. ya da bir çocuk göz kapakları sayesinde sınavı kazanmış değildir, dershaneye gitmiş, çalışmış, ailesinden destek görmüş, yetenekli doğmuştur ama göz kapakları olmasaydı sınavı kazanamazdı, gibi…
“başkalaşarak bütünleşme” ilk söylediğimize benzer ama bu sefer bütün, parçadan bambaşka bir şey olmuştur. okyanus damlalardan oluşur ama damla ile okyanus farklıdır, insan ile toplum farklıdır.
başkalaşarak bütünleşmişi incelerken sık yapılan bir de hata var:
meselesine göre değişmekle birlikte birçok meselede tümdengelim düşünme eğilimi içinde olmak îcap eder. yakıcı ve yanıcı maddelerin birleşmesinden müteşekkildir su. ve su, söndürür. yâni hidrojen ve oksijen kimlik kaybına uğrar. parça-bütün ilişkisinin en önemli konusu budur. parçalar bir araya gelip bütüne doğru gittikçe, yeni bir mânâ bürünüşü yaşar ve en önemlisi, o yeni eklenen yeni mânânın nüvesi, özü, kokusu, izi ve esâmîsi tek bir parçanın hiçbir yerinde yoktur. nöronlara bakarak beyni, damlaya bakarak okyanusu, ferde bakarak cemiyeti anlayamazsınız. yönünüzü çevirmelisiniz. atomu, maddeye bakarak anlamaya çalışmalıyız. şiiri bilerek, mısrayı yorumlarız. modern sinemaya bakarak chaplin’i anlarız. yirmi yaşımızı ne kadar doğru anlasak da kırkımız sürpriz kalır. fakat kırkı görürsek, döner yirmiyi yorumlarız. yâni sonuç olarak marx’ın dediği gibi, “maymuna bakarak insan anatomisi anlaşılmaz; insana bakarak maymun anatomisi anlaşılır.”
su damlasına bakarak denizi anlayabilir misiniz? bir cümlesine bakarak bir romanı? insana bakarak toplumu anlayabilir misiniz? hayır, yâni insanı çok iyi anlasanız; toplumu da anlar mısınız? bugünü çok iyi gözlemleyin; yorum yapabilir misiniz çağ hakkında? bir ferdini görün, tanıyın; aile yapısını anlamış olur musunuz? bir davranışını çok iyi gözlemleyerek kişi hakkında iyi fikirlere sâhip olmuş olur musunuz?
parça+parça+parça+parça+(şefin gizli sosu)=bütün
formül aslında buradaki gibi.
9- hiçbir ideoloji, görüş veya fikri toplu hâlde kabul etmek veya toplu hâlde karşı çıkmak zorunda olmadığımızdır. içerisinde alınabilir veya karşı çıkılabilir tarafları olabilir. paket program gibi kabul etmek veya reddetmek, ortada bir düşünce olmadığının en bâriz göstergesidir.
10- fikirler üzerinde çalışırken, kullandığımız fikrin kim tarafından sarf edildiğinin önemsiz olduğudur. fikrin sâhibinin zekâsı, eğitim durumu, siyâsî görüşü, mezhebi önemsizdir. çünkü kendisini değil, fikrini almaktayızdır. dokuzuncu ilkede olduğu gibi kendisini de komple kabul ediyor veya her şeyine karşı çıkıyor değilizdir. çünkü hayat gridir ve kimse hepten haklı veya hepten haksız değildir. hatta daha da ileri giderek, normalde argümanımızın aleyhinde olan bir fikir adamının bir mevzû üzerinde iyi bir fikri varsa karşı olduğu argümanı savunurken bile o fikirden faydalanabiliriz. insanın, o tikel, kusurlu yaratığın hiç mi hiç önemi yoktur?
11- bir şeyin var olduğunu gösteren tek bir kanıtın yeterli olduğudur. var olduğunu gösteriyor olmayan yüzlerce “şey” de olsa o tek kanıt, varlık için kâfidir. çünkü varlığın kanıtı tek şey iken yokluğun kanıtı her şeydir, yâni müşküldür. beşinci düşünce ilkesini hatırlayalım. bir katillik şüphesinden bahsetmiştik. o adamın katil olduğunu gösteren (kamera kaydı gibi) 1 şey var ve katil olduğunu göstermeyen 99 şey (iyi bir insan olması, herkesin sevmesi, sicilinin temiz olması gibi) olsun. 99 yokluk, yokluk için kanıt teşkil etmezken tek bir varlık, varlık için kanıt teşkil eder.
12- hakîkatin aslında ne olduğu ile o hakîkatin yaşanabilir olduğunu ayırma zorunluluğudur. yâni toplumda çok övülen, “özün sözün bir olması” tam bir gaflet hâlidir. ideal hayat yaşanabilir olan değil, düşünülebilir olandır. tüm doğruların, erdemlerin özelliği mükemmel oluşudur. bu mükemmelliğin yaşanamaması sonucu birçok kişi söz-eylem uyumsuzluğu gerilimini yaşar ve ikisinin eşit olması gerekliliği varsayımı ile (genelde) ideallerini revize ederek, eylemleriyle mutabık hâle getirir. bu da ideal ve teorik zemindeki erdemlerin mükemmelliğini gerçek hayatın imkânlarına sıkıştırır. oysa yaşamıyorsak bile ki genelde hakîkat yaşanabilen değil ancak savunulabilen bir şeydir, hakîkati olduğu gibi temiz ve orijinal formu ile savunmalıyız. meselâ “yardıma muhtaç insanlara yardım ediyor musun?” sorusuna, “hayır,” dedikten sonra “…edilmesi gerekir,” diyebilmek bu ilkenin kastıdır. ahlâk eğitimi veren birisi son derece ahlâksız olabilir. bu, verdiği ahlâk eğitimini değersiz yapmaz. tıpkı ahlâk eğitimi veriyorluğu ahlâksızlığını hükümsüz kılmadığı gibi. o yüzden sert bir teori-pratik ayrımı yapıyorum. ikisini son derece ilişiksiz, ayrı, bağımsız şeyler olarak görüyorum.
bir düşünceme “gerçek” demeden önce bu on iki testten geçirmeye özen gösteririm. genelde birkaçına takılıverir. ve yine bu on iki yöntem ile çok kesin sandığım bazı hakîkatlerimi masaya yatırma şansı buldum ve bakış açımı değiştirdim. ciğere yetişemiyorsam, yetişemiyorumdur. murdar değildir yâni. başta da belirttiğim gibi gerçek sadece gerçektir. acı filân da değil, gerçektir, o kadar. kabul edin, sevin, yaşayın, bilin veya bilmeyin; gerçek yalnızca sizin ona karşı olan tavrınıza kayıtsız, sapasağlam, görecesiz ve buz gibi bir gerçektir.
en tehlikelisi olan on üçüncü ama onu işletmek bir hayli zor. yedinci ilkenin azmışıdır kendisi. o da ben insan olduğum için her şeyi insansı, insan biçimci, antropomorfizm içinde düşünme tehlikesine düşmemdir. evren devasa, yaşlı, kayıtsız ama minicik bir böcek olarak ben ve beynim, kendi sınırlarımı yok sayarak her şeyi insansı anlıyor olabilir miyim? evrenin anlaşılabilir olduğunu da nereden çıkardım? kendisinin bana böyle bir sözü olmamasına karşın… kendi sulu sakatatımın dışında düşünme şansım asla ve asla yok. aynı beyne sâhip canlılar arasında bile bu kadar bâriz düşünce ayrımları varken bir de meselâ uzaylılar gelse bizim yazdığımız hiçbir şeyi anlayamazdı. alfabemizi bilse de anlayamazdı. ya da dünyadaki tüm insanları öldüren bir virüs düşünün; tek bir insan bile kalmadığında, o dünyada kalan şey nedir? adâlet kalır mı? güzellik, dürüstlük, samimiyet, okumak, düşünmek? insanı çekince yok olan her şey insansıdır.
kanaatiniz nedir?