türkçe koruyuculuğu saplantılı bir adam olarak okumakta olduğunuz ben, başlık olarak bu sefer tdk’nin bile hevessizce kapsamına aldığı “anomali (anomalie)” sözcüğünü, fransızca kökenli bir psikoloji terimini kullanıyorum; microsoft word 2007 sert bir uyarıyla “aykırılık” sözcüğünü önerirken, tdk gönülsüzce ve fısıltıyla “sapaklık” der. türkçeleştirilmişini bildiğim böyle bir sözcüğü kullanmakla kalmayıp, hem bu türkçe katliamını başlıkta yapıyorum hem de hatamın altını çiziyorum. şunu da unutmuyorum elbette: bu yazıya azıcık göz atacak herkesi iten bu sorudur veya en azından ilk düşünüşte akla gelen bu klişe sorunsalın türevleridir.
neden yazıma bir soruyla başladığıma gelince…
soru sormak, daha doğrusu akılda olmayan bir soruyu yalnızca akıl düzlemine getirmek bile veya zâten göz önünde olan bir şeyi işaret ederek bakış/görüş fenomenini sorgulatmak işi çoğu duyucu için bir “akıl vermek” veya “yanıt vermek” işinden çok daha verimli sonuç verir. tahmin edildiğinin tersine ise yanıt vermek soru sormaktan daha az küstahçadır; benim şu an burada yaptığım iş en kaba çizgileriyle bir “soru sormak” işi. yanıt bulmak kaygısıyla soru soranı küçümseyen bir ideolojinin kölesi olarak şunu söyleyebilirim ki soru üretebilen bir adam, üretilmiş soruya yanıt arayandan üstündür, tâ ki ürettiği soruya bir yanıt arasın. hem soru sormayı beceren de neden yanıt arasın! daha aşağıca olanı ise bir(1) soruya, yalnızca bir(1) yanıt arama işidir. söz konusu düşünücüler, sorabildiği veya sorulabilmiş olan soruya bir(1) yanıt bulabilse ve kendi dört köşe kafası ve had bilmezliği ile bu sorduğu sorunun yanıtını görecesizleştirerek yaymaya ve bu yanıt uğrunda savaşmaya kalksa aşağıladığımız bütün bu diğer işlerden daha sığ bir iş yapmış olur ki yalnızca yanıt bulabileceğine inanması bile cüretkârlık iken kaldı ki bulduğu yanıta inanması…
evrende, yaşadığımız uzayda, gerek numen varoluşsalında, gerekse algısal varoluşta, gerek mikro, gerek makro düzeyde bir düşünüş tarzı benimsediğimize, en anomali zihinler bile âşikâr olanı fark edecektir ki bu da çok fazla gerçekliğin olabileceği ama tek ve yegâne hakîkatin veya diğer bir deyişle bir tek mutlak gerçekliğin olduğudur. hakîkat dediğimiz olgu ise belki yetersizliğimizin verdiği eziklik, belki yanıtı küçümseyip soru sormayı kutsallaştırma veya belki de bir tao yaratmak diyalektiği ile bilemeyeceğimiz veya düşünce kalıplarımızı fazla zorlayan her şeye verdiğimiz isim… yanıtsızlığımızın adı hakîkat iken çok yanıtlı olma durumununki de gerçek… kuantum olasılığı evrenindeyiz ve gerçeklik, “gözlemci” sayısı ile sınırlıdır ama bu “sınırlı” çokluğu şöyle eski bir matematik deyişiyle ifadelendirecek olursak: “sınırsıza yakındır”.
görmek istediğimizi görme saplantımız bize neler yaptırmıyor değil mi; insan zihnine sinsice sokuluvermiş, doğaya anomali, insanlığa mistik bir âlemden mürteci bir estetik anlayışı…
her sayı, başka iki sayının oranı şeklinde yazılabilmeliydi ama neden bir kare köşegeni kenarının “bilindik” bir katı değildi? bu mistik sayılar evrenini, bu dine bağımlı olmayan tarîkatı, bu rakam tapınmacılığını ortaya atan meşhur yunanlı matematikçi pisagor’dur. kendi tarîkatını yıkan ise, ölümünden kısa bir süre sonra yine kendi fikirdaşlarınca çürütülen oranlanabilirlik felsefesi oldu. ilk zamanlar bu “yasak” bilgiyi herkesten gizlediler ve bir tarîkat içi mesele gibi çözümlemeye çalıştılar. ilerleyen dönemlerde ansızın yapılan bir baskın ile “kahrolası kare köşegeni” tüm üyelerin hayatlarına mâloldu. bugün irrasyonel sayılar dediğimiz gizemi onlara borçluyuz ama ne yazık, mistik insan, içindeki mistizmi doğada bulamıyordu.
evren “büyük bir küre” değildi meselâ, iç içe binmiş saydam camlar yoktu; bu bilgi de aristo’nun kemiklerini sızlatıyor olsa gerek.
keşke madde sonsuzca bölüntülenseydi, bir temel parçacığı olmasaydı; keşke en kısa zaman diye bir şey, yâni bilimsel olarak “an” kanıtlanmamış olsaydı. “en az” ve “en çok” bakışlarının tümünde sınırlarla örülü fraktal evrenimiz, bizi, içgüdüsel mistik estetik anlayışlı bizi, bir şaşırtmaca yağmurunda sırılsıklam bırakıyor. bir şeyin ortada, dengeli veya ölçülü olması durumunu hep itici bulan tarafımız, aslında her şeyin öyle olduğunu görünce “uç” diye bir şeyin bu evrende olmadığını kabullenmekte zorluk çekiyor.
kim bilir ne zaman, olduğu gibi ve olmaya çalıştığı gibi, çırılçıplak ve yalın algılayacağız evreni veya daha dar anlamda yaşamı; dikkat ettiniz mi, herkes, bir şeyin ve herkesin aslında olduğu şeyle değil, olması gerektiğine inandığı şeyle ilgileniyor!
zerdüşt’ün hiçbir buyruğunu geri çevirmeyen führer, kendi elleriyle onun frengisini kendi yüzyılına bulaştırdı. bir sosyoloji terimi olarak düşünüldüğünde, yakıt olarak fikirsel bir temele dayandırılarak ön görülen komünizm akımının daha az kısıtlısı olarak bildiğimiz sosyalizmin, yüz altmış türünden en bilindiği olan nasyonalite, milyonları büyüsü altına alıp “üstün ırk” almanya’nın dünyayı yöneteceği fikri, hipnotik etkisi olduğu bilinen kamalı haçın sembolizmi ve propaganda felsefesinin ilk kullanıcıları eşliğinde zihinlere yerleşmişti. olması gereken şey öyle büyülüydü ki, olan şeyi kimse göremiyordu. yakın bir zamana kadar da zenci-beyaz savaşlarında atılgan amerikan sokaklılarının vücutlarını dövme olarak süsleyen kamalı haç sembolü bugün, hristiyan haçından sonra en kanlı sembol olma özelliğini taşımaktadır.
rastlantıya rastlanmayan şu evrende, ilk kaotisyenlerin birer meteorolog olması durumu da rastlantı değildir. ön görülemezlik kuramlaştırıldığından beri, “yarın” kavramı daha can sıkıcı oldu. kelebek etkisinin yönettiği bir kaos evreni, zihin mükemmelliğinin dışındaydı ve düzen sanılan her şey bir karmaşa yumağıydı. anomali sandıklarımız olağan, gelişigüzel veya anlaşılmaz bulduğumuz her olaycık ise daha büyük ve gizemli bir hiyerarşi sisteminin alt biçemlerinden biriydi yalnızca. geride bıraktığımız yüzyıl, parça-bütün algımıza büyük bir darbe vurdu ve artık neyi düşüneceğimizi bile bilemez olduk. bunlar da üst üste bindikçe, soru üretemeyen ama yanıt üretebilen bir toplum haline geldik; sıradaki işimiz, öksüz ve yetim kalmış yanıtlarla ilgilenecek, onlara bakacak sorular bulmak. sorudan önce yanıt bulma işi felsefe yapmak sanıldı ve insanlığın asıl gereksiniminin yanıt olduğu yanılgısına düşüldü; insanlık bugün, içi dolu sorulara muhtaç bir durumdadır.
bir şeyin, hatta her şeyin uç noktalarının düğümlü olduğu ve söz konusu düşünce nesnesinin aşırı küçülmesi veya aşırı büyümesi durumunun aynı topolojik sonucu vereceği fenomeni nicedir bana çekici gelmiştir. yâni siz, bu anlamda son paragrafı en başa yazılmış bir yazıyı okumaktasınız. eğer bu önerme doğruysa, paragraf sırasızlığı bir anomalidir; değilse, bu bir soru olarak kalır! bu yazıda 11 kere “anomali” sözcüğünü veya türevlerini geçirişim ve sizin bunu saymaya çalışmayacağınız da bir anomalidir. her bir parçasının, bir saatin dişlileri gibi birbirine dolaylı veya dolaysızca/doğrudan bağlı olduğu şu yaşadığımız uzay-zamanda, her olgu ve olaylar zincirinin büyük resmin naif çizgilerine eklemlenmiş hinterlandı oluşturduğu hakîkatini göz ardı ederek, ufuksuz bir sözcük attık ortaya: anomali.
peki, anomali nedir aslında? durun, sakın bir yanıt aramayın, çünkü yanıt zâten soru sormanın kendisidir!