emre timur’un “şizofren” ve “palyaçonun listesi” kitaplarına genel bir bakış

yazan:

  • 8 dakikalık bir metin-

ayşe yazıcı yavuz hanımefendi’den palyaçonun listesi ve şizofren romanlarıma dair bir çözümleme…

emre timur’un “şizofren” ve “palyaçonun listesi” kitaplarına genel bir bakış

yazarla tanışma kitabım palyaçonun listesi olmuştu. hangi kitabı ilk kitaptır bilmezken aslında ilahî bir yönlendirme ile yazarın ilk kitabını okumuşum. hemen ardından da yine o ilahî yönlendirme sayesinde tamamen kendi öngörümden azade bir şekilde yazarın ikinci kitabı olan şizofreni okudum.            

her iki kitapta da dikkatimi çeken ana unsur, anlatımın “olay ağırlıklı anlatım” olarak tercih edilmiş olmasıydı. kaldı ki -bence- felsefi içerikli metinler aurası gereği zaten ağır metinler olduğu ve kendine çok geniş bir okur çevresi bulamadığı için olay çevresinde şekillenen bir anlatım; akıcı, samimi, sürükleyici bir hava katması bakımından isabetli bir tercih olmuş.            

felsefî içerikli kitaplarda betimleme olmalı mı diye kendime sorduğum zaman ise şöyle öznel bir çıkarımda bulundum. felsefeyi yaşama katmaya ve okurun elinden tutup onu tanış olduğu bir atmosfere dahil etmek isteyen yazar elbette kaçınılmaz olarak belli karakterler ve onların yaşayacağı bir ortam seçecekti, hal böyle olunca da elbette betimlemeye ihtiyaç duyacaktı. dolayısıyla kurgu, üslup ve içerik örtüşüyor ise belirli yöntemler de hiç sırıtmadan metinde gayet güzel kendisine yer bulacaktır. zaten yazar da “felsefî kitap” değil “felsefi roman” ismi ile kendini tanıtıyor, bu sebeple acımasız eleştirilere gerek olmadığı düşüncesindeyim.            

yukarıdaki düşüncemi destekler nitelikte aforizmalar da görünce yazarın bilhassa “yazmak” eyleminin kendisiyle oldukça donanmış olduğunu fark ettim. sanatlı ifadelerin yer aldığı ve günümüzde özelikle sosyal mecrada alıntı söz paylaşımını çok seven okur kitlesine yönelik pek çok altı çizilesi ve edebiyatta “sehl-i mümteni” olarak bilinen söz sanatına çok yakın cümleler buldum.            

hem palyaçonun listesi’nde hem de şizofren’de dikkatimi çeken noktalar giriş bölümlerinde yazarın bir tereddüt ile yola çıkmış olmasıydı. geride bırakacağı bir yaşamın farkında olmakla birlikte kendini neyin beklediğini bilmememin endişesini sırtlanan ana karakter her iki kitapta da yağmurlu bir günde yola çıkar. felsefî açıdan bakınca da zaten böyle değil midir? yola çıkma fikri bir endişe ile gelmez mi? huzursuzluk hissi, hayatın anlamsızlığı ve kendini arama fikri içine doğan birey; korksa da, endişe etse de bir şekilde o yolculuğa çıkmak ister. bu sebeple her iki kitapta da ana karakter yağmurlu bir havada yola çıkar. ve ne tesadüf ki her ikisinin de başlangıç noktasında ana karakterin cebinde bir kâğıt vardır. ilk kitapta bu bir listeyken ikincisinde telefon numarası yazılı bir kağıttır. ancak ilk kitap 0 yani “sıfır” ile başlar. ben burada iki mana aradım. yazar ya ilk kitabı olması hasebiyle palyaçonun listesini ‘sıfır’ ile başlattı ya da yazarlık macerasına felsefî bir solukla girerken tıpkı varoluş ve yaratılış olgularında olduğu gibi sıfırdan başlamak istedi. her iki manada da bence hoş ve manidar bir tercih olmuş.            

yine benzerlikler üzerinden gidecek olursak her iki kitapta da karakter isimleri olabildiğince gizli tutulmuş. şizofren kitabında, sonradan, karakterlerin ismi zikrediliyor olsa da başlangıç bölümlerinde yine bu kitapta da karakter isimleri verilmemiştir. yine burada şöyle bir amaç güdülmüş olabilir:            

“evrendeki her insan aslında teklikte buluşup bütünü oluşturuyor, o halde ben de tek bir karakter ile tüm insanlığı ve onların sancılarını anlatıyorsam seçtiğim karaktere illa bir isim vermem gerekmiyor.”            

zira edebiyat tarihinde de karakterlerine isim vermeyen ya da onları sadece harf olarak imleyen pek çok yazar vardır. yusuf atılgan’ın aylak adam isimli eserinde ana karakteri biz ‘c.’ olarak biliriz. stefan zweig’in satranç isimli uzun öyküsünde ana karakter ‘doktor b.’dir. ve enteresandır ki bu kitaplardaki karakterler de aslında bir bakıma varoluşsal sancı çekmektedirler.             palyaçonun listesi’nde önceki hayatına çok aşina olmadığımız ana karakterin aksine şizofren’deki ana karakterin geçmişine ve oradaki travmalarına dair bilgi toplayarak ilerliyoruz sayfalarda. dolayısıyla şizofren kitabı bana ilk kitaba göre daha bilinçli, yetkin ve hazırlıklı yazılmış izlenimi verdi. çünkü ana karakterin korkuları neden var, neden sürekli aynalarla konuşuyordu, neden sesler duyuyordu gibi ileride sorabileceğim pek çok sorumun cevabı daha ilk satırlarda elimin altındaydı.            

konu iç monoloğa gelmişken belirteyim. yıllarca birbirini taşlayan din ve felsefe timur’un kitaplarında sanki sulh etmiş izlenimi veriyor. çünkü yazarın oldukça güzel bir şekilde tek potada erittiği din ve felsefe, ortaya okunması keyifli bir metin çıkarmış. varoluşsal sancılarına çözüm arayan bireyin aynalarla konuşmasına şaşmamak gerek zira tasavvufta da ayna metaforu çok sık kullanılır. hatta kadim masallarda bile ayna, bireye kusurlarını ihtiraslarını gösteren bir iç sestir adeta. mesela kırmızı başlıklı kız masalında kötü kalpli kraliçeye yönergeler veren ayna aynı zamanda onun habis düşüncelerini de söylemektedir. gerçek manada ayna bize bizi (zahiri olsa bile) gösterir. tasavvufta ise aynanın batını göstermesi bazen başka bir birey sayesinde olur. tıpkı mevlânâ’nın  şems’i gibi… dolayısıyla palyaçonun listesi’nde bu ayna bazen sahaf dükkanı işleten bilge iken bazen de hastane koridorundaki derviş’tir. şizofren’de ise ayna bizzat kahramanın iç sesidir. gerçi ben yer yer akıl hastanesindeki arkadaşlarının da kahramanımıza ayna olduğunu düşündüm.            

palyaçonun listesi’nde olayın geçtiği zaman tam olarak bilinmez ancak şizofren kitabından hem kozmik zamana hem de olayların geçtiği tarihi zamana şahit oluyoruz. zira yazarın bizzat şu cümlesi bize net bir tarih veriyor :            

“yıl 1981 ve yer tam olmak istediğim son yer”            

kaldı ki bu tarihte kahramanın kaç yaşında ve nerede olduğunu biliyoruz, dolayısıyla çocukluğuna dair bir tarih çıkarmak da kolaylaşıyor. ayrıca yazarın 1984 doğumlu olduğunu bilip ve bu tarihten yaklaşık 25 yıl öncesine dair sosyal-ekonomik-politik bir ülke portresini anlattığını görünce açıkçası gıpta etmemek mümkün değil. zira her yazar içinde bulunduğu dönemi rahatlıkla kağıda döker ama kendinden önceki bir tarihi o günün modasına, müzik zevkine ve hatta edebiyatına varana kadar anlatabilmek derin bir arşiv çalışması gerektirir. şizofren kitabında kadınların giydiği apartman topuklu ayakkabılar, radyoda çalan ruhi su şarkıları vs. çok hoş ayrıntılar barındırıyor. palyaçonun listesi yazıldığı dönemi barındırmayan bir kitap olduğu için bence ‘zamansız’ bir kitap. ezeli de yok ebedi de.            

tam bu kısımda yazar ilk okul sıralarında (benim de okuduğum) ilk okuma kitabımız olan cin ali serisinden bahseder ve halkı da içinde bulunduğu ekonomik şartlardan ötürü cin  ali’ye benzetir. bu kadar güzel bir ‘teşbih’ örneği açıkçası beni çok mutlu etti. bu aynı zamanda dönemin cumhur başkanı cevdet sunay’ın askeri görevine bir ‘telmih’ de olabilir. felsefî kitaplarda sanat olmalı mı olmalı mı sorusu bu noktada pek çok edebiyatçıyı polemiğe düşürürse eğer ben oyumu ‘olmalı’ kısmından yana kullanırım. sanatın eğitme amacını göz önünde bulundurunca bence her yol mubahtır.            

devrim yıllarının anlatıldığı (politik aşk romanı) ve olay anlatımının daha net bir görünüme büründüğü şizofren kitabı konu seçimi itibariyle bana vedat türkali’nin bir gün tek başına romanını anımsattı. aslında tamamıyla aşk romanı da diyemeyeceğimiz, tamamen politiktir ya da felsefîdir de diyemeyeceğimiz bir kitaptır şizofren. bence bu yönüyle de kendisine geniş bir okur kitlesi bulacaktır. zira her devrim yoğun bir aşktan doğmaz mı? her aşk bir şekilde ihanetin yoluna düşüyor ve her ihanet sonrası sarsılan birey önce ölüme sonra yeni bir varoluşa sarılıyor. her dönem kendi buhranını ve bu buhranın aşıklarını yaratıyor ve her dönem kendi delisini doğuruyor kendi rahminden. işte şizofren’de de anlatılmak istenen biraz da “ben kendim delirmedim, beni delirttiler” önermesidir. her dönemde normal kalmaya çalıştıkça deliren birileri vardır. delirip ölüme yaklaşıp sonra hayata sarılan… bu sebeplerden bakılınca da her iki kitapta da derin bir intihar eğilimi vardır. adeta yazar yarattığı kahramanı uçurumun kenarına kadar götürüp tam düşecekken elinden tıutar. bunu yaparken de sık sık islamî duyuş ve düşünüşten yararlanır. palyaçonun listesi’nde bilge karakteri ile yolu kesişen kahramanın bilge’nin yaptığı pek çok eylemi ahlak, din ve yasa bakımından ‘yanlış’ diyerek yorumladığından bilge’nin “hani soru sormayacaktın?” diye kızması bana hızır ve musa peygamber arasında geçen olayı anımsattı. kaldı ki bu da yine hoş bir telmih örneğidir ve aynı zamanda “görünenin ardındaki gerçeği anlama bakımından varoluşsal anlamda güzel bir detaydır. şizofren kitabında da sık sık zikredilen “la ilahe illallah!” lafzı ve kur’an’ı kerimden ayet aktarımları da gösteriyor ki timur’da derin ve kadim bir tasavvuf felsefesi ve islamî duyuş  vardır. açıkçası son dönem popüler edebiyatın kof ve zaman israfı olan kitaplarının arasından sıyrılıp genç bir yazar olarak ve bu din-felsefe duyuşu ile sıyrılarak kendine kökten beslenen bir alt yapı oluşturması her şeyden önce benim okur kimliğime çok haz verdi.             

dilbilimsel açısından timur’da fark ettiğim nokta ise dili kendi sevdiği şekilde kullanmasıydı. bazı kelimeleri bile isteye kendi söyleyişi ile yazıya aktarması rahatsızlık vermiyor ama yayınevi tercihi ve editoryal dikkatsizlikler beni çok rahatsız etti. yazar bizatihi devrik cümleleri seviyor. bu kabul edilir, hoş da durur ancak bazı yazım hataları okuma sürecini zora sokuyor.            

didaktik bir anlatımın da yer yer tercih edildiği kitaplarda en hoşuma giden kısım şizofren kitabında ana karakterin annesini kaybedişini ve ardından öksüz kalışını anlatırken öksüz kelimesinin gramer yapısından ve aidiyetinden bahsetmesiydi. çünkü ‘ög’ kelimesi eski türkçe’de anne anlamına gelmektedir. yine burada edebiyatçılar ikiye bölünebilir bu tarz bir kitapta didaktik öğeler olmalı mı olmamalı mı diye? bence olmalı zira diğer türlüsü ders kitabı gibi olur ve sadece belirli bir okur kesimine hitap eden bir kitap ortaya çıkar. bu şekilde daha kolay okunan ve açıkçası konunun içeriğine dahil olan pek çok tıbbi kelimeye açıklama getirerek merakımı gideren bir kitapla karşılaşmış oldum. 

palyaçonun listesi’nde karşılaşmadığım bir yönüyle şizofren’de tanıştım timur’un: şairlik. sık sık konuya dair dizeler serpiştirdiği kitabında oldukça sanatlı ve imgelemi zengin bir söyleme şahit oldum. her ne kadar yakın çevremde sürekli “ben şair sevmem, şiir severim” diyerek dolanan biri olsam da diyebilirim ki emre timur düz yazıda olduğu kadar şiir alanında oldukça başarılı.            

henüz iki kitabı ile tanıdığım emre timur’un diğer kitaplarını da okuduktan sonra kafamda artık yazara dair kesinleşmiş bir kimlik oluşacağına dair beklentim var. hani nasıl bazı yazarları ya da şairleri ismini görmeden dizlerinden tanırız ya, timur için de bu şekilde bir şablon çıkarabilmem için diğer kitaplarını okumayı planlıyorum.            

sevgiler…  

ayşe yazıcı yavuz

trabzon / temmuz, 2023    

kanaatiniz nedir?

emre timur sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya devam et