aşk ve gurur filminin mîmârî sosyolojisine bir bakış

yazan:

  • 4 dakikalık bir metin-

tarafımca birkaç kez izlenmiş olan film için bir koku, bir ses veya bir bakış belirtmek de belki bir parça mümkündür ama şuna kesin eminim ki yönetmen sinsice, bizden bir rengin büyüsünü fark etmemizi istiyor gibi… her izleyişim sonrasında “gerçek dünya neden bu kadar az sarı?” sorusunu sormadan edemedim; film her anıyla bizleri sarıya boğmayı planlıyor ve gözlerimizin içine bu rengin arayışını da katıveriyor. bu film için yapmaya çalıştığımız sosyokültürel mîmârî yorumlama sonrası insanın damağında kalacak olan bir kez daha izleme arzusunu görmezden gelmeyerek, makalemde bir ödev veya bilimsel yazı ciddiyeti yerine, bir “ön söz” atmosferini yeğledim.

barok için söylenebilecek çok şey varken, söz konusu film, mekânlarının bu üslupta olmasının ötesinde başka birkaç noktanın bizi etkilemesini istemiş: az önce bahsettiğimiz büyülü, beyazla giriftar dönüşümler oluşturan ve bizleri altındaki anlamı aramaya zorlayan sarı renk öğesi ve süreklilik öğesi… hareketli bir video izletisinin karelerin hızlı toplamından oluştuğunu biliyoruz ama bu filmde süreklilik tutkusunun her sâniye karşımızda olduğunu söyleyerek şunu belirtebiliriz ki her sahne ve her olay zamansal ve mekânsal bir sünme, birbiri içine ergime, silik sınır çizgileri ihtiva etme özelliğini taşıyor; yâni buram buram süreklilik kokuyor. önceki üslup dönemlerine koşut, sade ve rasyonel bir kesinlik çizgilerinin toplamı olmayan, tam tersine, sınırdan yâni yumuşak bir ara geçiş formu barındırmayan her dönüşmeden tiksinen mîmârî barok ve rokoko, mekânlarda duyularımıza hücum ederken, bu dönüşüm olgusunu vurgulamayı kaygı edinen roman uyarlamalı film, olaylarıyla da bunu hissettirme çabasına giriyor.

kenarda duran, ancak incelemek istersek başımızı çevirdiğimiz nesnelerin tasarlandığı dönemlerdeki gibi değildir filmin konu aldığı târihin ürünleri; filmdeki her unsur gibi mekânlar da özellikle duyularımıza hücum etme çabası içindedir. yâni adeta bizim bakmama, incelememe lüksümüz yoktur; bakmalıyızdır, incelemeliyizdir. tavandaki süs “incelenmeliktir”, duvardaki renkler “coşkuludur”, perdeler “ne de güzeldir”.

ne var ki bu şatafat, köydeki fakir aile evinde kendini büyük oranda sadeliğe bıraksa da barokun süsü asla tam bir sönüme uğramaz. renkler, gösterişli çalkantılı sarıdan, tam da o sarının beyaza optik tamamlayanı olan ki barok dönemi newton’un optik çalışmaları sonrasına denk gelir, yine büyüleyici bir tonla, mavinin baroka âit tonuna doğru kayma eğilimi gösteriyor; evet, fakir evde de sarı vardır ama oranı azdır ve belki de sarının oranı zenginliğin ölçüsüdür bu dönem için.

siliklik kavramsalına geri dönersek: film silik başlıyor, silik bitiyor. bir olay bitip bir diğeri başlarken bu hep yavaşça oluyor; karakterlerin duyguları da aşama aşama değişiyor ve her şey bünyesinde bir önceki aşamasına âit kalıntılar ve evrileceği aşamaya âit ipuçları taşıyor. bize izletilen asıl şey ise tıpkı barokta olduğu gibi, bir şeyin aslında hangi şey olduğu değil, neye âit izler taşıdığı yâni önceden olduğu şey ve ne olmak üzere olduğu yâni olacağı şeydir… biz kulak ve gözlerimizle bu sahneleri algılarken, “duyuların mîmârîsi”, ses ve görüntü öğelerini kullanarak, az önce de değindiğimiz gibi bize iki şeyi, “kalıntı” ve “ipucu” fenomenini asıl olandan öne çıkarıyor. baktığımız şeyin gördüğümüz şey olduğu kavramı ise eski yunan etkisindeki rönesans ile taban tabana zıttır.

mekâna âit her öğenin gösteriş ve işlevseli amaçlamayan tavrı, sosyolojide de etkisini güçlüce göstermektedir. dans figürleri, yarıdan çoğu nezaket olan tümceler, içinde nefes almanın bile zor olduğu korseler, zahmetli selamlama jestleri ve buna benzer her şey “ne”lerin değil, “nasıl”ların vurgulandığını göstermektedir. algılanabilir güzelliğin bir hüner değil, neredeyse bir zorunluluk olduğuna bir örnek verecek olursak asil ve zengin lady catherine’nin, piyano çalmayı ve resim yapmayı iyi bilmeyen kızlara karşı gösterdiği şaşkınlık dolu mimikleridir. yâni sanattan anlamak bir yaşam ön koşulu gibidir.

formalite kavramı, asıl olanın değil de mecbûrî olmayan eklemelerin karşılığı ise bu devri anlatan bu romanı anlatan bu film için sarf edilecek özet tümce şudur: insan “güzeli” arar ve rüyâ görme arzusu içindedir ama kirli ve kusurlu dünyada bunlar yoktur. öyleyse nesne ve olaylar iki şey yapmalı: kendisine zorla baktırmalı ve gözümüzü kapatıp kurduğumuz hayali gözümüz açıkken de yaşatmalı.

kanaatiniz nedir?

%d blogcu bunu beğendi: