yazmak, yazarlık ve yazar

yazan:

  • 5 dakikalık bir metin-

ömrümde ilk kez korku hissediyorum içimde yazarken. bu tuhaf bir his. üç yıldır roman yazmıyor olduğumu fark ettim, daha doğrusu idrak ettim geçenlerde. tuhaf hissettirdi. aslında bir söz verdim kendime. artık yıllık yazacağım. roman özelinde söylüyorum bunu. yoksa çürüme hamileliğinin üzerinden uzun bir felsefe denemeleri dönemi var ama bu dönem sandığımdan uzunmuş. yani insan içindeyken fark etmiyor. okuma biçimim de felsefe ağırlıklıydı aslında. tekrar söylüyorum boş geçmedi üç yıl; şiir kitabım ve us çıktı ama benim için esas olan roman ve romancılıktaki hayallerim. bazı emellerim var. kurmaya çalıştığım bir yapı, yaratmaya çalıştığım bir ses var. buna uğraşıyorum.

ilk romanım olan –ve hiç basılmayacak olan-  itiraf’taki ifrat dereceli romantizmi ilk üç romandaki felsefi duruş ile kademeler halinde kırdım ama ötekiler’de zirveleşen şey denemeye aşırı kaymış olan roman diliydi. ha, okur sevdi, o ayrı. sonra henüz basılmamış olan tereddüt ile başlayan sadeleşmiş roman dilimi çürüme takip etti. bu iki eseri ilk üç eserimden ayrı tutuyorum çünkü yazar emre timur’un ikinci evresini teşkil ediyor. ilk üç roman –göreceli- acemilik evremi, yani gagasında bulamaç yaptığını yavrularına yediren kartal evremi, ikinci üç kitaplık evre ise kalfalığımı, yani yiyip sindirdiklerimi mememden emzirdiğim dönemimi ifade ediyor. dikkat ederseniz üçüncü kalfalık eseri yok ortada. işte şu an yazmakta olduğum şey bu; üçüncü kalfalık eserimi yazıyorum.

sohbete “korkuyorum” diye başladım iki sebepten; birincisi kendimden beklentim yükseldi, ikincisi yapı olarak zor bir türe giriştim. yani hiç yoktan başıma iş açtım. bildiğim formattan, dilden, biçemden gitsem sorun hiç yoktu ki yapmasını iyi bildiğim emniyetli bölgeydi orası ama yepyeni bir türe, biraz masalımsı bir kokuya soyundum ki mitoloji, dinler tarihi araştırmaları da ayrıca yordu. bunu romana yedirmek zor ki yeltendiğim ve korkutan şey de bu nitekim.

dil ve edebiyat felsefesi üzerine de yoğun bir düşünme evresine girdim.

bir kere romancı bir dilsizdir. şayet geveze bir şekilde konuşuyorsa okurunu salak yerine koyuyor ama daha fenası kendisine beceriksiz demiş oluyordur. eğer göstermeyi değil açıklamayı seviyorsan deneme yaz kardeşim. romancı işaret eder ve susar. yani size bir dilsiz ne anlatabilir? işte romancı ağzı bağlı bir işaret edicidir. yalnızca “bak” dediği yere bakarsınız ve öyle bir yeri işaret eder ki size bir şeyler demek istemektedir. bir de tanrısal bir tarafı var bir bakıma. şöyle ki yazar yazdığını bilir kitap boyunca ve okurun karşısında hep her şeyi bilen ve yaratan biri vardır. ondan dinlemektedir. sartre’ın dediği gibi özgürlük filan da vermez yazar okuruna bilakis özgürlüğünü alır. seçim hakkı yoktur okurun, yalnızca maruz kalır ve yapabileceği tek şey duygularını kontrol etmeye çalışmaktır ki onu bile tam yapamaz, yazar oralara da hükmetmeye çalışır. yani bakacak olursanız bir şeye çok benziyor; kadere. şöyle ki seçim illüzyonu var mı, var. yani karakterler güya bir şeyleri seçmekte özgürler ve seçiyorlar. bilmedikleri için yanılıyorlar veya isabet ediyorlar ama neticede seçiyor görünüyorlar, ya da güya kendilerini öyle sanıyorlar. yani bu seçimlerin tümünü yapan ve hatta ortaya bir seçimi koyan yazar, okurla bir güzel oynar eğer kalemi güçlüyse. şayet okuru inandıramazsa okur derhal kitabı kapatır. bu nedir? hani kaderdi? işte bu intihardır. yani yazılı seçim illüzyonundan yan çıkış, yani kendini öldürüş.

iyi romancı tereddüt eden bir karakteri işaret eder, yani elindeki dürbünü okurun eline tutuşturup bakması gereken yeri gösterir. İşte tam bu sırada okurun “bu adam tereddüt ediyor” demesi beklenir ama yazar sabırsızlık eder de bunu gösterdiği gibi bir de altyazıyla açıklamaya kalkarsa işin tüm büyüsünü bozar. Yorum yapmamaya alışan, tamamen pasif hale gelen okura kitap bir şey katmayacağı gibi yazarın lüzumsuz tanrısallık şovunu izlemek zorunda kalır; karakterler yazardan, hadiseler yazardan, seçimler yazardan ve yorum yazardan! Artık her yer vıcık vıcık yazar kokar ve okurun midesi bulanır.  

bu şuna benzer; espri yapıp, “espri yaptım” demeye.

bir de dil öyle gizemli bir şey ki ne onunla ne onsuz… aslında denir ya, her anlama bir yanlış anlamadır. çok doğru ama susarsak veya yazmazsak da o hiç anlamadır. yani yanlış anlatma pahasına da olsa anlatırız, susmayız. insanda bir niyetler, kavramlar manzumesi var ki bu silik, soluk bir şey. bunun giydiği kıyafet iç dil. iç dilin varlığını varsaymak mühim çünkü iç fısıltı olmasa düşünemeyiz. işte iç fısıltı dış dile dönüşür, cemiyetin ürettiği dilden sözcükler seçer –ki genelde kötü seçer- karşı taraf bunları duyar, kendi iç diline çevirir ve seyreder. yani yolda başına epey bir iş gelir yollanan postanın. işte belirsizliği keskin hale getirmek denen konuşma-yazma işi tamamen tahmin üzerine kurulu, varsayımsal bir iletişimdir ama elimizdeki en iyi şeydir. benim tasavvuratımı sana iletmemin tek emin yoludur ama dediğim gibi dil, yaparken bozar.  

yeni romanımı yazım sürecim yine kendi bulduğum bazı tekniklerle de dallanıp budaklanıyor ama ortaya en azından benim içime sinecek bir şeyin çıkacağını düşünüyorum. eğer kalfalık eserlerimi de böylece üçe tamamlarsam sanırım sırada üç eserlik ustalık dönemi beni bekliyor.

bu kademelenme tarafımdan belirleniyor ama şunu unutmamalı ki okurun kalbi özneldir. okur onu sever, bunu sever ve soru bile sorulamaz, itiraz edilemez. yine şu da unutulmamalıdır ki yazar kendi kitabının ilk okurudur ve bir okur olarak yazarın kanaati de özneldir.

kitap dolu günler…

(kare the lost doughter filmine ait)

kanaatiniz nedir?

emre timur sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya devam et