üç kavrayış ve eskimek

yazan:

  • 7 dakikalık bir metin-

bazı yazılarım diğerlerinden daha önemli, en azından bütünleyici. ben de bu bütünlüğü, hayatı toplu kavrayışı bu yazıdaki argümanlarım ile sağlayabileceğimi sanıyorum.

insan için üç kavrayış düzeyinden bahsedebiliriz. bunların en aşağıda bulunanı ki ilk tanıdığımız budur, duyular düzeyi. ağzın alıştığı sayı ile beş duyumuz var ve durmadan veri yağıyor. görüyoruz, duyuyoruz, hissediyoruz, işitiyoruz ve tadıyoruz. duyuların malzemesi ise tikeller. yani karşımda duran kediye doğru bakarken gördüğüm şey kedilerle ilgili bir imaj veya kedilik kavramı filan değil. bu kediyi, ismi sarman olan, siyah olan, iki yaşındaki kısırlaştırılmış dişiyi görüyorum. yani tikeli.

duyumsamadığım halde hayal edebilirim. binlerce yıldır insanların hayal ettikleri bizim ortak bilinçdışı havuzumuzda birikir ve hayal kurma, mit uydurma, rüya görme yapıtaşlarımızı oluştururlar. muhayyile deriz. yani duyularla algılamadığım halde kafamda yaratır, seyrederim.

en üstte ise kavramlar bulunur. buraya herkes erişemez. güzel bir kadını görmek ilk söylediğime girer ama güzellik kavramı ile bağ kurmaktır bu. kavramlar ne yapılır? düşünülür. tikeller görülür, imgeler hayal edilir ama kavramlar düşünülür. felsefe de bununla başlamıştır.

insanlık tarihi uzun binyıllar boyunca sadece gördü. hayal edebilmesi için çok zaman gerekti. sonra hayal etti. hayal etmek demek abartmak demek, olmayacak nesne ve canlıları melezlemek demek, mantığı ihlal etmek demek. işte duyular bilim ve teknoloji yaratmıştı, muhayyile de sanatı yarattı. ilk mağara resimlerini yaptık. sonra küçük denemelerini dünyanın muhtelif yerlerinde yaptık ama ilk gerçek kavrama antik yunan’da felsefe ile başlattık. tabii önce yarı muhayyile yarı kavram ürünler çıkıyordu ama giderek artan kavramlaşmanın zirvesi üç yüz yıl sonra aristo’da kendini açığa çıkardı.

tikellerde takılıp kalmış olan için aptal diyebilir miyiz? ne kadar derinleştiğine bağlı. tikellerin zekasına sahip olabilir. hayatı kolaylaştıran küçük hap bilgilerle, pratik çözümlerle donatılmış bir adam düşünün. her şeyi tamir edebilen, her şeyin nasıl çalıştığını bilen ve ayakları yere sapasağlam basan… bu kişi tikelcidir. hatta tikel uzmanıdır. zeki midir? kesinlikle. zekanın üç cinsinden birisine sahiptir, tikeller zekasına. akıllı mıdır? diğer iki öge, muhayyile ve kavrama yoksa değildir, sadece zekidir.

muhayyile sayesinde mitlerimiz var. sanatçıda hayal gücü olur. bu, duyulardan uzak olduğu anlamında gelmek zorunda değil ama duyuları aşmış olmak zorundadır. yani belki sıkı bir tikel hakimiyeti de vardır muhayyilesinin yanında. duyularını galebe çalan bir muhayyilesi var, diyebiliriz ama. sanatçı budur, yazar budur, şair budur. hayal kurar. hayalde çelişki olmaz. tutarsızlık da olmaz. yedi başlı bir aslan hayal edersin, olur. bu kadar basittir. saçma denmez, olur. hayal gücü yüksek, yani sadece hayal gücü yüksek olanlara aptal denir mi? denmez. bu bir zekâ türüdür. akılsız diyebilirsiniz tikel ve kavram bilmiyor diye ama aptal denmez.

kavram düzeyi çelişkileri görür. zaten çelişkiler kavram düzeyinde başlar. duyular çelişkili, hayaller çelişkili olabilir. kavram düzeyinde çelişki olmaz. o yüzden neden-sonuç sıralamasına karşı olanı, determinizme karşı olanı da anlayamaz.

mesela edebiyat ne ile yapılır? edebiyatta kavram sakıncalı. varsa bile uyuşturulmalı. çelişkileri çok iyi görmek iyi edebiyatçı kılmaz yazarı ama problem acemi edebiyatçılar için tam tersi; çelişkiyi hiç göremiyorlar. sarhoş esrimesi gibi salt saçmalamak değildir edebiyat. kavramların, tikellerin kontrolünden geçmeli bir düzeye kadar. delilik ve sanat arasında bu fark var zaten. içinden apollonculuğu çekip aldığınızda delilik kalır, sanatın.

demek ki neymiş, edebiyatçıda tikellerin bilgisi de olacak. görmüş geçirmiş olacak, yaşamış, deneyimlemiş, tecrübe ve anı biriktirmiş, yani tikelleri biriktirmiş. muhayyile ve tikellerle çok iyi edebiyat yapılır.

bilim neyle yapılı? mümkünse muhayyile zayıf olmalı. imgeyle bilim olmaz. tikeller bilinmeli ve kavram. yani çelişki görülmeli…

üç zekâ türünden bahsettik ama bön dediğimiz, toplumun çoğunu kaplayan kesimde üçünden de yoktur. herkeste ille zekâ mı olacak? eser miktarda varsa bunlardan birinden, adamın kafası buna meyilli diyoruz ama bu, bönlükten çıkarmaz kimseyi.

akıllı, deyince bir davranış modelinden bahsediyoruz zannediliyor. akıllı davranmak, akıllıca bir tutum sergilemek gibi… akıldan kastım bir bilgi işlem merkezi, bir kavrama aracı olarak ustan söz ediyorum. bu saydığım üç zekâ türü el ele verip dengeli bir bir araya geliş sergilediğinde akıl oluşur. evet, akıl kendisini oluşturan bu parçaların dengeli olmasıdır.

şu davranışı yaparsam toplum bunu nasıl karşılar? mesela bir lgbt danışma derneği kursam, bunun yankısı nasıl olur? bu soruyu soran ve düşünmeye başlayan kişi aklını kullanmaya çalışıyordur. akıl, dünyayı simüle eder. yani gerçek dünyada bir eyleme geçmeden önce onu akıl soyutunda bir deneriz, bir yoklarız, ona göre davranırız. yukarıda verdiğim örnekte gerçek bir dernek, gerçek bir toplum ve gerçek bir ülkeye başvurulmadan, dünyanın simülasyonunu kafamızda yaratırız ve denemek istediğimiz şey ne ise, orada yaratırız. neticesine bakarız, sonra gerçek hayata döner ona göre davranırız.

yani akıl bir hayat simülasyonu sağlar. gerçeğe en yakın simülasyon, en akıllı kişi demektir. ben tek bir örnek verdim ama hakikati arama işinin akılla yapıldığını düşünürsek, felsefe diye bildiğimiz ne varsa akla ihtiyaç duyar. yani üç bileşen bileşik oluşturur felsefede.

toplam demek istemiyorum elbette. duyular, muhayyile ve kavramlar toplanmaz; yan yana gelince bir bileşik oluşturur, başka bir şeye dönüşürler. işte biz buna akıl diyoruz.

günümüz bir tikel yağmuru altında. son yirmi yıl hiç durmaksızın muhayyile ve kavramda gerileme yaşandı, tikellerin de önemi arttı.

bundan yüz yıl önce bir tarlada çalıştığınızı düşünün. gördüğünüz en hızlı şey neydi? yarış arabası yok, füze yok, renkli hareketli aksiyon filmleri yok, çita yok koşan ve geyik yok kaçan. yavaş yavaş akan, ufak ufak salına bir hayat var. işte bu hayatta tikelleri ezberliyorsunuz. mektubunuz bir haftada gidiyor şehre, oradan cevap gelmesi de bir ay sürüyor. sesler durağan, hayat durağan ve her şey benzer. yeni bir şey, allah’ım yeni hiçbir şey yok. işte bu benzerlik içinde duyular sıkıyor. bak bak nereye kadar… hayal kurmaya başlıyorsunuz ve bolca da kuruyorsunuz. yani dikkatiniz duyular ve hayal arasında bölüştürülüyor.

bugün bir müziğin eskimesi bir hafta sürüyor. her şey yağmur gibi gözlerimize yağıyor. hayat çok gürültülü ve her şey aşırı yeni. herkes devamlı en son haberi okuyor, soruyor. geçen hafta olan hiçbir şey bugün değerli kalamıyor. bugün önemli, şu an önemli, şimdi önemli. işte tikellerin zaman-zemin bağı ve tikellerin çokluğu bizi yavaşça onlara mahkûm kılıyor. hayal kurmak ve kavramlarda gezinmek artık demode. bugünkü haberi duymuş olmak önemli. iki bin yıl önce tartışılmış bir kavramı tekrar değerlendirmek önemli değil.

dünya bir aptallığa değilse de ahmaklığa gidiyor. muhayyile ve kavramdan bu denli kopuş ve tikellerle bu denli meşguliyet ilk kez oldu. önce kendimizi terk ettik, sonra sevdiklerimizi. bu durmayacak. “şimdi ve burada” nın önemi arttıkça, tikel yağmuru sürdükçe, her şey anlık oldukça, eskime hızlandıkça, zamanı aşanlar ile bağımız kalmayacak. ilkelleşiyoruz bir yanımızla, gelişiyor olsa da bir yanımız.

hala ümit var. yetmişlerin müziklerini dinleyenler var, tükenmiş, tüketilmişi başköşesine koyan var, eski kitap, eski mesele, eski insanlara kafa yoran var. bu anlattıklarımı lüzumsuz bir romantiklik ile söylüyor değilim. yalnızca dünyanın geçirdiği bu süratli değişim karşısında başı dönen bir adamım. teknolojinin, bilimin gelişmesi değil negatif olan, insanın, dostluğun, hakikatin ufalanması…

yalnızca ve yalnızca kendi zaman-zemininde olanlarla ilgilenen bir canlı, nasıl olur da zaman üstü hakikati, geleceği ve eşyanın özündeki pörsümezi görebilir? ilk halimize döndük. kedi köpekten hallice milyonlarca yıl dünya üzerinde gezindik ve yalnızca gözümüzün önünde durmakta olan ile ilgilendik. ilk hayali kuranlar, bir nevi ilk şairler, ilk kahinler, ilk sanatçılar ve mit anlatıcılarıdır aslında bizi insan kılan.

“ölmemiş yazarı okumuyorum” dediğimde hiç anlaşılmamıştı. beni ister ölü sayın ister okumayın ama bu öğüdümü ciddiye alın. evet, ölmemiş yazar çiğdir. zaman filtresinden geçmemiştir bir kere. elli yıl sonra toplum ve tabiat bu yazarların yüzde doksan beşinin adını silecek. geriye okunmaya değer olanlar kalacak. şarkıcısı diri olan şarkıyı bile dinlememeli. daha dün çıkmış, hele biraz söylensin, alışılsın bakalım…taze haber de ciddiye alınmamalı. bakalım üzerinden yüz yıl geçince nasıl bakacağız o hadiseye. şimdi bakın mesela ikinci dünya harbi’ne. bu, olur. dindi, sindi, bekledi ve duruldu. artık üzerinde konuşulabilir bir kıvama geldi.

bugün bir ünlü popçunun yeni bir şarkısı çıkmış! şu haberin ışıltısına bakar mısınız? bugün ya, şimdi çıkmış! taze, taptaze! hiç tüketilmemiş ve tüm dünya ile eşzamanlı olarak aylarca dinleyeceğiz. canlı, diri, yeni, taze, gürbüz, hayat dolu ve bakir. ne zamana kadar? onu hep beraber eskitip eskimişler çöplüğüne atıncaya kadar. peki, müzik gerçekten, yani sahiden güzel mi değildi? güzel değil idiyse, nasıl dinledik onu hep birlikte?  çürümüşlüğü görüyor musunuz?

bırakın eskisin, bırakın tozlansın. tozlanmadan hiçbir şeye el sürmemeli. yenide hep bir hamlık, hem bir ekşilik, hep bir olmamışlık var. içinde bulunduğumuz günü yorumlamaya fazla alışmak, içinde bulunduğumuz çağı anlamaktan uzaklaştırır bizi. bırakalım şu yeniyi bir. yeninin o şehvet uyandıran ışıltısından kurtulalım.

herkesin unuttuğuna, unuttuğunu bile unuttuğuna, bakmayı bıraktığına bakalım.

kanaatiniz nedir?

emre timur sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya devam et