bu başlık için üzgünüm, korkunçluğunun farkındayım ama en uygun, en cuk oturan buydu, dayanamadım. okuma düşecek; ne yapalım, kalan sağlar bizimdir.
geçen bir tren yolculuğunda durkheim’ın intihar kitabını tekrar okurken bir şey fark ettim. bir ampul yandı. yanan ampule geçmezden evvel bir misal vereyim.
biri size bir şeyi niçin yaptığınızı soruyor. örneğin, bugün niçin mavi kazak giydiğinizi. siz “canım öyle istedi” diyorsunuz ama karşı taraf ısrar ediyor. bilinç dışınızda başka saiklerin olduğunu, gerçek sebebin çok derinlerde başka bir şey olabileceğini, örneğin özlediğin annenin de mavi sevdiği için bugün mavi giyebileceğini, mesela çocukluğunu özlediğin için mavi giyebileceğini söylüyor. siz de sahiden sadece canınızın istediğinde ısrar ediyorsunuz. sonra sizi bir makineye bağlıyorlar. dünyanın en iyi nörologları, psikologları sizi tahlillerden geçiriyor ki ortaya şu çıkıyor:
hiçbir sebebi yok, sahiden sadece canınız öyle istemiş. Sebepsizce oluvermiş.
bu mümkün müdür sizce? her şeyin bir sebebi olmak zorunda mıdır? sebepsizce olan bir şey olamaz mı? muhakkak bir sebebi mi dayanır?
yani bir masaya vurursunuz ses gelir ve her vurmanızda ses gelmeye devam eder. ta ki sizin eliniz veya masa kırılana kadar. siz vurmadan ses geldiği olmaz veya vurduğunuz halde masanın kayıtsız kaldığı… evet, vurmak kural olarak ses çıkartır. bunu diyebiliyor muyuz? gazzâlî diyemeyiz diyor. diyor ki vurmak ve ses iki ayrı şey ve allah adet olarak her vuruş sonrası her sesi müstakil yaratır.
bu tartışma meşhur nedensellik tartışması. david hume da aynını söylemiş.
kuantum fiziğinde şunu gördük ki yaklaştıkça evren tuhaflaşıyor. tuhaflaşmak kelimesi aslında insanlar için önemli sadece çünkü biz her şeyi kendi boyumuzla kıyaslayan mahluklarız. atom altı evren öyle tuhaf ki yok olup var olan elektronlar mı dersiniz, titreyenler mi, zıplayanlar mı, siz bakarken soyunamayanlar mı… evren yakından böyle işte.
evrenin dibine girince böyle olmasına dayanarak kimisi uzaktan da böyle olduğunu iddia etmeye başladı da “kuantum felsefesi” diye tuhaf şeyler çıktı. iddia şu ki elektronun zıpladığı gibi sen de zıplıyorsun, duvarların içinden geçebilirsin, inanınca olur vs. teori şuna dayanıyor, bütün denen şey parçalarının toplamıdır.
oysa değildir.
bir kişi çok iyi bir insan olabilir, merhametli, candan… ama bir asker ve takım taraftarı iken başka bir şey olur. Bir çakış taşı hiçbir şeydir belki ama ondan yapılmış bir heykel seni taşlattırır da taptırır da. yani parçaların yan yana toplamından çok öte bir şey meydana gelir tikeller gruplaşırken, ordulaşırken, takımlaşırken, çeteleşirken… yani parçalar anlamını yitirir. bütün artık başka bir şeydir.
ayrıca ordunun askere nispeti eşyanın atoma nispeti yanında bir hiç… gözle görmeyi filan bırakın ışığın dalgalanırken çarpmadan geçtiği derecede boşluklu bir uzayda titreşen parçacığımsı şeyler… görmeyi bırakın, ölçemiyoruz bile. Yoklar diye yemin etsek, başımız ağrımaz. çok dibine girince evren böyle. işte epeycene uzaklaşınca, yani çok, çok uzaklaşınca evren kurallı olmaya başlar. bir gezegenin tüm verileri elimizde olsa kusursuza yakın biliriz nereden gidecek, rotası nasıl… bir taş hakkınca her şeyi bilsek de fırlatsak, kesine yakın biliriz nereye çarpacak da nereden sekecek… dikkat buyurun, kesine yakın, kesin değil!
laplace sormuş ki: bir cin olsa da her naneyi bilse evrendeki, evrenin gelecekteki eylemini tahmin edebilir mi? İşte o tüm parametreleri bilen üç harfliye dabbe değil, “laplece’ın cini” diyoruz. Soru: tahmin edebilir mi?
buna kuantum çağında olumlu cevap veremiyoruz. bir şey, bir sihirli sos, bir random yazılım var evrene içre. öyle düşük, öyle zayıf bir yüzde olarak var ki bir genel olarak, bakın genel olarak, biliyoruz fizikle hareketi, enerjiyi. uzaktan bakınca her şey daha kurallı, daha nizamlı. yakınına geldikçe olasılık diye bir şey ortaya çıkıyor. artık alga fonksiyonu var, olasılık bulutu var.
madem böyle bir bilinmez var ben de kendi teorimi ortaya atayım: tanrı, kurallı, nizamlı yoğurulmuş bir evren çamuruna kural dışı bir indeterminist töz üflemiş ruhundan. Evet, o random öge belki de ruhtur tüm kesinlikleri bozan.
niçin var, sorusu ayrı da biz yazının başındaki durkheim’a dönelim…
ben derim ki aynı şey insan toplumları için de geçerli az evvel ipucunu verdiğim gibi. bildiğiniz üzere psikoloji ferdi, sosyoloji cemiyeti inceler. hangisi daha bilimdir? çok eskiden her ilim felsefenin içinden tek tek fırlarken en keskin olan, en bilime benzeyen en erken fırladı. en sona kalanlar manipülatif ve hala biraz felsefi olandı. işte psikoloji sona kaldı dona kaldı.
el cevap: sosyoloji psikolojiden daha bilimseldir. bu onu daha üstün değil daha keskin kılar.
tıpkı gezegenlerin hesaplanması örneğinde olduğu gibi sosyoloji, cemiyetin nasıl davranacağını öngörür. tüm uç ve ekstrem faktörler kalabalık içinde erir, istatistikte, bir normal dağılım eğrisinde yerini alır. yani parçalar tek tek uç, tuhaf, garip, ekstrem olabilir ama cemiyetler olamaz. özetle, toplumların hareketi öngörülebilir.
kişilere yaklaştıkça her şey indeterminist, öngörülemez ve sebepsiz olmaya başlar. adamı divana yatırır on yıl analiz edersin ama anlamayabilirsin. anlarken bile özneldir bu anlayış çünkü bir başka analist başka bir şey anlayabilir.
cemiyetler deterministtir. intihar oranların sabitliğinden bahseder durkheim mesela. yani şu sebeple intihar ettin veya bu sebeple caydın ama bir istatistik olarak uzaktan kaba resimde tek başına bozamayacağın bir sayısal verisin çünkü sen bir tikelsin. Bir atomun niye öyle değil de böyle yaptığından bize ne! Ben attığım taşın ürküteceği kurbağayı hesaplayabiliyorum ya, ona bakarım.