bazı can çekişme günleri vardır ki zevzek sanat dedikoduları her zamankinden zevzek görünür. bezgince bıkarsın yazmaktan da okutmaktan da sonra tekrar yazarsın, silersin, kendine saklarsın, küsersin, yeniden sever yeniden terk edersin… yazmak fırtınalı bir aşk ilişkisi gibi. hele de türkiye’de.
benim bir yazar olarak en büyük kusurum hep yaşıyor olmak oldu. ölü olsam çok daha iyi anlaşılırdım. yaşayanlarla bir tutulmak, kokusu, dokusu, bir telefon numarası olan bir ölümlü olmak beni yavanlaştırdı ve anlaşılmaya kapalı kıldı. bir mecmua köşesinde siyah beyaz bir fotoğraf olmayı yeğlerdim ki öyle sayılmak isterim. yaşayanlarla bir tutulmak gündem içi sanılmama sebep oldu. oysa bir veya iki ayağı çukurda olanlardan sayılmak, mesajımı verebilmem demek. gündemi bilmiyor olduğumun varsayılması, bu olanlar hiç olmadan benim buralardan göçmüş sayılmam gayemin, gözünü diktiğim şeyin, kavgamın ve kaygımın öteler, yukarılar olması demek. evet, burası değil kavgam. doğuş ve ölüş, oluş ve bozuluş değil. bir yazar hatıra müzesindeki cam fanusta sahipsiz bir şapka olduğumun sayılmasını istiyorum. canlılığı artan her şeyin “yazarlığı” azalıyor.
hayatta kalma hizasında yaşayan toplumlar için sanat ve sanat kaygılılarının her şeyi ucuzca ve pespaye fakat benim bir sözüm var; titanic batarken müzik yapanlar vardı. bir yas kemanı çalanlar… işte o güzellik, güzelliğin kavramı, güzelliğin kendisi var ya, işte o olduğu için belki insanız. ölümden ve yaşamdan öte bir güzellik o. yaşamın anlamsızlığına katlanmamızı sağlayan şey değil mi sanat? o yoksa yaşasak ne ölsek ne?