putlaşmış hürriyet

  • 6 dakikalık bir metin-

ben henüz tazecik bir bacaksızken yazmışım bunu. bu çocuk neler yaşamış, dedim okurken. boyundan büyük laflar etmiş. metni arşivden bulup çıkardım.

alıntı, başlayıp yarıda bıraktığım “putlaşmış hürriyet” diye bir kitaptan

kayboluş ile özü yitiriş, geri geliş, hakikatin çıplak yüzüne çıplak gözle bakış, seziş, eriş… bu saydıklarım gece sonrası, lakin geceye bağlı ve de bağımlı evreler… bunlara ilişkin göndermeleri, yukarıdaki gece örneğinde bulacaksınız. kayboluş ile özü yitiriş bir yabancılaşmadır; insanın kendisine ve tüm dünyaya karşı gösterdiği bir yabancılaşmadır… kendisi kimdir? en ağır cinnettir; kimliğini tanımlayamaz, ne olduğunu ve ne olmadığını bilemez… öyle ki bu yabancılaşış sonsuzca sürmez, ilelebet gitmez; her gidişin bir de geri gelişi vardır… hakikatin çıplak yüzüne çıplak gözle bakış en pervasızca, şuursal anlamda en lezzetlice yapılandır. ardı ardına yaptığınız zıplayışlar sonrası bir anlık bir deneyim olarak hakikati görüş ile doyumsuz bir ruh sarhoşluğuna düşersiniz… düşersiniz; sezersiniz, erersiniz…

bir yerdeyiz. çırılçıplak, bilgisiz, savunmasız ve de kaçınılmaz biçimde varlığından emin olduğumuz ölüm duygusu ile… bizi kim attı buraya? varlık sürecine başlamak bile yokluk korkusu ile aynı anda… burası neresi? gündelik ucuz koşuşturmacalar ve ucuz insan ilişkileri ile kendimize kocaman bir yalan yaratmış ve ölüm ta kapımıza dayanıncaya kadar da, hiçbir önemli konuyu aklımıza getirmemiş; “adam olmaya” bakmışız… ölümün ağız kokusu kırınca burun direğimizi, işte o yıkılış sayesinde “ben kimim” demeye cesaret ediyoruz yalnızca… yani, başta sormamız gerekeni sonda soruyoruz… biz kimiz peki? geceler buna cevap verdirebilecek istidada sahip mi?

saçımı başımı yolarak, çığlıklar içinde kendimi pencereye atıp şunu demek istiyorum:”bir an olsun durun!”. bir telaş var; penceremden bakıyorum: herkes bir yere gidiyor, herkesin bir derdi var o an için, herkes bir şey yapıyor… ama ne yapıyor… bir an için, yalnızca ve yalnızca bir an için durmalarını çok isterdim! durup sormalarını çok isterdim, etrafa bir kez olsun bakmalarını, sonra birbirlerine, sonra dünyaya ve kendilerine… evet, kendilerine… pencereden bakınca çarptığım cinnet: biz kimiz? aynaya bakınca da malum: ben kimim? bu soruya bir yanıt aradığım kıvranışlarımda, bir adam, elinde bir cımbızla gelip, kulak deliğimden beynimi kürtajlayarak, parça parça çıkarır gibi oluyor!

bir tek darbeyle, duvara indirdiğim bir tek kafa darbesiyle kafatasımı yumurta gibi gibi çatlatıp, içinden de beynimi akıtıyor olduğunu durmaksızın hayal ediyorum! bu kıvranış yarım bilişin kıvranışı mı? belki de her şeyi, her şeyi bilsem dinginleşirim; ama arayış biter mi! arayış bitmeli mi?

teller var, duvak var… ama gelin nerede! uzaklardan sürünerek, topallayarak arkamızdan yetişmeye çalıştığını sandığımız adam yığılıp kaldı mı yoksa! geriden gelişini önemsemedik, ölüşü umurumuzda mı? bir nefes durup bakınca, siluette kimsecikler… öyle ya; itiraf şart artık: teller yalan, duvak yalandı ve şimdi de, şapkamıza takılı yas tülü yalan…

allice’i, harikalar diyarı’na götüren iç oluşlar hengâmesi her ne ise, o şey, her türlü demiri göğsüne vurarak parçalamaya hazır bir direnç abidesi olma özelliğini barındırıyor bünyesinde ve bu barındırış ile geceye giren kafa, o geceyi çekmeye de muktedir, o geceden çıkmaya da…

bu intiharın fikirsel iniş-çıkış kuyruklarına basmış bir kaotik içtimai haykırışlar manzumesini, bir yağmur gibi yağdıran mimli kelamların bitmez dayağına maruz kalan bir adamcağız olarak uyku sayıklamam şudur: kendi elimizle kendimizi sürüklediğimiz ve bir kere girince de bir daha çıkamayacağımız cinneti toparlayalım mı…  biz kimiz, davamız nedir, kavgamız nedir, inadımız nedir ve ne kadardır… topyekûn şuur felaketinde tekmelenen ve kendi şuur cumhuriyetini bayrak yarışı alanında kurmak için kafatasını tefsiye eden putlaşmış hürriyeti tepeleyiş: kafatasında cinnet…

az evvelki “biz” insanlıktı, bu tarif edeceğim “biz” ise, kutsi kavga yolunda ter, gözyaşı ve kan dökmüş her davadaş ki hepimiz biziz, hepimiz biriz!

ilham bir kez geldi mi duymalıdır, düşünmelidir, yapmalıdır… düşünme perisinin sert sol yumruğunu tadacak ve hayat boyu sürekli tatmayı da göze alacak bizleriz… biz buyuz!

şimdi, bizi anladık mı?

sahip olduğumuz her şeyi riske atabilme istidadına sahip olan kafamız ki en değerli şeyimizdir, riske atılmıştır, yine ona sahip olan kişi, biz tarafından ve bu yolculuk ne cinnetler, ne delirişlere tanık olan bu cehennemde geçmekte ve geçmeye devam etmekte…

hayatın en zor yokuşuna bu giriş, hiçbir girişe benzemez; bu zarı yırtıp çıkış da hiçbir çıkışa benzemez… etimizin doğmasıyla yarım bir doğmuşluk taşıyan bizler, düşünce zehrinin köklerinden yapılan şerbeti hayat boyu sürekli içmeye ve baldıran acısıyla ölüp, zakkum acısıyla dirilmeye ant içmişçesine sürünüyoruz ve asıl parçamız olan kafamız kısmen ana rahmine gömük durumdayken, boyuna kendimizi çekiştirmeye memur, boyuna acı çekmeye, ölmeye memur…

kafamız bir gün sönüp, sessizce yığılınca göğsümüzün üstüne, susmakta olan göğsümüz bu yıkılışın provasını belki de yıllar önceden yapmış olacağı için öylesine dingin, öylesine yitik…

yumuşacık, anne elleriyle, sıcacık, merhametli dokunuşlarla okşanırken hayat tarafından bütün bir insanoğlu, biz de, bu katranlı ziftten yapılma putu yalayarak bitirmeye memur bir razı gelişle, bir yola girdik ki, ne sebebi var ne sonucu var…

boğazımızda duran lokma dikenli kaktüs ki ne yutulur ne kusulur… öyle ki bunları yaparken de izlediğimiz insan kümeciklerine bakıp üzülüyor, kahroluyor, kâh acıyor, kâh tiksiniyoruz… ama asla yerlerinde olmak istemiyoruz! yol ki, giren çıkamaz; hakikat ki, gören bir daha çeviremez görmüş olan gözlerini…

bakışımız umutluca bir beklentiyle süzülürken insanlığın cılız teninde, görüyor ve şaşıyoruz ki: bu yaratık, evrendeki her şeyin üzerinde bir kıymete ve yine evrendeki her şeyin altında bir kıymete inme cüreti gösteren bu yaratık, öylesi piçleşmiş, öylesine yozlaşmış bir kültün esiri ki, bize düşen yalnızca, ona bakıp ağlamak değil kanlı gözyaşıyla; ip atmak, baş okşamak, el sıkmak… bu kültün payı tokat, adı da şeytanlık…

kavgamız da budur!

yanlış anlaşılma korkumdan uykularım kaçarken, kafatasındaki cinnet gibi tek cümleyle bile bitirilebilinecek bir konuyu bilhassa sündürdüm ki versin, yaksın, pişirsin… kafatasında cinnet davamızın bir ayağı ama asıl ayağı…  bunu anlamayan savaşın öteki yönlerini anlamaz, anlayamaz! karanlık bazı noktalar kalmışsa, bunlar mutlaka aydınlığa kavuşturulmalıdır ki yolumuz hem uzun hem karanlık; bir karanlık ile başka bir karanlığı aydınlatamazsınız!

mütemadiyen bir ömür, halıdaki nakışları, desenleri izlemekte olan kafamızı yana çevirip ağlayalım: pencereden bir aydınlık gözüküyor ki bu aydınlık birçoklarınca karanlıktır; bulutun derince uzandığı, yeşilin maviye sevişme fırlattığı bir huzur, bir cinnet; bir cennet, bir cehennem… burası bizim! buna inanalım; ötesi: burası bizim ve burası da biziz! amacımız anlamak değil, amacımız anlatmak değil; bizler, birbirimizi tanıyan ama konuşmayan, birbirimize varlığımızla destek olan ama köstek de olan bir aksiyon bombardımanına tutulmuş bir nefeslik şaşkınlık, bir nefeslik hengâmeyiz! gördünüz mü ne de büyük, gördünüz mü ne de cüceyiz! çelişkinin memesiyiz, bu memede sütüz, kanız, canız… allahım… gözümüzü uzaklara dikiyor ama aslında nerede olduğumuz unutmuyoruz; bizler ne de büyük bir çileye çarpmışız, heyhat…

davamız da budur!

kavgamız şu, davamız da buyken doğruluyor ve haykırıyorum ki: burada güzel olan bir koku elbette var ama o’nu bulmak değildir biz fenomeni, o’nu sezmektir; o koku ki, bizler bu tütüş uğruna kendi öz kafalarımızı ateşe atmaktan geri durmamış, hayata en çirkin yerinden bakmak gibi bir çirkinliği de göze almışız. almışız, dikenler ve çalılardan fışkırma bir taş-toprak-çakıl yığını üzerinden yüzüstü sürünmeye ve sürüne sürüne de yolun sonunda bir farkındalık bulmaya gönül koymuş yaratıklarız; biz, biz olmadığımız halde aynı şeyden tiksindiğimiz ve aynı şeye âşık olduğumuz için biziz…

kanaatiniz nedir?

%d blogcu bunu beğendi: