dil, ah o dil…
“dil varlığın evidir.” der heidegger.
elle kolla bir şeyleri işaret ederken bir ses çıkartarak başladık milyon yıl önce işe, ve günümüze gelinceye dek de beynimizin korteksinde en gelişkin şeydir dil, dilimiz. o yokken mânâ var ama mânâ dediğimiz şey kıyafetsizdir, görünmez bir adamdır şayet üzerine pudra atmazsanız. anlatabildim mi? yani boyanmalıdır mânâ. boyanmazsa vicdan ve zihinlerde kalır ve vicdan ve zihinlerde kalan haliyle de orada kalmaya mahkumdur. taşınamaz dışarı. işte benim o tecrübî hissimi kellemden, göğüs kafesimden dışarı çıkarmalıyım ki sana vereyim. evet bu kıyafeti sen tekrar soyacaksın belki kelle kapından içeri alırken ama işte, sokağa çıplak gönderemiyorum yoksa üşür.
biz, mânâya giydirdiğimiz kıyafete dil diyoruz işte.
bizi insan, belki de bir şey yapan şeydir kendisi. nitekim onsuzken odun bile sayılmayız. öyle demeyin, bir ağacın da dili vardır. birbirlerine haber verdiğini bilir misiniz kesilen çimlerin? bakteriler ölürken çığlık atar, niçin öldüğünü haykırırmış. evet, bu bir efsane değil, çalışması yayımlandı. bizi öldürmeyen güçlendiriyor ama bakterileri güçlendiren şey ölmeleri.
demem o ki zayıf şişman -her neyse- dillere sahibiz çünkü havada uçuşan çıplak mânâları alıp verme yeteneğimiz yok anne-evlat veya iki âşık gibi. onlar bile net sezemiyor da arayıp soruyor, garip bir his var içimde, diyor.
bugün türk dil bayramı.
kimi komplekslilerce aşırı aşağılamaya, kimilerince de aşırı yüceltmeye tabi tutulan türk dili aslında köklü ama günümüzdeki mevcut güzelliği çok farklı kanallardan beslenmiş olmasıyla ilgili. bunu bir lüzumsuz milliyetçilik hissiyle diyor değilim ama kendi köklülüğünü dönemin felsefe dili olan arapça, şiirin dili farsça, son dönemde de önce fransızca ki kıta felsefe ekolünün dilidir, sonra ingilizce ile besledi. neticede dolu dolu bir dil oldu ama buna da karşı çıkanlar var. ben diyorum ki yabancı dillerden gelen saldırılar suni ise asimilasyon, şuursuzluktur, halk ve aydınların hançeresinde ısınmış kelimeler ise bizdendir, bizimdir. yani köken değil, kol kol cemiyetleri gezmiş olan kelimenin uğradığı hançere, konduğu gırtlak mühimi. artık ingilizce kökenli “karakter” kelimesi bizimdir mesela. türkçe “kişilik” kelimemiz de vardır, yeri ayrıdır. tıpkı arapça kökenli “şahsiyet” kelimesi gibi.
aslında günün sonunda, entelijansiya dile giren yabancı kelimeler ile mücadele etse de bir etmese de; avam tabaka gününü her halükarda yüz kelime ile geçirecek. asıl mücadele edilmesi gereken şey budur asıl. kelime dağarcığı azaldıkça, dünya daralır ve böylece dar dünyaların yönettiği bir ülkede, dar dünyalılar ile yaşamaya mahkûm oluruz.
varsay ki on ayrı hasret duygusu var ve sen bunların hepsi için tek bir kelime kullanıyorsun. kavuşma arzusuyla özlemek aynı şey mi? saçlarını yolduran, başını duvarlara çaktıran hisle, haftada bir hatırlaman eş mi? ya tek kelime biliyorsan ve dar ceket, içine girenleri de darlaştırıyorsa? on adam aynı ceketi giyer mi? hiç mi korkmuyorsun anlam dünyanın daralmasından?
imdi, deniyor ki, efenim iki dil iki insan imiş. bu hesapla biz bir insan bile değiliz. bırakın yeni dil öğrenmeyi, birinci dili, anadilini bilen kaç kişi var? meramını anlatabilen kaç kişi var? geçtim yazmayı çizmeyi; konuşan ya, konuşabilen kaç kişi var?
niçin şiirler berbat, romanlar haşat? niçin edebiyat yok, edebiyatçı yok? bir paragraf yazabilen üniversite öğrencisi bulamıyoruz. evet, bir paragraf yazacaksın ve okuyan ondan -bir zahmet- bir şeyler anlayacak. yok, efenim yok…
derim ki sıkı bir türkçe eğitimi… önce, ilk önce… sadece dil öğrenmek kişiyi yarı bilge yapmaya, yarı filozof yapmaya yeter ki felsefe son çağda keşfetti dilin önemini. ingiliz ekolü dilcidir işte, bakın… yani, iyi bir anadil eğitiminden sonra tüm diğer eğitimler gelebilir, dert değil. dili bilen, öğrenmeye ve eğitilmeye hak kazanmış demektir.
ne diyorduk,
bugün türk dil bayramı!
kutlu ola, şen ola!
(türk dil bayramı’nda yazdığım yazıdır)

kanaatiniz nedir?