içimdeki öteki

  • 7 dakikalık bir metin-

tam yirmi yıldır hiç şüphe etmeden savundum bilinçdışı denen şeyi. savundum derken, freud’un anlattığı formuyla savundum. bilhassa son zamanlarda önce, rastladığım bir sartre yazısında, sonra da yazılmış en cüsseli nietzsche biyografisinde şüphelerim katlandı. ben haritası üzerine bir yeni yapılanmaya gittim. yeni çizdiğim harita daha çok şeyi açıklıyor görünüyor. izah edeyim. bu dediklerimi de tam tekmil bir teori değil, sesli düşünme sayınız çünkü hamlar. ilk keşif heyecanıyla buraya yazıldılar.

freud bir bilinçsiz, şuursuz canlı tanımladı ve bunda da haksız değildi ki insanlık budur. ekserisi şuursuz doğar, şuursuz yaşar ve şuursuz ölür. bu böyledir. o yüzden bilinçdışı değil bilinçtir ilginç olan. keşfedilecek bir şey var ise bu bilinçtir. freud’un keşfinin ses getirmesinin sebebi bu şuursuz yaratıkların kendilerini şuurlu sanmaları. değilsiniz dedi freud, değillerdi. çoğu eylemimizin kökeninde duygular, bastırılmış arzular var ve onlara mantıklı kılıflar uyduran beyin kabuğu. evet, bilinç sanılan şey bir bahane makinası gibi iş gören bir şey.

yani aslında otomatik pilotta doğup ölen milyonların eylem ödevleri zaten binlerce yıldır belli. binyılların bilgeliğinden süzülüp gelmiş de onaylanmış sanılan yasalarla, ezbere duygularla ve reflekslerle yaşamını süren milyonlar. refleks kelimesi mühim çünkü şuursuz insanın yaşamı koca bir refleksler toplamıdır. ben dediği şey de sadece bir edilgen şahit hükmünde acı çekmekte, var olduğunu sanmaktadır.

bu şuna benzer, ata binmiş gidiyorsun ama aslında at istediği yere gidiyor. sen de “deh” filan diyorsun. veya tasmalı köpeğini gezdirdiğini sanıyorsun da o seni gezdiriyor, haberin yok. küçükken biz çarpışan arabalara binerdik. orada bozuk bir direksiyon olurdu, işlevsizce dönüp dururdu. biz de arabayı sürdüğümüzü sanırdık. aklıma o geliyor. bir de şey… atarilere giderdik. jeton atmazsanız oyun kendi kendine oynamaya başlar demoyu. o sırada siz rastgele düğmelere basarsınız da kendinizi oynuyor sanırsınız. işte kendimiz üzerimizdeki hakimiyetimizin durumu bu.

ilk aşama bunu fark etmek.

ve ben demek için, öteki değil demek, yani biz’den kurtulmak…

doğduk büyüyoruz, toplumda bir yer ediniyor, kavga ediyor, seviyor, seviliyoruz filan ama tüm bunların tamamı tüm canlı doğa ile aynı yasalarla gerçekleşiyor. yani ben, henüz icat/keşif edilmeden tüm ömür geliyor ve geçiyor. evet, bizim tüm “ben” demelerimiz bir dil sürçmesidir ve ben derken gizliden fark ettiğimiz acı duyan teni kastetmekteyiz. acı da duymasa tenimiz, hepten biz olacağız. bir insanlığın, milletin, toplumun, ailenin ve ilişkinin içindeyken yaratılmış olan “biz” illüzyonu ile yaşar ve ölürüz. illüzyon ne demek? var olanın yok görünmesi veya yok olanın var görünmesi veya mahiyet değiştirmiş sanılması demek. yani halihazırda olan, olanın kendisi ben+ben+ben iken biz onu biz sanırız. maddenin yapıtaşının atom olması gibi toplum da yapıtaşlarına ayrıldı aslında hümanizmle birlikte ama henüz yankıları bize ulaşmış sayılmaz. buna bir tepki olarak çıkış yakalayan kolektivizmin yani özel adıyla komünizmin yükselişiyle de batı karşıdevrimle tanıştı ki doğu zaten kolektivistti. doğuya kolektivizmin gitmesine gerek yok; tüm ortadoğu, anadolu, arabistan, iran, ırak, buralar zaten kolektivisttir. biz doğar ve biz ölürler, ben hiç yeşermez.

insanlığın çocukluk çağlarından, yani bir ferdin fert olmadığı günlerden kalma olan biz illüzyonu, gerçek “ben” deyişler ile yıkılıyor. bunun için ben’in güçlenmesi, biz’in illüzyon olduğunun keşfedilmesi gerekiyor.

biz’den ben’e çıkış, burada anlatıldığı kadar masalsı değil. mutluluk verici hiç değil. on bin yıllık ahlak yasalarını terk ettiğiniz an kendi yasalarınızı kurmak zorunda kalırsınız. bizler toplum olarak yaşıyor değilsek, üzgünüm, ölmek zorundayız. evet, ben ölür biz değil. çünkü biz’in içindeki fertler ölse de önemsizdir, onlar organizmanın önemsiz hücreleridir. önemli olan dinin, milletin, takımın, ruhun, cemiyetin, ailemizin, fikrimizin, davamızın yaşamasıdır. o yüzen ölüm ve ölüm korkusu başlar ben olmakla. yasamız, özgürlüğümüz, sorumluluğumuz, anlamımız, ölümümüz ve yalnızlığımız… bunları fark ettikçe tekrar biz’e dönesimiz gelir ve kimilerimiz döner de nitekim.

buralara geldikten sonra delilik kıyısı başlıyor, uyarayım. az değildir buralarda deliren. evet, hakikat delirticidir.

tüm hayatı bilinçsiz refleksler ile yaşamaktan gerçek eylemler yapmaya geçirişte çok önemli farkındalıklar var.

az evvel işaret ettiğim dört dehşet ile mücadele, mühim.

ikincisi nesne olmaktan özne olmaya geçiş. falancalar benim hakkımda ne düşünür, üzerine kurulan hayatlar nesne olmaktan çıkamaz. benim etimin senin gözündeki imajını imajine ederek, imajın imajını adam etmekle ömür tüketiyorumdur belki de… bundan büyük kölelik olur mu? soruyorum: en büyük kölelik bu değil mi? görünüşten oluşa geçmek çok zor ve büyük bir adım ve sert bir kopuş.

dipnot: sana bir şey anlatıyorsam, bunu senin anlayacağın dilde anlatmaya çalışıyorsam, kendime değil anlattıklarımın imajına makyaj yapıyor olabilirim; bunda beis yok. anlattıklarım şeydir ve şeyleşmesinde sakınca yoktur ve anlattıklarım ben değildir. özne olan bensem, nesne olmaktan korunması gereken, şeyleşmekten uzak tutulması gereken benim.

üçüncüsü edilgen olmaktan etken olmaya geçiş… maruziyet ve teslimiyetle geçen koca bir kurban rolü hayatından, aktif bir aktör olmaya geçmek pek feci. bu adım pek cesurca, pek büyük.

freud konusunda düştüğüm şüpheye gelirsek…

bilinçdışı benden bir şeyleri saklıyor ve bana çaktırmak istemiyor güya. sartre’ın freud eleştirisinde şu vardır: sansürcü bir ben var öyleyse orada ve bir de asıl ben varım. aslında bu benler o kadar karışık ki id, ego, süperego üçlemesinde üç tane mi ben var? bunlardan sadece ego bensem, diğer ikisi sadece ses mi? platon “üç ruh” der, aristo da “bir ruhun üç yönü”. yani burada bir ben enflasyonu var. oysa bilirim ki ben bir tek şeyim. bir savaş varsa da yekvücut olan bende değil, kendini ben sanan diğer birimlerle benin arasında var.

karıştırmadan geçeyim… bedenin üzerinde tepinen bir ruh yani ben var. ama bunu deyince problem çözülmüyor çünkü beden ve ruh deyince neyi anlamak gerekiyor? bedenin içinde beyin de var unutmayın. zekâ, eğilimler, alışkanlıklar bedende, yani beyinde. o yüzden ehlileştirilmesi gereken at bedenimizse, o atın jokeyi de ben, yani ruh. işte bilinçdışı denen şey bedende fakat orada bir sansürcü falan yok. tekrar ediyorum, bilinçdışını benden saklayan bir nöbetçi yok. ne var? beceriksiz bir ben var. oradaki çöplükte aradığını bulamayan, aramayan, orayı yönetemeyen, kölesine kölelik yapan bir ben var. işte bu ben’in özgürleşmesinden söz ediyorum. sıkı bir beden kullanım kılavuzuna ihtiyacı var o benin. sonra da harekete geçmeye. evet, bizler kölemize kölelik ediyoruz.

aslında hazır anlam paketlerini varsayılan reflekslerle veren, o anlamları sanki doğada görüyormuş gibi, sanki anlam veriyor değil de anlıyormuş gibi davranan beden otomatiklerine bir başkaldırıdan söz ediyorum. bir savaştan, kandırmacanın bitmesinden.

buraya kadar -iki üç kelime hariç- varoluşçu gibi konuştum ama beni varoluşçuluktan ayıran nokta şurası.

varoluşçuluk, tüm bunları dedikten sonra istediğin anlamı ve kendiliği yaratmanı salık verir ve bunda gücünün olduğunu söyler.

ben tam bir hürriyet içinde olduğumuzu düşünmüyorum.

eğilimler, demiştim az evvel. evet, bir kendilik eğilimi, temayülü, kokusu ile doğuyor ve yaşıyoruz. bu kendiliği inkâr ederek var kalıyor çoğumuz. işte bu kendilik, tastamam bir ödev listesi değil ama kabası bitmiş bir inşaat gibi. yani betonarmesi tamamlanmış olan inşaatta, uygun yerlere duvar yapmak, o duvarları istediğin renkte boyamak, istediğin malzeme ve mobilyalarla orayı döşemek elimizde ama kat çıkamıyoruz mesela. o yüzden o inşaatı sıfırdan yaptığımızı söyleyen varoluşçular ile bitmiş binanın içinde yaşadığımızı söyleyen kaderciler arasında bir yerdeyim. grideyim.

ahlak konusu da en büyük tartışma olarak kalır felsefede. ahlak yok desen, diyemiyorsun. tanrı varsa cennet-cehennem ahlakına itiraz edemiyorsun ama tanrı yok dersen hangi ahlaka yaslanacaksın, hangi gerekçeyle ve nasıl temellendireceksin?

ben derim ki cennet-cehennem inancı içindeki de bir temele sahip olduğu için ahlaklı değildir. ahlak, yani iyilik eğilimi bir içgüdüdür. cinsellik gibi tıpkı… cinselliğimizin de temelleri yoktur ya da mantıklı argümanlara yaslanarak cinselliğimizi var veya yok kılamayız. içimizden gelir, o kadar. uyku gibi savaşırsın, o ayrı ama içinden gelmektedir. yani yaratan şey temellendirme değildir, içgüdüdür. iyi olasın gelir veya kötü olasın gelir.

dipnot: ahlak teorim en çok salınım yapan teorimdir. us’tan beri bin kere sorgulanmıştır ve felsefenin bence en zor konusudur.

bence bir ödevimiz varsa kendilik ödevimiz var. birincisi, inkâr talebi yok; sahicilik bekliyor. ikincisi, kendilik mutluluktur; en azından yeterince. hem sahici hem mutlu eden bir denklem teklif ediyorum size. üçüncüsü, kolaydır. kendin olman öteki gibi görünmeye çalışmandan kolaydır, daha az yorucudur. rahat uyutucu, sabahları uyandırıcı ve kendisi için yaşamaya değicidir.

işte kendilik ödevinin başına geçtiğinde ilk yapacağın şey kırbacını eline almak ve üstünde oturduğun halde kafasına göre gezinti yapan hayvana “çüş” demek. onunla bir savaş başlatmak ve bu savaşın bir ömür sürmesi.

diğer teklif; bu zorlu, sahici yolu reddedersen, kalabalıklar içinde huzurla yaşayabilirsin. huzurla ölür ve öldüğünde bile yaşamaya devam edersin. sever, sevilirsin ve anlamsız hiçbir şey kalmaz hayatında.

bu iki hayattan birini seç. ilkinde mutlu bir hakikat, ikincisinde huzurlu yalanlar bulacaksın.