geçenlerde erich fromm bir konuda ufkumu açtı ve üzerinde asırlardır çalıştığım insan teorime bir tuğla daha eklemiş oldu.
birazdan anlatacaklarım doğrudan fromm’un sadizm/mazoşizm fikrinin şerhi değildir, benim insan teorimdeki yeni açılımları ifade etmektedir. ayrıca tüm insanlar bu bahsedeceğim çemberin içinde gibi görünmese de; ama küçük ama büyük, çoğumuzun dönüşünü bu çember tanımlıyor.
ömer hayyam’dan bir dörtlük ile açılış yapayım.
hep bir çember, dolanıp durduğumuz!
ne önümüz belli, ne sonumuz.
bilen varsa, çıksın söylesin:
nerden geldik, nereye gidiyoruz?
sürü veya tanrı’nın içinde olmaklıkla biz’in içinde karışmaklık arasında ayrım yapmıyorum fazla, biliyorsunuz. bu bizim o malum ait olmaklığımız ya da omnipotansımız. bu saydıklarımı eş sayın, eş görün. bu dursun cebinizde.
bazı psikolojik haller bize yalnızca filmlerde imiş gibi gelir ama aslında hepimiz belirli oranlarda sapığız, psikopatız, sadistiz, mazoşistiz ve narsisistiz. liste uzar tabii. “bilmem ne miyiz, yoksa değil miyiz?” değil asıl soru; soru, “ne ölçüde bilmem neyiz?” olmalı. evet, ne ölçüde sadistiz?
sadizmi acıdan haz duyma gibi uydurukça tanımlayan bir dolu kaynak var ama sadizm aslında yönetmek, denetlemek, hakimiyet kurmak ya da köleleştirmek işinde doyum aramak demek. bu saydıklarım yumuşaktan serte doğru gidiyor, ilk ikisi daha kabul edilebilir görünüyor ama dediğim gibi, sadizm bir spektrum. mazoşizm de aynı ölçünün negatif yanı. yani bu ikisi antagonist ilişki içindedir.
bir gün boğuntu hisseder sürüsel birey. artık içi daralmıştır, bulanmıştır. bu bulantı onda kaçış hissi uyandırır ama sürüye arkasını dönüp koşmak değildir kaçış. koşarak kaçılmaz sürüden. kaçarken sürüye yapacakları vardır. onu kaçırtan şey özgürlük, yalnızlık, güç özlemi. bunların üçü de ilişkiseldir, yalnızlık bile. evet, kişioğlu yalnızlık isterken ilişkisel bir reddediş içindedir. yani yalnızlık özlemi olmaz mesela şizoidde çünkü o zaten yalnızdır. ilişki kurabilen kişi talep eder yalnızlığı. neyse… bulanmış kişioğlu aslında ana rahminde yaşamaktan bulanmıştır. etrafı vıcır vıcır hayattır. zihayattan bıkmıştır kişi, hayatlıların çokluğundan. ölüm ister, öldürmeye mikroplardan başlar. ellerini yıkar önce.
ikinci cinayeti odasında eşyaları öldürerek işler. kişi kendisini tanrı kılar fantazmında. evet, eşyaları aşırı düzenlemek kişiyi eşya üzerinde tanrı hissettirir. sinek gibi tek tek öldürür kişi eşyayı. nasıl? yaşayanların bulunduğu yer organiktir, organik yer dağınık olur. tavuk kümesi, hayvan barınağı, sinek sürüsü dağınıktır. derli toplu yerler mezarlardır. tüm mobilyaların tozunu, yani yaşanmışlık izlerini temizler kişioğlu tek tek. her şeyi yerine koyar. bir şeyin yerinde durması ölüm demektir çünkü ölen şey kıpırdamaz. oysa organik hiçbir şey yerinde durmaz. kişi çevresindeki tüm gelişigüzelliğe, tüm random’a, tüm rastgeleliğe tek tek müdahale eder, ta ki mobilyalar üst üste konmuş sessiz tabutlara dönsün.
önce mikropları öldürdü, sonra eşyaları ve tabii o sırada tüm böcekleri, kelebekleri, haşeratı… odasında, evinde kemik konseptli süs eşyaları vardır. ölümü sever. öldürdükçe sadizmi doyar ve o sırada yönetmek ihtiyacı duyar. çevresinde birilerini yönetmeye, ne yapacaklarını söylemeye kalkar. buna cesareti yoksa da kendisini sıkar, eşyalardan çıkarır; daha çok toplar, daha çok siler, daha çok mikrop öldürür.
yani kocasını öldüremediği için mikropları öldürür.
ya da çok hücrelileri öldüremediği için tek hücrelileri…
bu kadar çok ölümü görmek ona haz verse de kendi ölümü hatrına gelmeye başlar. öyle bir an gelir ki kendisini yalnız hisseder ve ölümlü hisseder. bu onu korkutur. sonra özgürlüğe mahkumiyeti ve anlam ödeviyle karşılaşır. bu sefer korku duyar. dev bir evrende yapayalnızdır, ıssızdır. en yakın canlı bin kilometre uzaktadır. bu tanrı rolüne soyunan kendi değil miydi?
bu ölüseviciliği haz ve doyum zirvesinden inişe geçtiğinde suçluluk duymaya başlar. kendi tanrı kılmak suçlu hissettirir. bu kadar çok cinayet onu huzursuz etmiştir. artık cezaya, cezalandırılmaya ihtiyacının olduğunu hissetmeye başlar. yani sadizmi yerini mazoşizme bırakır. o yaramaz bir çocuktur, yaramazlık yapmıştır ve poposunun tokatlanamaya ihtiyacı vardır.
bu suçluluk çok derindedir, o yüzden apaçık bir ceza değil, gizil cezalarla başlar. ayak serçe parmağını kapıya çarpar, mutfakta elini keser, tost makinasında parmağını yakar ve yanlışlıkla(!) bir bardağı düşürür, kırar. kırıkları toplarken kanar, kanarken bağırır… tenine çektirdiği acı suçluluğunu biraz dindirir ama yetmez. kendini aşağılatmalıdır da.
kalbini kırdırtır, kendini aşağılayacak birini muhakkak bulur. aşağılanır, ağlar. günahkar tenini kınamaya gönüllü çok kişi vardır cemiyette. kınanır, ağlar. yeter ki sinik kal, seni sindirecek birini muhakkak bulursun; bulur.
hatta nedense(!) hayatına hep sömürücüleri davet ediyordur. tesadüfe bakın ki hep kötü insanlar çıkıyordur karşısına, kocası da bir kötü insandır, tesadüf işte. kurban rolü mazoşizmini tatmin ettikçe eder ve zamanla suçluluğu diner. durulur. sakince, iyileşmekte olan yara beresine doğru bakmaktadır bir savaş gazisi gibi.
yeniden ait olur, yeniden sürü olur ve yeniden dengeye kavuşur ta ki bir gün içdaralması ve yabancılaşması kapısını çalana dek.
işte sevimli sado-mazo döngümüz. nasıl, tanıdık geldi mi?
bir not daha; hikayemizde mutluluk arayışı kişiyi sadist, huzur arayışı mazoşist kıldı.
(resim, istvan sandrofi’ye aittir)
kanaatiniz nedir?