öldürmeyen acı
tabiatta neyin ne kadar olduğuyla ilgili tenkit çoğu kişiye kutsala hakaret gibi gelir. yaratıcı güç abes yaratmamış, ölçüyü korumuştur. hiç değilse evrim lüzumsuzları elemiş, lüzumluyu lüzumlu miktarda bırakmıştır. o yüzden “doğal yaşamak” gibi laflar daima çekiciliğini korur. yargılanamaz mükemmeli yaşamanın ne gibi bir yanlışlığı olabilir? yoksa var mı?
bir süre için bu sorgulanamazlığı paranteze alarak acının miktarını konuşalım. aslında varlığı pek hoştur, çoğumuza kendisi hoş gelmese de. çoğumuza diyorum çünkü mazoşizm diye bir şey var. tabii mazoşizmi de paranteze alacağız bu konuşmada. peki, acının varlığı niçin hoştur? çok basit, haber verir. haberin nesi kötü? sırtına bıçak saplanmış, haberin yok. acı sayesinde kaçarsın, çekilirsin, haberin olur zarar gördüğünden. ayak serçe parmağın kapıya çarparsın, bu çarpış uzvuna hasar verebilir, mümkündür. bu zararın önüne geçmek için seni bu gibi çarpışlardan uzak tutucu bir haber ve ders gelir beyne. işe bu postacıya acı diyoruz. var mı sorun?
sorun şurada; örneğin ameliyat olurken uyuşturmak zorundadırlar çünkü şifasına inansak bile acı duymaya devam ederiz, hem de şiddetli. yani acı mekanizmamızı ikna edemeyiz ameliyatın lüzumuna. o mekanizma, bu ameliyatı lüzumsuz görür ve hatta zararlı ki bizi caydırmaya çalışır. yani mızmız çocuk gibidir o acı mekanizması, ikna edilemez.
kolun kırıldı diyelim, bir acı duyarsın. oysa bu acı lüzumsuzdur, en azından bu miktarı. acı duymayacak olsak bile zaten o kolu tekrar kullanmak isteyeceğimiz için panik halinde hastaneye giderdik. kimse kırık bir kolla yaşamak istemez. ama işbu acı yüzünden birisinin bizi götürmesi gerekir biz çığlık atarken. yani kol kırılma acısının lüzumunu kabul etsek bile miktarı çok lüzumsuz, hatta zararlıdır çünkü aşırıdır. acıdan bayılmak diye bir şey var. düşünsenize, problemi çözemiyoruz –artık zararlı şey her ne ise- acı o kadar çok ki düşüp bayılıyoruz.
acı, evet, bize faydalı korkular verir. vahşi hayvanlardan, zehirli yılanlardan filan korkarız ki bu da bizi hayatta tutar ama şu hamam böceğinden korkumuzun hangi acı kökeni olabilir? bu mekanizmaların hepsi bozuk görünüyor. ortada yanlış işleyen bir şeyler var.
bazı hastalıklarda aşırı acı çekeriz. ağrı da buna dahil şüphesiz, ikisini tek sayıyorum. oysa o acı hissi bizi gereksiz bir enerji sarfiyatına sokar. oysa kıvamlı bir acı hastalık süresini kısaltırdı. yalnızca yatmamızı hatırlatacak bir acı yeterliydi ki zaten çoğu tedavi yöntemi torba torba ağrıkesici yutturur. yani doğal vücudun israflı acısını yapay kimyasallarla çözeriz.
sonra, bu saydıklarımın hepsi tensel acılar. tinsel acılar da vardır ve belki daha çoktur. bir sevdiğin ölür acı çekersin, yalnızlık acısı çekersin, özlersin ve acı hissedersin… ya da haksızlığa uğramak sende acı yaratır, itibar kaybı, aşağılanma, yas, zarara uğrama, kazıklanma… bunlar da acı. bu acıların farkı soyut kaynaklı olmaları değil, istersek engel olabilmemiz. yani daha doğrusu bizim tarafımızdan yaratılıyor olması. bu acılar sunidir, yapaydır ve sahtedir. yoksa değil midir?
kolunu kessek, istediğin kadar meditasyon yap o acıyı zihninle durduramazsın ama sevgilin seni terk etti diye acı duymak zorunda değilsin; acının bu cinsi koşullandırılma ile yaratılmış olabilir. bir psikolog seni ikna eder, yeni bir sevgili bulursun, önceliklerin değişir vs ama neticede o acıyı yok edebilirsin. yani tensel acılar yazgı iken tinsel acılar seçim gibi görünüyor. yoksa değil mi?
çocuğunu kaybeden bir annenin içindeki acıyı susturması mümkün olmaz. en azından genelde mümkün olmaz. yoksa vardır öyle hasta anneler ama ortada bir patos yoksa her anne bundan derin bir acı duyar. patos dememdeki sebep, hiç acı çekmeme hastalığı filan da var… onlar da parantezin içinde.
yani tinsel acıların önemli bir kısmı seçim gibi görünüyor, tensel acılarınsa tedbiri seçim, kendisi değil.
işte tinseliyle tenseliyle, ortada çok ama çok fazla acı yok mu? haddinden, lüzumundan, olması gerekenden çok ama çok fazla acı… bir deprem yıkığı altında 5 gün ölümü bekleyen bir çocuğun acı çekmesine gerek var mı? o çocuk öldüğünde ve ölmeden önce ailesinin tükenen ümitsizliğiyle doğan acıya gerek var mı? tonla acı çektik bugüne kadar, hangisi salt haber verici, ders verici olarak kaldı? çoğu işkenceden başka bir şey değildi. alacak bir ders bile yoktu ortada. dünyaya bakın, uzaydan, uzaktan bakın, sadece çığlıklar duyarsınız. o kadar çok çığlık var ki. bu insanoğlu hiç çığlık atmamalıydı, niçin atıyor? niçin bağırıyoruz? niçin acı çekiyoruz ve sonu bir türlü gelmiyor?
bugünlerde tek düşündüğüm bu konu, bu acı çokluğu bana acı veriyor. bence insan, insanoğlu haddinden fazla acı çekiyor. evrimin sanıyorum bir sonraki basmağı acı azalması olacak. keşke içme sularına ağrı kesiciler karıştırabilsek. dünya çok daha yaşanır olurdu. bu acı çokluğu için züğürt tesellilerimiz de yok değil elbette; güçleniyoruz, tekâmül ediyoruz, anlıyoruz, arınıyoruz, bilgeleşiyoruz… ben tekamül edeceğim, söz, şu acıyı alın üzerimden. acı o radde ki tekâmül hızımı azaltıyor. öldürmeyen acı güçlendiriyor değil, hasta ediyor. çoğu travma bırakıyor. sakatlayan acı güçlendirmez.
ben ne ölüm ne acı istiyorum, teşekkür ederim, ben kendim güçlenirim.