felsefe tarihinin en çetin konusu hakkındaki fikirlerimi serdedeyim…
geist, sprit, soul, psyche, tin, ruh… ismi veya tanımı değişmekle birlikte tarih boyunca materyalist bedenin ötesinde bir de metafizik, materyal ötesi bir töze var diyen olmuş, yok diyen olmuş. nietzsche’nin kankası rohde’nin “psyche” diye çok güzel bir kitabı var –yakın zamanda türkçeye çevrilen- ki ruh fikrinin köklerine iner. ilk inanış nerede doğmuştur tartışmalı olsa da greklerin teorize ettiğini biliyoruz. mistisizmin anavatanı hindistan’da da bolca ruh bulursunuz elbette.
aslında animizm inancı pek eski, pek kadim. animizmde her şeyin ama her şeyin bir ruhu var. pozitivizme doğru geldikçe çoğu şey ruhunu yitiriyor, en sonunda da her şey. yani modern dünya 1950’lerde ruhsuzlaştı iyice. sonradan yine dünyada spritüel hareketlerle birlikte tekrar ruhlulaştı.
ben başlığı böyle koyarak bir nevi hata etmiş oluyorum. sonda söyleyeceğimi başta söylemiş oluyorum.
var-yok demezden evvel ne olduğunu tanımlayalım:
maddeye ilişik madde ötesi bir töz, madde olmayan bir şey var ki madde ile irtibatlı ama aşkın.
ruh yok, iddiası şöyle,
bizler makineleriz. bir şeyler varsa da beyinde. beyin zaten dev bir giz. evrenin en karmaşık makinesi. bu da bir şeyleri aşkın hissettiriyor. yani hepimiz makineleriz.
bu fikir yandan da determinizm ile ilişkili. kaçınılmazlıktır determinizm. bir şey olduysa o şeyin nedenleri vardır. yani şu olmuştur, bu olmuştur ve evrenin başından bugününe gelinceye kadar milyonlarca hadise arka arkaya eklenerek bu hadiseyi doğurmuştur. tüm hadiseleri bilsek olacak hadiseleri de bilirdik. tarih ve toplum, tıpkı eşya gibi tabiat yasalarına mahkum olduğundan, birer makine olan insan ve canlılar özgür iradelere sahip değildir. yalnızca özgür irade yanılsamalarına sahiptir.
aslında ruh diye bir şeyin olmaması, determinist bir evren ve özgür iradenin bir yanılsamadan ibaret olması el eledir. bunlar ayrılmaz bir bütünü, pozitivizmin dünya görüşünü yansıtır.
şunu da belirtelim ki tanrı inancı ile ruh inancı ilgisizdir. ayrıca teist pek çok toplumda ruh inancı da olmamıştır. sözgelimi müslüman araplar ruha inanıyor değildi. yani din, ruhu değil haşir ve vahdet’i vaaz etmiştir.
bugün tarihsel olarak izini sürebiliyoruz ki ruh inancı neo-platoncular kanalıyla tasavvufa girmiştir.
yani öncelikle “elbette var” ve “elbette yok” eminliği dağılsın için uğraşıyorum.
madde enerji macunu içine -inancım o ki- ruh(libido) damlatılmıştı. ruh öyle bir şey ki madde/enerji, çürüme dediğim yasalara tabi iken içerisinde bulunan latif varlık, entropiye aykırı bir akış, difüzyona ters bir toplanma arzusu taşıyordu. nihayet toplanmayı başardığı yer olan mavi noktamızda, sulu gezegenimizde iki buçuk milyar yıl önce ilk tek hücrelileri, maddenin doğal entropik akışına ters bir arzu ile bir araya getiren ve tekamüle başlatan bu idi.
ruh zayıf da olsa vardı ve zayıf da olsa sezmekteydi ki ben belirli planların, projelerin sezgi alemi denen yer ile irtibat halindeki ruhta bulunduğunu düşünüyorum. tekâmül açlığını da oraya bakarak korudu. libidosunu da…
şunu özellikle belirteyim ki bu çok önemli bir konu!
ruh… var mı sizce? birçok kişi onu dinin içinde bir mefhum sanır da ateistlerin ruha inanmadığını düşünür. hatta necip fazıl bir düşünüre “ruhçu” derken bile övmek için söyler.
var veya yok olduğunu söylemek çok emince yapılıyor ise çok biliniyor değildir nöronlar ve beyin… ruh, genelde bir çeşit duygu, inanç, varlık, benlik, yaşam, ulvilik merkezi gibi görülmüş. beyni biraz karıştırsanız ruha inanmayanların ne demek istediğini anlarsınız. nöronları kurcalayarak bir kişi istediğiniz kadar tuhaf bir ruh haline çekebilirsiniz. mutsuz edersiniz, iradesiz, küfürbaz, unutkan, öfkeli, mutlu, aşık, ahlaksız… bu garip gelebilir ama hala çözülmeyi bekleyen bir karmaşa olan beyin, sırlarla dolu… çeşitli beyin kazalarında, kişiliği ani bir şekilde değişen kişiler rapor edilir durur. peki biz, sadece beyin miyiz?
ruh var demek kimseyi dindar yapmadığı gibi yok demek de ateist yapmaz. ruha inanan bir ateist olabilir mesela. onu bir çeşit enerji gibi görüp, yalnızca canlılarda bulunan bir latif madde ve akış sayabilir. ateist ruha değil, tanrı’ya yok diyendir.
teist de ruha değil, tanrı’ya var der. ruh başka…
o yüzden bunun dini inanç konusundan tamamen bağımsız olduğunu bilin.
benim ruha karşı duruşumun 5 kaynağı var. bildiğimiz fiziğin içindeki 5 boşluk bana (en başta saydığım) çürüyen madde dışında da bir şeylerin olduğuna götürdü. böylece evreni çürüten o difüzyon haricinde bir de tekâmül ettiren libidonun var olduğuna inandım.
ruhun yokluğunun (tek tözlü evren modelinin) açıklayamadıkları:
1-öncelikle, canlı tanımlanırken, “entropiye karşı duran varlık” diye tuhaf bir tanım yapılır. yani fiziğin en temel yasasına karşı duran bir şey, nasıl fiziksel olur? bazıları buna evrendeki toplam entropinin hâlâ korunduğu açıklamasını getirerek yan kapıdan sıvışmak istiyorsa da sorun çözülmüş değildir.
2-evrendeki her şey dağılıp çözülürken, nasıl olup da ilk canlının en basit, en son ortaya çıkan canlının daha kompleks olduğu bilinmemektedir. eşya ters evrim yani dağınıklaşma yönünde olduğu halde canlı nasıl oluyor da düz evrim içindedir? üstelik kendi hayatında da öyledir. önce zayıf ve korumasız doğar ama ilerleyen yaşlarında güçlenir ve büyür. bu nasıl olur?
3-ben dediğim şey, maddenin karmaşık düğüm oluşları ile oluşmuş olamaz. madde istediği kadar düğüm olsun, kimyasallarla bulamaç olsun benim zekamı, yeteneklerimi, hafızamı oluşturabilir belki ama “ben” dediğim şey hepsinden öte bir formda, keyfiyette, cinste, nitelikte görünmektedir. bu bir çokluk, yani nicelik, yani kemmiyet gibi görünmemektedir. başka şeydir… ben olmak, bir komplekslik işi değil, ayrı bir tözdür.
4-kuantum fiziğinde gözlemciden bahsedilir ve seçim yapan bir bakış izi bırakıcı vardır. o nedir? maddeye tesir edebiliyorsa maddeden başka bir şey midir? bakan şey bakılan şey ile aynı töze mi sahiptir?
5-sezgi alemi denen yerden bahsetmiştim. imgelerin uçuştuğu, telepatinin mümkün olduğu, ortak rüyaların görüldüğü zamansız ve mekânsız yer ile irtibatın maddesel sağlanması mümkün görünmüyor.
ben bu 5 boşluğu rahatlıkla ruhun varlığı ile doldurabiliyorum. ispat edemem ama ikna ederim.
maceramızı anlatıyorduk…
virüs gibi bakteri gibi canlılarda zayıf bir hayatta kalıştan bahsetmiştim. biyolojide çok ciddi bir tartışmadır canlılığın tanımı ve nerede başladığı. mesela öyle formlar var ki canlı mı değil mi arasında kalınıyor. işte bu ruh denen şeyin latif çokluk miktarı ile belirli bir oranda bulunduğunu düşünüyorum evrendeki her şeyde. böylece tüm fiziksel anomaliler, en önemlisi de indeterminizm açıklanmış oluyor. yani canı var ve canı hiç yok diye ikiye ayırmak yerine en mütekamil yaşamak halini en üst ruh sayarsak, uzayda savurulan kuru taşa da en azını verirsek, çeşitli oranlarda her şeyde ruhun bulunduğunu düşünüyorum.
determinizmden bahsetmiştim… laplace şunu der: evrendeki her eşyanın enerjisi, kütlesi, hızı, momentumu, konumunu, bilmem nesini bilen bir cin olsa, geleceği de söyler! yani hesap eder kurulmuş dişliler gibi olan evrendeki maddeleri ve bir saat sonraki, birkaç yüzyıl sonraki konumlarını da matematik ile çıkartır. bundan insanlar da muaf değildir çünkü insanda da atomlar vardır.
yani –o yüzden- determinist bir evrende özgür irade yoktur.
şunu düşünün, özel bir nizamlanışta, itinayla sıraya dizilmiş domino taşları ile bir kurgu yapılmış, bir plan var, zincirleme olaylar dizisi düşünülmüş… tek tek koymuşuz ve çalışmayan kurguya bakıyoruz; bu dizilimin dev cüsseli bir üst yapı olduğunu düşünün, milyonlarca domino taşından oluşan bir bünye… sistem hazır ve çalışmamakta olan sistemi yalnızca izliyor, ne olacağını tahayyül ediyoruz; sonra da o meşhur “ilk hareketi” yapıp, zincirin başı olan taşa kibar bir parmak dokunuşu… ve “kaçınılmazlık” başlamıştır; her taş kendisinden bir sonrakini devirir ve devrile devrile sistem ilerler… çalışmakta olan bu zinciri izlediğinizi hayal edin, neye benzetilebilir sizce?
“v for vendetta” filmindeki domino sahnesini hatırlayın…
ilk taşın yıkılışı sizin parmak hareketinizle oluyor, diğer tüm taşlar, kendisinden önce devrilen taş aracılığıyla devriliyor ve kendisinden sonrakine bir devriliş armağan ediyor… ta ki son taşa kadar… sonuncu taş, devriliyor ve kalıyor, sistem ölmüş, sönmüş oluyor…
bunun formülü nedir: sisteme n tane taş varsa, yalnızca 1 adet taş dolaysız bir biçimde sizin aracılığınızla düşüyor, n-1 taş da kendisinden önceki aracılığıyla düşüyor. n-1 taş kendisinden sonrakini deviriyor, toplam n adet devriliş yaşanıyor ve en son toplam n adet taş devrilmiş oluyor.
evrenin kenarında durup, “büyük patlama” teorisini izliyor olsanız bunu düşünürdünüz… “ilk baş” denen kısım sayesinde başlamış bir zincirleme kaçınılmazlık dizisi, tamamen mekanik bir oluşlar manzumesi ile tıkır tıkır, olacak olan oluyor… ama sistemde bir şey eksik! dominoya geri dönelim…
farklı kollardan, farklı nizamlanışlar halinde ilerleyen zincirlerimizin kenarında kıyısında çocuklar tünemiş, kimisi devrik olan taşları geri kaldırıyor, kimisi de ortasından devirmeye başlıyor, sisteme muhalif, sisteme mürteci, sistemde radikal müdahaleler çıkarıyor ve sistemimiz, sistemin en ayrılmaz parçası olan “mekanik kaçınılmazlık” ilkesine ters davranıyor! yani ne oluyor? bir sonraki hamle tahmin edilmez oluyor!
öngörülemezlik nedir? düşündünüz mü?
bu, yalnızca ve yalnızca kurgulu mekanik yasalara göre kaçınılmazı yaşayan ve ilk öncenin de öncesinde depolanmış enerjiyi boşaltmaya, bünyesindeki birikmişliği söndürmeye çalışan sistem fiziksel evrendir ve bu evrende her hamle, bir önceki hamleye bağlıdır! yani geçmiş bütün hamleleri bilir ve doğru analiz ederseniz, gelecek hamleleri de tahmin edebilir ve hatta bu zincirin ne zaman tamamen sönüme gireceğini de hesaplar, öngörürsünüz…
kurgulu mekaniğe muhalif çalışan sistem canlılardır, yani ruhlardır… canlıların bedenleri de dâhil görülebilinir her şey bu mekanik kaçınılmazlık ilkesine göre hareket eder ama canlılık buna muhalif, buna zıttır ki bu da öngörülebilinirlik yasasına terstir. yani, domino taşlarına bizim istemimiz dışı müdahalelerde bulunan çocuklar evrendeki canlıları temsil ediyor… işte bu, ruhun kanıtıdır: yani, evren kendi halindeyken kaçınılmaz bir düzensizliğe doğru gider, mevcut evren kurallarına bağlı çalışan ruhtan yoksun bir kimyasal karmaşa yığını, olmayan düzeni baştan kuramaz… evrenin tek arzusu sönmek, rahatlamaktır. evren durmak ister, evren ölmek ister. tek işi sönmek olan evren ise yeni enerji birikintileri kesinlikle kuramaz!
işte kuantum ile çıkan gümbürtü buydu! newton’dan beri tıkır tıkır çalışan evren saati kırıldı. artık indeterminizm vardı ve evren bazen kafasına göre davranıyordu. haydi espri yapalım, tanrı zar atıyordu!
“tanrı zar atmaz!”
bu söz einstein’a ait ve o da kuantum’un tuhaf dünyasına ısınamamıştı. onca esnetmesine, onca ıkınmasına, zamanı ve mekânı bükmesine, ışık hızıyla oynamasına, zamanda yolculuk etmesine rağmen, modern fiziğin babası bir deterministti. öldüğü 1955 yılında bile bunları diyerek gitti. bilim ilerlemeye devam etti ve artık kesindi ki evren kurulmuş saat gibi değildi. einstein yanılmıştı.
einstein’ın devrimi de az buz değildir. ışık, der, hızı, evrendeki en hızlı ve ulaşılmaz şey ve ışığa yakın hızda giderseniz kullanıldığınız araç gidiş yönünde kısalır (öyle görünür değil, kısalır) ve aracınızın içine bakan dışarıdaki adam da sizi ağır çekimde görür. siz mi? dışarıyı hızlandırılmış youtube gibi görürsünüz ama kendi zamanınızı normal geçiyor sanırsınız. uzay, der einstein, bükülür! evet, kardeşi olan zamanla birlikte bir eğilme bükülme yaşar tıpkı bir örtü gibi. tam deli fikri!
ama, der, indeterminizm saçma!
beni ruha en çok iten fikir de işte bu eisntein’ın anlayamadığı indeterminizm aslında.
özetle,
1-ruh vardır. entropiye aykırı, bağımsız, devam ettirici değil başlatıcı, nedensel değil gayesel, istenç ve acı sahibi bir töz vardır.
2-özgür irade vardır. her irade özgürdür demiyorum, nedensel yasalara tabi olan bedenin baskı ve ısrarlarına maruz kalsa da içeride seçen birileri muhakkak vardır.
özgürlük varsa sorumluluk vardır, sorumluluk varsa ahlak vardır çünkü özgür irade yoksa ahlak da yoktur.
o da başka bir yazının konusu olsun…
“ruhun ispatı” için bir yorum