şimdi’den kurtulmak

  • 14 dakikalık bir metin-

bugün yepyeni bir şarkı çıkmış. yeni, yepyeni.

bu haber sizi heyecanlandırdı mı? düşünün ki televizyonda haberleri izliyorsunuz. zam, kaza, kavga, savaş ve barış haberleri var. yani bugün olan, şimdi olan, olmakta olan şeyler… öyle lezzetli ki gözlerinizi ayıramıyorsunuz değil mi? olmakta olanın heyecan vericiliği çoğu kişi için cezbedici.

sonra birden bir şey fark ediyorsunuz; meğerse bunlar geçen yılın haberleriymiş. kayıttan -eski deyişle banttan- oynatılıyor imiş. ne hissedersiniz?

hastane çıkışında çıkan kavgada iki kişinin yaralandığı haberi bugünün olsa ne, on yıl öncenin olsa ne?

muhtemelen şimdicilik evrimsel bir köke sahip ama şunu biliyoruz ki insan insan oldukça şimdiyi terk edebilmeyi öğrendi. şimdiyi terk edebildikçe bilim yaptı, sanat yaptı, felsefe yaptı.

thales göğe bakarak yürürmüş. bir gün bir çukura düşünce bir trakyalı hizmetçi basmış kahkahayı; “ayol” demiş, “sen daha burnunun ucunu göremiyorsun.”

işte düşünmek budur, göğe bakmaktır. şayet herkes gibi herkes yalnızca burnunun ucunu görseydi bugünler inşa edilmezdi. bugün çoğunluğumuzu ve beynimizin çoğunu kaplayan hayvanlıktan bizi sıyıran varsa burnunun ucundan ötesini görebilmeyi başaran üç beş sayesindedir. bu üç beş hep olur, olacaktır ama onlara gülenlerden hep daha az olacaktır.

“carpe diem” diye bir yaşam tarzı var, bugünü yakalar. “şimdinin gücü” diye bir kitap var, günü över. mindfulness diye de farkındalık eğitimleri var ki o da şimdiyle ilgili. yani gördüğünüz gibi tüm arkaik insanlar ve hayvanlar gibi insanın da yarını, dünü, muhayyile ve kavramı bırakıp şimdiye kafayı takmasını istiyoruz. bu basitleşmekten başka bir şey değil. bir de bunun eğitimlerini filan veriyoruz. bize düşen şimdiye düşmek değil, ondan kurtulmak, şayet tekâmül istiyorsak.

çevrenize bakın, çoğu kişi şimdicidir. seksenler pop dinleyen, tarih okuyan, fütüroloji çalışan azdır. doksanların en güzel dizisini, mesela x-files’ı, bugün kim izler? o yüzden kolay ulaşılır bir haldedir. ücret ödemezsiniz çünkü değerini yitirmiştir. oysa bugünkü dizinin yeni bölümünü dört gözle bekliyorsunuz. hiç doksanların gazete haberlerini okumaya çalıştınız mı? ben çok okudum. ilginç bir şekilde anladığınızı, yani olan biteni daha iyi kavradığınızı göreceksiniz. oysa şimdinin haberi çiğdir, hamdır, yenidir ve fazla tazedir. taze kelimesi çok pozitif bir anlamda kullanılır genelde ama burada negatif. ekmek tazeyken sıcak ve leziz; aradan dört gün geçince o artık ekmek bile değil ama hayat şaraba mı benziyor ekmeğe mi? bugünkü siyasal hadiseler kimsenin ardını göremeyeceği kadar taze ve dipte. oysa ona uzaktan baktığınızda anlamlı hale, büyük resmin parçası olmaya başlıyor. yani ağacın dalları hakkında konuşup duruyoruz ama ormandan hiç haberimiz yok. şimdici budur işte. şimdi mesela 12 eylül dönemini bir analiz edin. o günü yaşayanlar anlatır, her şey karmakarışıktı. hiçbir şey belli değildi. tarih, lüzumsuz bilgileri sildi, yeni bilgiler çıkardı, gelişmeleri başlıklar altında toplamayı başardı ve derli toplu bize kadar süzdü. yani şu an o hadise tüm figürleri ve planlarıyla apaçık gözler önünde. en azından kısmen. ve ne yapabiliyoruz? anlayabiliyoruz. dizi örneğine dönecek olursak, eski diziyi niçin izlemiyorsunuz? kaliteli mi değil, yeni mi değil? aynısının sinema örneği de var elbette. niçin son çıkan, en son çıkan, yepyeni çıkanı izliyorsunuz da kırk yıllık kültler siftahsız yatıyor köşede?

efenim, bu konuyu izah edeceğim ama önce zaman nedir, onu konuşalım.

çok sıkı bir tartışmadır ve felsefenin de en ağır konusudur ama ben kendi zaman teorim üzerinden anlatayım tafsilata girmeden. önce ontolojisini konuşalım zamanın. sonlarda da kullanımına gireceğim. anlar vardır, duraklar, kompartımanlar. sıçrarız ondan ona ve bunların her biri yeni bir evrendir. iki an sıçrayışı arasında süreğen bir bilinç varsayıyoruz yok olup var olmaya mahkûm olmayan. kant işte bu zaman üstü şeye “düşünce”yi koymuş, descartes “tanrı”yı ama neticede bergson ve leibniz’e koşut, ben de kant ve descart gibi düşünüyorum; zaman ve mekan duraklardan, piksellerden müteşekkil.

yani şu an önümde duran masa her an yeni bir masa. o masaya bir kez vuruyorum ve ses çıkıyor. işte o ses de çıktı ve bitti. bu ses tikeldi ve değersiz bir tikeldi. o sesle ülkeler batıp çıkmadı, o sesle devrimler olmadı, depremler olmadı ve kimse ölmedi doğmadığı gibi. o ses sadece bir sesti, tarihe karıştı. o ses önemsizdi. çıkarken bile önemsizdi ama tarihin süzgecinden asla geçemedi. çıkan milyonlarca ses gibi. kalan şey, filtreden geçmeye hak kazanandı.

istanbul’un fethi de bir tikeldir ama milyarlarca tikeli etkilemiş bir tikeldir. belki de hala etkilemektedir. istanbul o gün fethedilmemiş olsa -iyi mi olurdu, kötü mü bilmiyoruz ama- başka bir dünyada yaşıyor olurduk. işte bu iki tikel arasında bir önem farkı var. masaya vurduğumda çıkan ses tek başına var olup tek başına yok oldu ve kimsenin hatırlamadığı bir tikel olarak kaldı ama fetih, yeni tikeller yaratmaya devam ediyor.

zaman şudur; tüm takım taklavatıyla devamlı evrenin belleğinin şişmesidir. evet, belleği şişer evrenin.

bir oda düşünün, o odada hiç değişiklik olmasa, geçen zamanın da bir anlamı yoktur. zaman aslında değişimlere verdiğimiz isim. bir elmanın aşamalar halinde çürüdüğünü görüyor olsak o odada, işte zamanı algılamaya başlarız. yani tikellerde gerçekleşen değişimi izleriz. tikeller savrulur, düşer, kırılır, yer değiştirir ve biz de bunları izleriz. işte zaman, tikellerde gerçekleşen değişimlere verdiğimiz isim.

olmakta olan o tikellere öylece bakabiliriz heyecan ve telaşla. her yeni tikeli kendi başına bir var sanırız da o tikelin ardındaki anlama bir türlü sıçrayamayız. işte cemiyetin çoğunluğunu oluşturan şimdici budur. parmak ay’ı gösterirken parmağa doğru bakar şimdici. yani başka bir tikele işaret eden bir tikeli bile yorumlayamaz. kuklayı izler durur. kuklacıyı hiç düşünmez. tikeli simgeleyen tikeller olabildiği gibi kavramı simgeleyen tikeller de olur; sol yumruk havada komünizmi simgeler. komünizm bir kavramdır. buradaki yumruk tikeli, komünizmi simgeliyor ama şimdici boş boş yumruğa doğru bakıyor.

üç zamandan bahsedilir; geçmiş, şimdi ve gelecek. bunları tek tek inceleyelim çünkü bunların ikisi var değil.

geçmiş, evren belleğinin şişmesi ve elimizdeki tek gerçek şey. onun dışında hiçbir şey var değildir. şu varsayım, yani bir akışın geçmişten gelip şimdiye uğraması ve oradan da geleceğe yelken açması bir algı yanılgısı. oysa olan şey yalnızca geçmiştir.

üç cins geçmiş var aslında.

tarih ki etkisini doğrudan değil dolaylı olarak görürüz ve bugünü tanımlamak için eşsiz ve tek şeydir. o olmadan her şey çöker. tarih derken bilim olan tarihi değil, geniş manada tarihi kastediyorum.

dün ki etkisi kişisel maceramız açısından önemlidir. psikanaliz o sayede bizi tanır. rüyalarla birlikte ikinci kaynaktır. dünden kastım çocukluğumun, gençliğimin, travmalarımın, yaşantımın, savaşlarımın, kaygılarımın, kazalarımın, hayal kırıklıklarımın tarihi. dünümü anlarsam bugünümü anlarım.

sokrates’in meşhur “kendini bil” öğüdünü biliyorsunuz. kendimi bilmem bugün ile mümkün değil. yaptıklarımın toplamını masaya yatırmazsam, bugün bana hiçbir şey söylemez spora gitmek, diş fırçalamak, uyumak ve gevezelik yapmak dışında.

geçmişte oyalanması, geçmiş keşkelerde kalınması eleştirilir. haklı bir eleştiridir fakat burada sorun tikellerin bulunduğu yerin geçmiş olması değil, tikellerden yorumlara hiç sıçrayamamak. yoksa ben de elbette otuz yıl önceki tarla davasına kafayı takmanızı tavsiye ediyor değilim. o hadiseden doğru dersler çıkartmaktan söz ediyorum. (asıl tavsiyemi yazının sonuna saklıyorum)

üçüncü geçmiş türü de yakın geçmiş, yani etkisini doğrudan hissediyor olduğum ve sizin şimdi dediğiniz şey.

şimdi nedir? kayan sabun gibi elden durmayan, devamlı giden bir şeydir. saat kaçtır? söyleyemezsiniz çünkü hep hareket ediyor olacaktır. evden kaçta çıktım, sorusunun bir cevabı vardır ama şu an saat kaç, sorusunun bir doğru cevabı olamaz. siz söyledikçe saat değişir.

arslan kral filminde simba öğrendiği şu saçmalığı tekrarlayıp durmaktadır: “geçmişi bırak, geleceğe bak.”

yani “hakuna matata”

bilge maymun rafiki de simba’nın kafasına asasıyla vurur. simba itiraz edince rafiki şunu der: “ne önemi var, geçmişte kaldı.”

yani aslında bizim şimdi dediğimiz şey milyonlarca yıllık tarihin son dakikası, saniyesi, salisesi veya anı ama neticede geçmişin bir uzantısı. o yüzden şimdi şimdi diye kutsallaştırılacak bir nane yok ortada. şimdi denen şey genellikle son bir dakika.

fert düşünün ki tarih bilmiyor, yalnızca bugün dünyada olan biteni izliyor. siyaset tarihi bilmeyen için her şey birbirinden bağımsız görünür. bir şeyler öyle olur, öylece biter ve başlar ama niçin olur? tarih sahnesi, diye bir tabir o yüzden var.

ben kimim, sorusunu düşünsenize. yapmak üzere olduklarınız, yapacaklarınız, vallahi niyetlendikleriniz ve meyilli olduklarınız değildir; sahiden de ve gerçekten de olmuş olanlar, yani yaptıklarınızın toplamıdır. siz şüphesiz aslında yaptıklarınızdan çoksunuzdur ama bize kalbinizi açıp gösteremezsiniz. gösterseniz bile herkesi niyetleri, duaları ve hayalleri ile değerlendirmek gibi zor bir işe kalkışmış oluruz. kusura bakmayın çok materyalist görünüyor ama maalesef siz yaptıklarınızsınız. o yüzden bana cv’nizi ve sabıka dosyanızı getirmeli, tövbenizi allah’a etmelisiniz.

bir de geçmişin değişmediği söylenir ama bal gibi de değişir. yeni sevgili, yeni koca, yeni iş, yeni dost ve yeni şehir geldikçe geçmiş hep revize edilir. eski hata ve yanlışlar kibarlaştırılır, başarılar sivriltilir, bazı yıllar tamamen yok olur ve neticede katlanılabilir, gurur duyulabilir, alıp kucağa okşanabilir bir geçmiş kalır. bir kişinin geçmişi ne kadar sabitse, ne kadar utançlarla, günahlarla, kötülüklerle, hatalarla doluysa o kişi o kadar yakındır hakikate ve o kadar uzaktır psikotikliğe. zaten psikoterapinin ana amacı da geçmişi kabullenmek değil mi? onaylamak demedik, kabullenmek dedik. oldu işte! “olmadı” deme “oldu” de. utanç ve gurur duy, umurumda bile değil ama “oldu” de.

demek ki neymiş, şimdi geçmişin içinde eriyormuş. peki gelecek?

bir iş yaptığınızı düşünün. bu iş karşılığında size banka havalesi yapacak olan kişiyle konuşuyorsunuz sabah, size iş için teşekkür ediyor ve gün içinde yatıracağını söylüyor. rahatlıyor ve hemen alışveriş sitelerine giriyorsunuz. hatta bir iki sipariş veriyorsunuz ama birazdan kontrol ettiğinizde hesabınızda hareket görmüyorsunuz. sonra tekrar mesaj atıyorsunuz, birazdan halledeceğini söylüyor, özür diliyor. bu sefer sahiden gevşiyorsunuz ve şüpheciliğiniz için kendinize kızıyorsunuz fakat havale saati bitmek üzereyken yine gerginleşiyorsunuz çünkü hesaplarınızda hâlâ hareket yok. yine arıyorsunuz, tam atmak üzereyken aradığınızı söylüyor. çok saf olduğunuz için yine inanıyor, yine gevşiyorsunuz. onlarca kere sayfayı yeniledikten sonra dekontu istiyorsunuz. bu sefer de tam atacakken telefon geldiğini, kusura bakmamanızı, havale saatinin artık geçtiğini, ödemenin -vallahi- pazartesi sabahına kaldığını söylüyor.

fakat siz alışverişleri yapmış bulundunuz.

burada gelecek denen şeyin aslında hiç var olmadığını anlamışsınızdır sanırım. o dev saçmalığın, o dev algı yanılgısının artık çökmesini istiyorum:

geçmiş şimdiye dönüşür, şimdi de geleceğe akar.

hayır!

geçmiş tek var olandır, şimdi onun sonuna verilen isimdir. gelecek diye bir şey ise hiç yoktur ve asla var olmamıştır. yani şimdi bile yalanı dolanıyla belki biraz vardır hadi ama gelecek asla!

geçmiş gibi kesin bir varlık ile gelecek gibi varsayımsal bir şeyin karıştırılması büyük bir ontolojik hatadır. ikisi apayrı, alakasız, birbirine dönüşemeyen ve farklı cins şeylerdir. ispatı şurada ki kelle sayısı kadar gelecek vardır. oysa yalnızca bir adet geçmiş vardır. bir şey kelle sayısı kadar varsa aslında yok demektir.

sual: iyi de ermeni soykırımı “yok” diyoruz “var” diyorlar. nasıl tarih tek olur?

el cevap: geçmişe doğru uzandıkça bilgiler muğlaklaşır. yine de ortak bir mutabakat daima vardır. on bin yıl önce hakkında teoriler çeşitliyken bin yıl önceyi daha kesin biliriz. yan yana durup karşımızda duran objeye bakarken hele, itiraz hiç gelmez deli değilsek. yani geçmiş ve şimdide hiç değilse mutabık olduğumuz bir yüzdelik varken gelecek hepten uyduruktur.

gelecek insan icadıdır. doğa geleceği bilmez. insan icadı olduğu için kaygı gibi bir duyguyu da icat etmek zorunda kalmıştır. kaygı, hiç var olmayan bir şeyle ilgilidir. var olmayanların belirsizliği hakkında duyulan bir şey… âşık olursun muhatabı vardır, korkarsın muhatabı vardır, üzülürsün üzen vardır ama kaygının muhatabı yoktur. doğada hiçbir canlı da kaygı duymaz ayrıca. hiçbir kedi, köpek, at, aslan gelecek kavramını bilmez. anlatsanız anlamaz ama geçmişle ilgili bir sürü şeyi anlarlar. “dün sana su verdiğim gibi tekrar su veriyorum” dersin, köpek kuyruğunu sallamaya başlar ama hiç su vermemişken “vallahi yarın sana su vereceğim” demene boş boş bakar.

bu saydıklarımızdan en değersizi gelecek tikeller çünkü hiç yok. hiç olmadığı için etkilediği tikel de yok. sıfıra müncer. bundan daha değerli olan şimdiki tikeller çünkü etkilediği bir şey var o da kendi; yani tek bir etkileyen ve etkilenen var. daha değerli olan dünkü, evvelki tikeller çünkü onların etkilediği milyonlarca tikel var.

burada tikeller bitti. dünkü tikellerden ne kıymetli?

geçmişten daha değerli olansa muhayyile. muhayyile artık bir tikelle muhatap olmadığından zaman-zemin ötesi. yani hayal. sanatçının muhatap olduğu yer muhayyile. sanatçı tikellerle muhatap olmaz. o da düşer thales gibi çukura. ama insan deneyiminin binlerce yıllık mitlerinden, hayallerinden, rüyalarından süzülüp kalan imgelerle resim yapar, müzik yapar, heykel yapar. yani üstündür tikelden, masaya vurunca çıkan o sesten.

en yukarıda, en üstün soyutlamalar yer alır, kavramlar. kavramlar tüm tikellerin başında durur. bana güzel bir kadını getirebilirsiniz ama güzellik kavramı ondan fazlasıdır. dünyadaki tüm güzel kadınları bir gemiye de doldurmuş olsanız güzellik tümeline yetişemezsiniz. tüm güzel kedileri, güzel manzaraları, güzel insanları, güzel şarkıları, yani güzel diye ne varsa toplasanız güzel tümeli yine ötede, yine yukarıda kalır. geçmiş güzelleri de toplamanız gerekir ama yine de güzel’e, güzelliğe, güzel kavramına, güzelin tümeline ulaşmayı başaramazsınız.

işte gelişmek diye, tekâmül diye bir şey varsa doğru yere bakmakla başlıyor. o da şimdi denen hapishaneden kurtulmakla başlıyor. fakat şimdiki tikelden değersizi de var;

simülasyon, yani telefonlarınızda gezinen fotoğraflar, sosyal medyalar, vakit öldürücüler. bunlar şimdiki tikelden ve gelecekten bile değersizdir çünkü geleceğin şimdiye dönüşmesi olası iken simülasyon hep yalan olarak kalacaktır. o yüzden etrafında duyularını meşgul edecek bir şey olmadığında, muhayyile ve kavram düzeyi diye bir şey sende hiç bulunmadığı için anlam ile temasın yok, o yüzden duyularını oyalayacak seslere, görüntülere ihtiyaç duyuyorsun, bu yüzden telefona saldırıyorsun. yani sonuç olarak sen bir şimdicisin. tikeller sustuğunda, sesler, görüntüler sustuğunda, insanlar uyuduğunda, zaman durduğunda, kafanın içini meşgul etme becerilerinden tamamen yoksunsun. düşünmek denen fiil sana çok yabancı çünkü duyular düzeyinde sürünerek koca bir hayat geçirmişsin. sıkıntıdan patlıyorsun çocuk gibi. ille de izleyecek bir şeyler gerekiyor. hayal bile kuramıyorsun, geçtik kavram düzeyini.

tüm sesler sustuğunda başlayan bir cızırtı var. bu şimdi olan bir şey değil, şimdi’nin ta kendisi. evet, henüz tanışmadık onunla. o boğucu, o içdaraltıcı, o korkutucu ve o ölümü hatırlatıcı. tüm sesler susunca duyulan o ses şimdi’nin sesidir ve son derece tehlikelidir. eğitimliler katlanabilir ancak ona. hemen telefona davranmanız da o sesten kurtulmak içindir.

ben tekâmül için bir tavsiyede bulunacak olsaydım ilk önce kitap okumayı, eğitim almayı, bilmem ne yapmayı değil, şimdiden kurutulmayı tavsiye ederdim. duyuların en son olanla irtibatı kesildi mi zaten geriye pranga kalmadığı için kendiliğinden kanatlanmaya başlıyor. deneyin, görün.

sual: peki nerede yaşayalım? geçmiş sancılar, geçmiş acılarla kıvranarak mı vakit geçirelim? hiç mi umut duymayalım, hiç mi hayal kurmayalım?

el cevap: şimdiye kadar anlattığım şey zamanın ontolojisi idi. içinde yaşanılan değil gözlerin dönük olduğu zaman. içinde yaşanılan zaman var bir de elbette. bu ikisini ayırmalı.

önünde mis gibi bir baklava var. yersen müthiş keyif alacaksın ama formunu da korumak istiyorsun. formunu korumak için böyle anlık zevkleri erteleyebilme becerisine sahip olman gerekir. yani şimdi alacağın yüksek zevkten vazgeçip, devamlı aylar boyunca alacağın orta ölçekli bir zevke geçiş yapıyorsun. yani netice olarak şimdiden vazgeçiyorsun.

sokakta güzel bir kadın gördün, gittin öptün çünkü o an canın bunu istedi. şimdici bunu yapar. sonrasını hiç düşünmez. işte “gelecek yok” derken kastettiğim bu değildi. olacağını varsaymalısındır ve kendine içinde yaşayacağın bir zaman dilimi belirlemelisindir. ne kadarlık bir süre için anlık yüksek zevklerden vazgeçilir? sokakta öptüğün o kadın yüzünden başın polislik belaya girer. oysa uzun vadeli bir flört planı yapsaydın bu cezayı çekmeyecektin ama anlık zevklerine dur demek zorunda olacaktın. anlık zevklerden yıllık zevklere geçiş yapacaktın ve tabii anlık acıdan kaçışlardan yıllık acıdan kaçışlara…

evet, içinde yaşadığımız bir zaman dilimi var. bu herkes için farklı. kimisi için elli yıl ki bir ömür ev taksiti ödeyip para biriktirir, devamlı geleceğe yatırım yaparak yaşar ve hiçbiri tamamlanmadan ölür gider. işte kimisi de şimdicidir ve anlık zevkler ve acı kaçışlarının kölesi olmuştur.

şunu diyebilirsiniz: ben bir yıl hayatta kalacağımı varsayıyorum. bu varsayıma göre yaşıyorum. (tanıdık geldi sanki)

bu kişi ev almaz, emeklilik yatırımı yapmaz. anları, on yıl hayatta kalacağını varsayandan daha lezzetli geçer ama onunki kadar planlı geçmez. on yıl hayatta kalacağını varsayan sahiden de on yıl hayatta kalırsa daha iyi yaşar biryılcı’dan. fakat yirmiyılcı ikisinden de lezzetsiz yaşar, çileli yaşar. tabii yine üçü de yirmi yıl ölmezse en iyi durumdaki yirmiyılcı olur.

bunlar genel tahminler ama (gününü gün eden değil) yılını yıl eden bazı tesadüfi koşulların tesiriyle daha iyi durumda bile olabilir yirmi yıl sonra. aslında bu bir tercih günün sonunda. çünkü ahlak bile bununla ilgili. ne kadarlık bir zaman dilimindeki zararı ve faydayı hesap ediyorsunuz?

bir yazımda haftacılığı övmüştüm. bizzat yaşadığım zaman dilimi bu sayılır, bazen biraz genişlediği de oluyor fakat zinhar yıllık planlar yapmıyorum. o zaman hafta ve günler zehir olmaya başlıyor. uzun dilimlerde yaşayanın başka bir kazası da şudur ki hayat planlandığı gibi gitmez. muhakkak aksaklıklar çıkar. bazen hem bugünü kaybedersin hem on yılları. o yüzden planlarının tutmayacağını dikkate alarak çok da açılmamalı.  

şimdisiz günler…

kanaatiniz nedir?

%d blogcu bunu beğendi: