şiirlerim, şairliğim

yazan:

  • 14 dakikalık bir metin-

yazış tarihim girift.

yazarlığının kırkıncı yılındaki bir yazarın mukaddimesinin mukaddimesi gibi görünen bu söz, tuhaftır, benim ilk kitap yazma girişimimin girişidir. aslında bin yaşında değilim ama bin yaşındaymışımcasına andığım bir yazmaya başlama hikâyesine sahibim. anayım. sanki üzerinden bin yıl geçmiş gibi hissettiğim bu tikel, basit bahâneler manzûmesi bana her yönüyle romantik geliyor. bu kadar özerk, mâcerâsız bir hikâye, muhtemelen okur için kabuk ve yavan gözükecek ama -hani faik’in dediği gibi- yazmazsam çıldıracağım.

her ana, çocuklarının nasıl dünyaya geldiğini anlatmayı sever. az gebe kalmadım ve evet, ben de bir anayım.

bazıları hayatta olmayan, bazıları selâmsız olan bazı karakterlerden bahsedeceğim ama öz isimlerini anmayı saygısızlık görüyorum. bu yüzden rumuzlular.

şu pişirdi, bu pişirdi derken bir bulanık kabiliyet çorbası içinden kıvrak yazışım sızdı ve mektuplar çağım başladı. yaşım yirmiydi. işte, o dönemim uzunca bir süre boyunca ve uzunca mektuplar ile devam etti. küçük şiir denemeleri de eşlik etti ama gerçek bir yanışa daha zaman vardı. bir gün şu kısa paragrafı -tamamen amaçsızca- yazıp 2014 yılında intihar edecek olan dev edebiyat yeteneği fatih’e göndermiştim.

“altı yaşlarındaki üç erkek çocuğu, yarı çıplak koşuyor çamurların içinde. gök çamur, yer çamur, ayağım çamurun garantisinde. arkalarından bakıyorum onların, içimde karmaşık duygular var: sızı var, umu var, belki de hiçbir şey yok. ansızın duruyor yarı çıplak çocuklar, dönüp arkalarına, bana bakıyorlar; yüzlerinde, içimde yeşermesine asla izin vermediğim şiddet ve masumiyet ikilisini görüyorum. saflık görüyorum, belki biraz da öfke ama kendimi göremiyorum çocukların yüzünde; kim bilir kimin yüzünden… yarını yarın yapıyor güneş; ne çocuklar kalıyor artık ne çamur. bir tek tanımsız bakışlarım; sırtım tanımsızlığın garantisinde.”

fatih metni çok sevmişti ve ısrarla kaynağını sormuştu. ben yazdım, deyince de sıkı bir cesâret vermişti. aslında tam da anlayamamıştım heyecan kaynağını ama sadece bu paragrafın etrafına yirmi yedi sayfalık bir ilham karaladım ve birkaç yıl sakladım.

ilham… ilham, şöyle; kadim episteme, ilham ve vahiy arasında çok fark görmezdi. modern bilincin hocası da seküleri de tuhaf buluyor bunu. oysa evvelkiler delilerden, peygamberlerden, âşıklardan, şâirlerden ve kâhinlerden oluşan ilham ehline hürmet ederdi. şimdi, deliyi tîmârhâneye tıkıyoruz. şâirin dediği gibi, son mahalle delisi öldüğünde büyüsü bozuldu dünyanın. işte şimdi “bana yazdırıldı,” filan dediğin zaman bön bön bakıyorlar. yazarı, şâiri edilgen göremiyorlar. us işi mi sanat? usla şiir mi yazılır ya?

hikâyeye döndersek…

takrîben bu yıllarda yarılan bir kalp ve o yarığa yağanlar, kanı deli olan bir delikanlı için bile çoktu ve böylece ilk gençlik takıntım ile birlikte ilham cümbüşüm başlamıştı. bu takıntı ve selâmsız geçen yıllarda kimisi yırtık, kimisi kalık yüzlerce şiir yazdım.

takıntıma “anomali” ismini koydum. o bana kendi adımla bile seslenmedi.

pek çok anlamı var tabii ama benim için anlamı mahfuz kalsın, derindir.

bu takıntı böylece uzun yıllar sürerken ben de çağdan çağa geçiyor, evrim geçiriyor, büyüyordum. evrimler nicelikseldir; bir birikim seviyesinden sonra artık onlara daha niteliksel çağrışımları olan “devrim” kelimesini kullanmak iktizâ eder. yani neticede, bir kıvrak kaleme gebe kaldım ve yazdım.

kabiliyet konusu şöyle… yapabildiklerimiz ile sevdiklerimiz müsâvî düşmez genelde ama düştü mü olanlar olur: “bilkuvve” olan “bilfiil” olur.

kapalı kalmış yirmi yedi sayfayı şimdi ülkeyi terk etmiş olan n.e. okudu ve çarpıldı. çarpılınca, yaz dedi. yazdım, roman oldu ve ilk romanım böyle doğdu.

“ve yeni bir yaşamak”

(sonradan adını “îtiraf” koydum.)

anlatıcı, bir hücrede uyanmıştır silik bir hafıza ile. hatırlamaya başladıkça, bir zamanlar bir çayırgüzeline meftun olduğunu anlar. sonra, dehşetli anılar kendini bıraktıkça, anlatıcı da yüzleşmeye başlar karanlık geçmişi ile. masum mudur, suçlu mu?

aslında derin, çok derin, sapkın, çok sapkın bir aşkı en patolojik bir dille anlattım ve kaynamış duygu havuzumu başka tikellere, saçları çift örgülü, robadanlı köy güzeli manolya’ya boca ettim. tikeli mühim değildi, mesele anomali’ydi. bu metni uzattığım dört kişinin de başına bir şeyler geldi. evet, tuhaftır, okusun diye verdiklerime bir şeyler oldu.

n.e. iletişimi keserek ülkeden çıkış yaptı.

e.t. okulu bırakarak bir akıl hastanesinde yattı.

n.t. selâmı kesti on yıl.

fatih… fatih dünyadan göç etti.

yazdığı ilk romanda bunları yaşayan ben, bir süre için roman bahsini kapattım ama aşk bahsini hiç kapatmadım. bu yetim romanı da sandığa kaldırdım.

demem o ki çarpık şiirler, duygu karmaşası, fırtınalar, platonik aşklar ve terk eden dostlarla başlayan yazım tarihim girift. bir şey daha oldu. romanı okuyan e.t. -akıl hastanesi öncesi- bana şunu sordu:

“demek anagram yaptın.”

“ne?”

“anagram, diyorum, yapmışsın.”

“ne?”

bu diyalog bu şekilde sürdü tabii bir süre ama dediği şey şu: ben “a-n-o-m-a-l-i” kelimesinin harflerinin yerini değiştirerek, aşkımı anlatmak için “m-a-n-o-l-i-a“ diye bir karakter yaratmışım ve bununla aşkımı anmışım. oysa bu gerçekten tamamen habersizdim! yani… yani çok tuhaf bir şey olmuştu, bilinç dışım bana bir oyun oynamış, sevdiğim kadına verdiğim ismin anagramına âşık etmişti yazdığım roman karakterini! aman tanrım! tek şaşıran ben miyim?

tikeli ve tümeli anlamak için bile felsefe çalışılır bir süre. ne olduklarını bilmeden entelektüel hiçbir faâliyet yapılmaz, yapılamaz. çok “okumuş”larca, “o ne, tekil mi?” filan gibi sorular bile alıyorum. bunu, yalnızca bunu öğrenseniz, çok şeyi öğrenmiş olursunuz.

“bugün kadın’ı konuşalım,” dersin; “hangi kadını?” der. tikelci işte… tikelci budur.

manolya… önemi yok ki. etten kabuk, harften tasvir… ne değeri var? aşk, his, güzellik mühimi. kaynayan tuzlu yara o an onda donmuş, ona âşık olunmuş. hiç önemi yok onun. önemi olan aşk, aşkın kendisi. konakladığı beden tikeldir.

işte bunu anlamayanlar, âşığın hep o tümel aşkın kendisine mest olduklarını, geçici taşıyıcı annelere şiir yazdıklarını anlamayanlar, âşıkları şıpsevdi olmakla suçlar. ne yapalım? ışıkla mı sevişelim? yansıtacak bir kristal bulunur elbet. bulmuştum.

işte aşk, ne menem şey ise yazdırmakla kalmıyor, kâğıt başında sabahlatıyor. gerçek bir aşk, en kabiliyetsiz bir kütüğü nâzım yapar. yeter ki aşkın sahicisi olsun. aşk dilsiz değil, dilli kılar ama bu dil başka dil.

aşk ve kıskançlık hakkında biraz geveleriz ama kendi aşkımız, kendi kıskançlığımızı anlatmaya çalışınca kekeleriz. niçin? niçin olacak, bu duygular arkaik dönemimize, yani dil öncesi, iki yaş öncesi dönemimize ait olduğu için iç dilde karşılıkları vardır yalnızca. yani hepimiz bir iç dille doğuyoruz da dış dille ifade edişte kabız oluyoruz. tecrübe budur. gazzâlî’nin misalidir, cinsellik yaşamamış bir çocuğa bunun eğitiminin verilmesi anlamsızdır. veya bediüzzaman’ın misalidir, sabaha kadar baklavanın tadını târif edeceğine, bir dilim baklava ver. yani tecrübe dış dilden önce gelir. içeriden dışarıya çıkarken özetlenir. bu, kolaydır nispeten ama dışarıdan içeride olmayanı şerh ile alırken o baklava kazasını yaşarız işte.

iki çember çizin iç içe. içteki, yani küçük olan, sizin kullanabildiğiniz kelimeleri, dıştaki de duyduğunuzda anladığınız kelimeleri ifade eder. ikisinin de geniş olması iyidir ama birbirlerine yakın şişkinlikte olmaları, yani anlayabildiklerinizin çoğunu kullanabiliyor da olmanız en eftali.

beynimizde, o sulu pembe komutanımızda bile iki ayrı bölge vardır anlama ve kullanma için dili. beynin de en elit yerinin en manzaralı köşesindedir dil.

gözlerinizi bağladığınızı varsayın. sağa sola dokunarak anlıyorsunuz eşyanın şeklini, yapısını. ellerinizde kalın kaynak eldivenleri veya kar, kayak eldivenleri varsa şeklini anlamanız güçleşir eşyanın. oysa elinizde lastik ameliyat eldiveni olsa kabartmalı harfleri bile okursunuz. çıplak elle daha da hassaslaşır dokunuşunuz. temas yüzeyimiz arttıkça daha çok olur hayattan haberimiz. okşayın hayatı! lastikler ile korunarak hayata dokunmak istemiyorsanız, eşyaya yalnızca dil ve kelime zenginliği ile yüksek çözünürlüklü dokunabileceğinizi biliniz.

bir çocuğun bir koltuğa, kanepeye, sandalyeye, somyaya, pufa, sedyeye, hamağa ve yastığa tek bir kelime ile “koltuk” diye seslenmesi gibidir az kelime kullanmak bu kaotik dünyada.

okuyunuz. niçin romanımız yok, şâirimiz kabız, niçin aydınımız karton, fikir adamımız niçin sığ? sanatta ve fikirde dar kafaların kuru kellesine kalmışız biz, niçin? niçin kâğıt israfları raflarda yer işgal ederken okur yoz, yazar bön? kadınımız okuyor belki biraz. erkeğimiz okuyorsa da çıkamıyor tarihten, siyasetten. romanımız yok, kötüsü bile yok. kötü şiir fabrikasıyız ama meselâ bir yandan. niçin?

türkçede 616.767 kelime vardır. yabancı dillerden gelip ciğerimizde pişmiş kelime bizden, emânetse piçleşmişten. pişmişi kovmayın, kovmayın ki türkçe “kişilik”, arapça “şahsiyet”, ingilizce “karakter” gibi kelimeleri kendi estetiklerinde, kendi yuvalarında kullanalım. yakıştığı yere koyalım. düşmanlık yapacaksak fakir dile yapalım.

dil… hayata onunla değiyoruz. içimizdeki sessiz dil ile her şeyi anlıyor, hatta görüyoruz.

henüz genç bir çocuk olan ibnü’l-arabî’ye, o sıralar hayatta olan ibn-i rüşd ile yaptığı görüşmede ne hissettiği sorulur. cevap: “benim gördüklerimi biliyor.” yaşlı şârih ibn-i rüşd’ün görüşü ise “benim bildiklerimi görüyor,” idi.

işte, şâir budur, görendir. bilen, bildiren şâir değildir.

dil varlığın evidir.

bu sözü, heidegger söylemiş. ilk duyduğumda anlamamıştım. size dili anladığım anlamıyla anlatsam her şey olmayı bırakın, tek şey olduğunu anlarsınız. anlayınca çarpılmıştım. çarpılırsınız.

evet, dil evdir.

heidegger de bu konuda çok kafa yormuştur. dilci filozoflar mühim çünkü işi anlamış adamlardır onlar. tinin eldiveni olan bedenlerimiz, dış dünyaya dil ile temas eder.

kuru eşya, kabuk tabiat, ruhsuz satıh salınır, sallanır. o, kendi yolunda -arz câzibesi, atâlet gibi- fizik kaidelerince, kavramların emrinde sağa sola koşar. kavramlara “tabii tümeller” dersek, sağa sola fırlayan zerre ve zerrecikler de “tikeller”dir.

evren bundan ibâret değildir.

özneler de var. o sağa sola savrulanlara bakıp bir anlam yaratan tin tarihi -jung’un işaret ettiği- arketipler âleminde bir simge havuzunda biriktirmiş de biriktirmiş. nihâyetinde dev bir anlam ve simge havuzu oluşmuş. bu havuzdaki şekilsiz îmâjları her canlı tin kullanıyor ve üzerine bir şeyler katıyor milyarlarca yıldır. insan da bundan muaf değil. tarihi boyunca bu havuzdan kullanmış ve oraya bir şeyler atmış. işte, o havuzun içindeki buharımsı anlam simgeleri, sûretsiz buhur, bulanık mantık, bizim iç dilimiz.

bir de dış dilimiz var ki birbirimiz ile haberleşelim.

bakın, felsefenin ilk günleri “adâlet nedir?”, “güzellik nedir?” diye sorular soran sokrates’e cevap vermeye kalkarsanız, yaptığınız tanımı beğenmez, istisnâsını buluverirmiş. sözgelimi adâlet ne menem şey ise tanımı yapılamıyor; sadece seziliyor. içeriden taşanın, yani sunî tümellerin dilde tanımı yoktur ama tikel örneği karşına çıktığında, “şu mesele adil mi sence?” diye sorulduğunda yaklaşık bir cevabın var. yani ben, “sevgi” derken kendi içimdeki şekilsiz buhara, kültürün verdiği ismi uyduruyorumdur ama bu asla benim “sevgi”m ile senin “sevgi”nin aynı olduğu anlamına gelmez. dış dilde kelime adedi bellidir ve aritmetiktir. yani, içimde sevginin milyon cinsini tecrübî olarak yaşarım ama dönüp bunu dışarıya çıkartacağım zaman kültürün dil arşivinde üç beş kelimeden ötesini bulamam. işte, bu dilin krizi ve paradoksudur. şöyle ki,

ben susarsam hiçbir şey anlatamam. ağzımı açtığım ansa hakîkatten uzaklaşırım. ne yapacağız?

işte, iki cins dil var dedik.

birincisi tikelleri târifleyen, bilimin kullandığı, ölçme, sayma, niceleme kabilinden bir dil cinsidir ki kesindir. lakin dil keskinleştikçe, kesinleştikçe iç hakîkatten uzaklaşır, dış tikele yaklaşır.

ikincisi îmâ eden, kasteden, teğet geçen, “demek isteyen”, sanatın o muğlâk, o bulanık dili. bu dilin dış çerçevesi yamuk, içi dumanlıdır ama iç hakîkat de zaten böyle bir şeydir. işte, şiirin dili budur.

o yüzden sen gelip şiire, burada şâir ne demek istemiş, dediğin an şiirden de hakîkatten de uzaklaşırsın. o sadece izlenir; resim gibi, müzik gibi. anlatabiliyor muyum? hakkında konuşulan şeye şiir denmez. yani şiir, az evvel bahsettiğim ikinci cins dilin, îmâ dilinin adıdır. şiir bir biçim olduğu için, içine ister roman koy ister masal koy. yani kabına, formuna verdiğimiz isimdir şiir ki benim romanlarım da şiir üslûbu ile yazılıdır meselâ.

diyorum ki konu ve amaç bir. yöntemi, onu şiir kılan, roman kılan, nesir kılan.

işte geldik “mimesis” kavramına.

bakınız, platon, sanat için hiç de iyi şeyler dememiş. demiş ki doğa zaten bir taklittir (mimesis). evet, eşya taklididir ideaların ve taklidin taklidi de kusurlulaşmayı iki kat yapmak demek. yani zaten, bayağı olan nesneler dünyasına bakıp, daha da bayağı bir şey çıkartmakmış sanat platon’a göre.

ben katılmıyorum, bu, parmağı ile yukarıyı gösteren ihtiyara ki idealar dediği şeye de inanmıyorum.

genel olarak şiir sanatını doğuran iki neden var gibi görünür ve bunların ikisi de doğal nedenlerdir. daha çocukluktan başlayarak insanlar hem taklit etmeye eğilimlidir, öteki hayvanlardan taklidi yakınlığı ile ayrılır insanoğlu ve ilk bilgilerini taklit yoluyla edinir, hem de taklitten çok hoşlanırlar.

bu da aristo’nun “mimesis” bakışı.

bu değerli bakışı, tarihin en önemli ve ilk şiir sanatı kitabı olan “poetika”da anlatır aristo. (eco’nun “gülün adı” romanını okuduysanız veya filmini izlediyseniz, aristo’nun “poetika”sının kayıp ikinci kitabının nasıl kaybolduğunu orada gösterir ve hiç bilinmeyen giriş cümlesine orada bir şey yakıştırılır.)

yani platon’un o, tepede duran, dünyada kusurlu kopyalarını gördüğümüz idealarına inanmadığım gibi aristo’nun bakışına da tastamam oturmaz benimki. îzah etmiştim, şerh edeyim.

kavramlar (yani mantık ve geometri üzerine yükselen entropi), tikelleri hareket ettiricidir, tikellere bakıp imgeler havuzunu oluşturan da tindir. o yüzden bir kavram bulduğumuzda “keşfettim”, bir imge bulduğumuzda “îcat ettik” deriz. mantık keşiftir, matematik îcattır, atâlet keşiftir, şiir îcattır… işte, bizim tin havuzumuzda bulunan canavarlar, melekler, sihirler ve öteler, sanatın o mimesis yeteneği sayesine tikellerce taklit edilir ve tahayyül ettiğimizi duyularımız ile algılar oluruz sanat sayesinde. sözgelimi, fırtınalı, karanlık bir denizdeki balıkçıların, bizdeki dumanlı tutarsız anlam imgesini boyalar ile tabloya aktaran ressamın, turner’ın eserine bakar, îmâ ettiği şeyi seziveririz, anlayıveririz ve tanıdık gelir bu taklit, bu “mimesis”.

şiir de bundan muaf değildir.

şunu ekleyeyim ki muhayyilat veya hayal gücü dediğin zaman aklına sadece bulutların üzerinde uçmak gelmemeli. karşımda duran masaya doğru bakarken, duyularım bana telgraf gibi elektrikli sinyal yığınını gönderir de onları karıştırıp yorumlarım, yeniden yaratırım imge dünyamdaki malzemeler ile. işte bu yeni tahayyül masa, orijinal tikel masaya benzerdir ama aynısı değildir.

daha derini bu kitabın konusu değil ama dil ve şiir nazariyem bu işte.

taştı havuzum, dünyanızdan kelimeler yakıştırdım.

bir de etkilendiğim şâirleri soruyorlar. etkilendiğim kadınlar oldu, evet ama hiçbiri şâir değildi. espriyi şunun için yapıyorum, yapılanları sıkı takip etmediğin mecrâda özgün kalırsın. bu, edebiyat veya sanat dev başlığını terk ettiğim anlamına gelmiyor asla ama kendi icrâatlarımın yoğunlaştığı şiir ve romanın yapıcısını takip etmem pek, hele ki sağ ise. bu habersizlik bana sıra dışılık, bazen de absürtlük veriyor olabilir ama öyle. yeterince ölmüş bir iki şâiri okurum elbet.

varoluşçu ekole yakınlığım da aşikârdır. bunun şiirime bir gölgesi düşüyor şüphesiz ama o, anlamı inkâr edici, anlam vericinin özne olduğunda ısrar edici varoluşçu dille çıkacak şiir de maalesef kuru olur, yavan olur; yani şiirde varoluşçuluğumu askıya ve paranteze alıyorum.

az evvel bahsettiğim karakterlerden biri olan n.t. yırtmadığım şiirleri okumuş ve saklamıştı. on selâmsız geçen yılda kurudum da kurudum ve kendi unuttuğum, sildiğim şiirlerim, o emanetçiden tekrar tarafıma teslim edildi bir düş sabahında. bazı gizli kahramanlar vardır. bu böyle işte.

kafka’nın yak dedikleri yakılmadığı için kafka, kafka.

şiir nedir, üzerine konuşmak işin zoru da kolayı, ne değildir, üzerine konuşması sinir bozucu; şiir tekerleme, kafiyeli birkaç cümle, kalp, gönül, hançer simgelerine boğulmuş bir serbest saçmalama alanı değildir. dışarıdan göründüğü kadar da kolay değildir. bir lafı uzun anlatmak, kısa anlatmaktan kolaydır. “efradını cami, ağyarını mani,” derler. ne demek? lüzumlu olan ne varsa içine kat, yabancı unsurları kov, alma. işte, şiir bir de bunu estetik yapma eylemi olduğundan çok zor iştir güzel şiir yazma işi. denemenin kötüsü vardır, romanın kötüsü daha çoktur ama şiirin kötüsü belki de şu evrende en çok bulunan şeydir. karıncadan çoktur. dediğim gibi bunun en bâriz sebebi, kulak zevki incelmemişlerin ilk bakışta kolay bir tekerleme sanmaları ve hemen kollarını sıvamalarıdır. şu dünyadaki en çirkin şey de aceminin yazdığı şiirdir ki düşman başına, hiç çekilmez.

işte, ben de en verimli dönemlerimin şiirlerini özlemekle tüm hayatımı geçirecek olabilirdim. niçin yok ettim? insan hayatının bazı duygu ekosistemleri vardır. savrulursunuz ve o cenderenin gereklerini yaparsınız. ben de yapmışım allah kahretsin! yapmışım… kurumuştum işte. 2012-2017 arası, bir soluk palyaço çırpınışını saymazsak, kurutma kâğıdı gibi yıllardı.

13 ocak 2017 sonrası, o güzel devrim gecesi tekrar ıslandım, yandım. bu sefer daha ussal ama.

“ve yeni bir yaşamak” saklı romanı ve sonra tarafımdan yazılan “palyaçonun listesi”, “şizofren”, “ötekiler” romanları ile birlikte “us” isimli felsefe denemem, ileride basılacak olan “tereddüt” novellası ve “çürüme” romanını da sayarsak, “mimesis”, yani bu kitap, benim yazıp bitirmiş olduğum sekizinci kitap oluyor. bu sayı tuhaf hissettiriyor. şu zaman denen şey, tuhaf şey. sıfırdan bire geçiş anı depremli bir devrim iken, hâlâ şokunu atamamışken, bir bakmışsın sekiz olmuş.

evet, bir, sıfırın sonsuz katıyken iki, birin iki katı.

şunu belirteyim ki ben “şâir” olarak görmem kendimi. bu bir tevazu söyleminin içine saklanmış sinsi bir hürriyet ifadesi bile olabilir çünkü sanatımı şiire indirgemiş olmak istemem. ayrıca şâir deyince tarih boyu, elindeki bir müzik aletiyle gezinen ozanlar, âşıklar akla geldi. o duyguya, o sızıya yakınım ama ussal kaygılarım belki de set çekiyor tam tekmil bir ozan sayılmaya. hep sırıtıyor, hiç yakışmıyorum; şâirlerle ussalım, psikologlarla felsefeci, mîmarlarla sosyal bilimci… romancıya göre fazla şiirsel, filozofa göre fazla edebiyatçıyım. aslında bu hazır ceketlerin hepsi de emânet duruyor, terzide diktirmek îcap ediyor; “yazanım” demek en doğrusu, en az emânet duranı belki de.

demem o ki içimizdeki adsız dumana, kültürün bize teklif ettiği kelime kadrosundan en yakın adayı bulur, kullanırız. buna da dil deriz. bu dil netleştikçe tikele değer, keskinleşir; muğlâklaştıkça îmâ eder, şiir yazılır.

işte, ben de bir şeyler îmâ ettim. îmâ ettiklerimi derledim. bu kitaba alınmamış şiirlerim de öz evladım elbette ama aldıklarıma îtibar edilmesini, aldıklarımın daha öz sayılmasını yeğlerim. ortaya konan “mimesis”in güzel olduğunu iddia edemem ama çilesi çekilmeden konmuş bir harf, bir virgül olmadığını rahatlıkla söylerim.

saygılarımla…

(mimesis’ten)

*omurga 2.etik 3.estetik acı aforizma ahlak akıl anlam aşk ben bilim cemiyet değişim doğa duygu edebiyat estetik etik evrim felsefe hayat insan kitap mimesis mutluluk nietzsche psikoloji roman sanat sevgi sinema sosyoloji söyleşi sürü tekamül tin us varoluşçuluk zeka çürüme ölüm özgürlük şair şiir şizofren

kanaatiniz nedir?

%d blogcu bunu beğendi: