türkiye’nin ilişki raporu

  • 12 dakikalık bir metin-

vallahi öyle ilişki koçu filan değilim ama hani “örüntü gözü” denir ya, işte tekrarlayan örüntüler ve vıcık klişeleri bir sürü kişide epey gözlemledikten sonra bunları derleme fikri hasıl oldu. bunları üreme çağındaki bir erkek olarak değil, noel baba olarak yazıyorum; öyle sayın.

tüm hayvanlarda olduğu gibi insanlarda da ilişkiler dış hoşlantı ile başlar. herkese göre güzel olanın sana çekici gelmiyor olması seni dışa bakmıyor kılmaz; kendince, sana göre, belki hatta senin bozuk gözlerine göre tırnak içinde bile olsa “güzel” olmalı baktığın şey.

kokuya da bakar beynimiz ama maalesef ter kokusunu örten rollonlar ve üç gün kalıcı çakma parfümler yüzünden kokular saptırıldığı için isabet ihtimali düşüktür. asıl beğeneceğimizi parfümünden dolayı karalar, genlerimizin nefret edeceğini de parfümünden dolayı sevesimiz gelir. yani saptırıcı parfümler saptırır beğeneceklerimizi.

ağırlıklı olarak dışçıyız fakat bu dış, eskilerin “dış” dediği şey olmaktan çıktı. babaannelerimiz “iç” derken yüreği kasteder “dış” derken yüzü kastederdi ama simülasyon çağında yüzün üzerinde makyaj, onun da üzerinde filtre ile çekilmiş fotoğraf var. yani şurası kesin ki kişi kendisini nasıl göstermeyi arzu ediyorsa tam olarak o şekilde görmeye mahkumuz. yani evine dürbünle bakmadığımız sürece herkes kendisini kendi istediği miktarda ve mahiyette sunar. buna da razı gelmek zorundayızdır. kokudan sonra ikinci kaza da budur.

kant, eşya var ama bir de o eşyanın özü var ki gözler göremez kulaklar işitemez, derken ikili bir sistemden söz ediyordu ama bu çağda görünüşü isterseniz bir hafta aralıksız kazın, hala öze ulaşamayabilirsiniz. o yüzden öz, özün görünüşü, görünüşün görünüşü, görünüşün görünüşünün makyajı diye dört katmandan söz etmeli.

iltifatlar başladı diyelim… şusun, busun… gözlere güzel diyen romantik de kalça iltifatı niçin sapkın? vücudu değerlerine göre bölgelere ayırmak saçmalıktan başka bir şey değil. asıl sapkınlık budur. bedenin her kılı eşit derecede masum ve suçlu. masum da nesi!

canım cicim dönemlerinin hemen sonrasında başlayan “asıl” ilişki dönemi kıskançlık tatbikatıdır. evet, ilişki bir kıskançlıklar dansıdır. kendisi budur. yani demem o ki, havadan sudan konuşulan ilk köpük dönem bitince başlayan ve ilişki bitene kadar devam eden süreç şudur: “like” atma, o atan kim, kalp atma, o atan kim, gülücük atma, o atan kim, mini giyme, eve erken git, falancaya selam verme, verirse alma, arkadaşlarını azalt, sosyal olma, bizi paylaş, benden bahset, yanında ara… bu süreç aslında beş yıl önceye kadar ergenlere hasken şu an kırk yaş grubunun ilişkileri de bu seviyede. yine bu sürecin ayrılmazı, varlığını tamamlayamamışlarca tek hesap, tek giyim, tek arkadaş grubu, tek hayat şeklindeki iç içe ergimedir. bu ergime kişiler kendi kişiliklerini yitirene kadar devam eder. arkadaşına selam verirsin, sevgilisi cevap verir.

ilişki krizi aslında başta, yani sen henüz karşı tarafı değiştirmeye çalışıp bozmadan önce sevimli gelen her şeye tek tek müdahale edip tanınmaz hale getirene kadar sürer. sonra kriz filan kalmaz çünkü ortada sevilecek bir şey kalmaz. yani sevmeyi bırak, hayran kalacak kadar beğendiğin her şeyi -belki güç gösterisi uğruna- değiştirdikten sonra ortada o kadar da sevimli bir şey kalmaz. sonra devam eden sevgi güce ve köleye duyulan sevgidir. yani sevgi tür değiştirmiştir.

savaşarak sevişenler üzerine çok yazdım ki başlı başına bir ansiklopedi konusu. özet şu, bir bebeğin ağlayarak var olması, yani var olduğunu hatırlatması gibi bazı yetişkinler de ölümü unutmak ve var olduğunu fark etmek için devamlı itişmeye ihtiyaç duyar çükü huzur onlara ölümü hatırlatır. sahiden de öyledir; “huzur içinde uyusun” deriz ölene. huzur… tehlikelidir savaşarak sevişen için. o yüzden savaşmak zorunda, savaşlar yaratmak zorunda, hayali veya gerçek problemler masaya koymak zorunda ama devamlı itişmek zorundadır. yani ilişkinin devam biçimi itişmek olur. sonsuza kadar mutlu yaşadılar aşaması hiç başlamaz çünkü cennet bile olsa ölüm ölümdür. yani devamlı terk eder gibi yaparak, blöf yenmezse bağırarak, terk edilmesi sağlanarak ve özür dilenerek, ara verme talebi gibi, ilişkiyi dondurma talebi gibi saçmalıklarla partnere gittikten sonra arkasından gelecek cevap ne olursa olsun isyan ve patlayış ve hatta küçük kaprisler, tripler ile ilişkiyi canlı tutmaya çalışma çabası… yani ayda beş kere ayrılıp barışan bir ilişki canlıdır, yani savaşmak bir sevişme türü olagelmiştir. savaşarak sevişenlerin en sevmediği tipler huzurcu, ayrılmayı bir kerelik görenler.

aslında ilişki içinde kişiler bence kabaca dörde ayrılır;

1-iyi kalpli ve geçimli, ideal

2-kötü kalpli ama geçimli, yani sinsi

3-iyi kalpli ama geçimsiz, kavgacı

4-kötü kalpli ve geçimsiz, nursuz

bu modelde kulağa en hoş gelen bir numara da olsa bizler rasyonel varlıklar değiliz. kendi kaçıranımıza âşık olan sendromlular da olabiliriz. şurası mühim ki tarafların dışarıdan yapılan değerlendirmeleri genelde boştur. kişilerin talepleri sapıkça da olsa uyumluysa uyumlulardır. konu da kapanır. mesela bir narsisist ile bir bağımlı kişilik yapısına sahip kişi, dışarıdan bakınca sömürü ilişkisi gibi görünse de en uyumlu ilişki. birisi sömürmekten sevk alıyor, diğeri sömürülmekten. hiç sorun yok.

en hızlı kaçılası tipler bence paranoyak kıskançlar. insanın ömrünü en hızlı kısaltan tipler bunlardır. bu teşhis biraz konduğu an derhal yok olmalı ve yok etmeli ki bu hastaların freni tutmadığı için işin sonu daima karanlıktır ve mazeret hep hazırdır: çok seviyorum!

yine daha önceden de eleştirisini çok yediğim poligami konusu var. ben sanki hepimiz çok eşli olalım, demişim gibi linç yedim. oysa dediğim şey şuydu, ahlakta kural tarafların rızasıdır. tarafların rızası varsa konu kapanmıştır. toplum o meraklı burunlarını her yere sokuşturmaya çalışmasın. onları hiç ilgilendirmez. üç kişilik bir ilişkide taraflar mutlu mu? konu kapanmıştır. efenim, sibel üresin çıkmıştı “kocama arkadaşımı önerdim” demişti ve ortalık karışmıştı. bu hiç kimseyi ilgilendirmez diyorum. ikinci eş olmayı kendisi isteyen birine karışılmaz çocuk değilse. çocuksa, her şeyine karışılır ama gelir on sekizine, isterse “yedi kocalı hürmüz olacağım” der. haydi toplumcum, çayın bittiyse sen yavaş yavaş gidiver.

kadına şiddet konusu gırla ama konuşulmayan bir şey de silahla poz veren serserilere, sağa sola sataşan zibidilere, kabadayılara meraklı bir kız cinsi de var. yani “tehlikeli erkek fantezisi” içinde. tercihtir, bir şey denemez ama neticesi de bellidir.

türkiye’de en çok rastlanan erkek tipi sümük erkek. bu pardon filminde “asuman benim, demişim bir kere; ortada edilmiş bir laf var” diyordu. yani kara toprağın değilsen o herifin kalmak zorundasın. hayır mayır hak getire… ne demek “hayır”? o “belki” demektir bu sümüklere göre.

cemiyete ekstrem gelen her ilişki türü için aynı şey geçerli. “ahlaksız” buluyorsan sen yapmazsın, olur biter. gidip niçin milleti zorla döve döve cennete sokmaya çalışıyorsun?

bir tek tane ahlak yok efenim. tüm tatava oradan çıkıyor. herkesin ittifak edeceği bir tek tane ahlak olsa da biat edip kurtulsak. yok. her dinde yüz mezhep var, onlar bile ittifak halinde değil. filozoflar ahlak tartışıyor, içinden çıkılmış değil. o değil, bu değil… yani netice olarak mutabakata varılamıyor. tek bir şey kalıyor geriye; az evvel dediğim gibi tarafların rızası her konuyu çözer. rıza yoksa devlet polisiyle, askeriyle, dedikoducu teyzesiyle oraya çöker. olması gereken budur.

ahlaklı ile beraber bir de ahlak-çı var. bu biraz şöyle, problemler hep ahlaki ikilemlerden kaynaklanır bunlara göre. yani her anlaşmazlıkta bir haklı bir de haksız vardır. yani bir şey ya doğrudur ya yanlıştır. siz de böyle düşünüyorsanız, siz de bir ahlakçısınız. oysa o bir yönü. işlevli-işlevsiz parametresi var (yani iyi-kötü), güzel-çirkin parametresi var. yani iki kişi son derece ahlaklıdır ama ayrılabilir. son derece mümkündür. ille de tarafların birisini ahlaksız ve -hatta genellikle ahlak kategorisi gibi gösterilen- sevgisiz ilan etmeye filan gerek yok. uygun değillerdir, karakterleri uymamıştır, kader ayırmıştır, koşullar ayrı düşürmüştür vs. ne demek ahlak? ikisi de ahlaksız olunca ne oluyor peki? mutlu olamıyorlar mı? biri ahlaksız olunca ilişki bitiyor da ikisi ahlaklı olunca mı bitmiyor? böyle saçmalık mı olur?

ahlakçılık bir çocuksu bir bilişsel seviye aslında. ben ahlakçılarda şunu çok görüyorum, birisini eleştirecekse ahlaksızlığını eleştirebiliyor sadece. yani kişinin başka hiçbir olumsuz vasfı olamazmış gibi. genelde o ahlaksızlık da tutarsızlık üzerinden gidiyor ki malum tutarsızlık en büyük ahlaksızlıktır ahlakçıya göre. hazret-i tutarlılık da tek eleştiri silahlarıdır oysa kendi tutarsızlıkları bir şekilde örtbas edilmektedir. kendilerinden bahsederken de ilkelerinden bahsedip dururlar, yani olanlardan değil olması gerekenlerden konuşurlar.

sevgiye çok fazla anlam yüklenince en çok yapılan da sevgi yarışı. kimin çok sevmiş olduğundan kime ne! plaket veren mi var? sen mutlu musun? ya insan sevişmek için sevmez mi ya? ilişki niçin kurulur? ne bu sevgi yarışı, ahlak hesapları falan…

sevgi demişken, cinsi üstbaşlıkta cinsel ilişki olsa da altbaşlıkta anaçlık şerhi filan da olabilir. yani birtakım anaç kadınlar, mağarada avcısının dönmesini bekleyen diğer kadınlar gibi değildir, kendilerine emzirecek bir evlat aramaktadırlar. böylece karşılarındaki adamı evlatlaştırmak isterler. erkeklerin üçte biri bir göğüste uyumak, sarılmak gibi meraklara sahipse de geneli avcı ruhlu olduğundan beş yaşından beri bir göğüste uyumuş değillerdir. okşanmaya müsait olmayan bir başı zorla okşamak saçları dökmekten başka bir şey yapmaz. çoğu erkek için meme, üzerinde uyunacak bir şey değil, ısırılacak bir şeydir.

zayıf cinsel coşkunluk içinde olanların yarı arkadaşımsı ilişkileri -tarafların ikisi de libidosuzsa- gayet sağlıklı olabilir. belki de en uzun ömürlü olanı budur çünkü fırtınanın olmadığı yerde tatlı yeller eser ve hiçbir yel ağaç, ev, direk devirmez.

libidosu yükseğe sapık, düşüğe engelli gözüyle bakmak sakıncalıdır. bu tamamen tarafların rızası ve uyumu ile ilgilidir. günde on kere çiftleşen bir tavşan çifti mutluysa, gelin sizi tedavi edeceğim, denmez.

ilişkilerde aşk çok fazla gevelenir de daha evvel çok anlattığım için hızlı geçiyorum; aşk çok nadir bir patolojidir, sadece seçkin bir zümre aşık olabilir, aşık olup evlenme diye bir şey yoktur, evlilik bir sosyal müessesedir ki on kişiyle yapılır. bu saydıklarım aşk hakkında, sevgi başka… seversin canım, o ayrı. ilk görüşte aşk olur mu? bal gibi de olur. inanmayanlar artık diretmesin kendileri olamadı diye, var efenim. insan hayatı boyunca kaç kere aşık olur? on kere de olur, yüz kere de. bunun sayısı olmaz, yani tekrar olunabilir. bununla ilgili de bir “kristal parçaları” anlatımım var, bakınız.

sosyal medya aşkları bir saçmalıktan ibaret. kişiler, kendilerini göstermek istediği gibi gösteren birilerini kafalarında canlandırmak istediği gibi canlandırıyor, adına da aşk diyor. aşk demek ten demek. içinde ten, ter, koku, doku olmayan şey yok hükmündedir. ona flört veya, arkadaşlık veya tanışma, sohbet dostluğu gibi şeyler söylenir ama o bir cinsel ilişki türü değildir. nitekim sayısı arttı, tabii doğal olarak hayal kırıklıklarının da. o yüzden bir kere, bir saniye bile olsa yüz yüze gelinmiş kişi ile kurulan dijital ilişki belki daha az patolojiktir. o dijital ilişkiler gerçeğinin yerine geçsin diye değil, gerçeğine hazırlık olsun diyedir. yoksa, elektrik gidince yok olan şeye sevgili mi denir?

bir yıl yazışırsın da sonra karşına bir dağ sıçanı çıkar, şaşırırsın. gölgelerin gölgeleriyle sevişmesin gölgeleriniz.

aslında bence kaliteli ilişkiler için bolca ayrılık antrenmanları iyidir. yani farklı kişilerden farklı sebeplerle ayrılıp, bunları yüksek kaliteye çıkartmaya çalışmalı. ilişki başlar zaten, başlamak dediğin nedir, devam da eder başlamışken ama ayrılık, ah o ayrılık…

müstakil yazılarım var o konuda.

en yaygın ayrılma hastalığı, ahmak-akıllı, okumuş-cahil, genç-yaşlı herkesin içinde düştüğü ayrıldığını karalama tuzağıdır. bu bir psikolojik baraj. yani orayı aşması zor. o kadar dev bir mantıksızlık birden bire nasıl da kaplıyor herkesin hayatını, bilen yok. yani bela filan okunuyor. anlamak çok güç. ya, ayrılmak dediğin şey bir doğa kanunu. niçin beddua ediyorsun? ayrıca severken o kadar sevmeyeydin. sevgiyi bir sadaka gibi, karşılığı verilmesi gerek bir şey gibi görüyorsan bir haberim var: sevgi senin beyninde bir kimyadır. allah razı olsun sevdiğin için ama bana bir şeyi ulaşmıyor beynindeki zevkin. zaten ayrılmak için birleşilir. ayrılmayan çift olmaz, ayrılmaya fırsat bulamadan ölmüş olan çiftler olur. insan ömrü beş yüz yıl olsa bugünkü çiftlerin hepsinin bittiğini görürdük bir gün. ayrıca şunu düşünün, bir ömür nasıl tek bir kişiyle sevişilir?

ötekine baktı diye sevgiline kızma ve sevgilin sana sadece senden hoşlandığını söylüyorsa kaç çünkü delidir. evet, hastadır sadece seni seven. sadece senden hoşlananı değil, ilişki için, sevgili olmak için seni seçmiş olanı istiyorsun sen. dört milyar hemcinsin varken ve genlerinizin %99,9’u aynıyken, sadece ama sadece senden hoşlanan kişi fetiştir. sen de hoşlanmıyorsun zaten sadece ondan. yok eğer böyle değilse sen de bir hastasın. senden de kaçalım.

bir de ayrıldıktan sonra devam eden sadakat var. bu anlaşılır şey değil. birliktelik içi sadakati anladık diyelim de hesap verme kaç yıl daha sürer ki? işte bunlar o tatlı “iyi gelme” aktivitesini nasıl hasara uğrattığımızı gösteriyor. ilişki şu an bittiyse, bir saat sonra yeni bir denize yelken açmış olabilirsin suçluluk hissetmeden. zaten ayrılık bu demek. sırf bu yüzden cinayetler işleniyor.

bizimki gibi doğulu toplumlarda bir bekâret miti var. sen erkeksen, o senin ilkin olmak zorunda değil ama sen onun ilki olmak zorundasın. tabii bir de bunun psikolojik uzantısı var; ilk aşk! o yüzden derin bilinçdışı düzeyinde kendisini “kirlenmiş” sayan kişi, hep “asıl ilk aşk”ını revize eder tarihte. böylece bir süre daha “temiz” kalır. bu düpedüz saçmalıktır. sevişmek insanı kirli kılmaz, insan kılar. bunlar hep tabu tabii…

bir de günümüzde ertelenmiş cinsellik meselesi var. kriz şu; dindar bir çocuk otuzunda evlenene kadar karşı cinsin elini tutarken kendisini kirlenmiş hisseder ve kaçınır. nihayetinde on beş yıldır cinselliğini tuta tuta hastalanmış bir nevrozlu çıkar ortaya. bu dediğimin daha sıkısı tabii ki dindar kız için geçerli. bin bir korkuyla, cinsellik gibi bir doğallığın ne olduğunu bile tam anlamadan birbirlerine “helal” olduktan sonra ilk gittikleri yer de evlilik danışmanı olur. on beş yıl sıkmak ne demek! tabii dindar olmayan versiyon çok farklı sayılmaz. doyasıya yaşıyorsa toplum linç eder. toplum doymuşu kaldıramaz. zirveyi görmemeli hiçbir fert. her zevk suçluluk içerir o yüzden. dünya tarihinde kendi cinselliğine en yabancı çağdayız. tarih boyunca -ömürler hep kısa olduğu için -insan sevişmekte acele etti. yirmi yaşına geldiğinde herkesin iki çocuğu vardı. şimdi adam-kadın otuzunda, hala düşünüyor.

doğum için de durum öyle. sevişilmekten yedi milyar olmuş insan nüfusunun eğitimli şehirlisine ne olmuşsa olmuş, doğum olayına uzaylı gibi bakmaya başlamış. sanki ilginç bir şeymiş gibi. o kadar tasarlanan, hesaplanan bir şey değildir ki bu! hep doğurduk, doğuruyoruz ama nedense yeni kentli hamile eşine bakarken gözleri doluyor, hamileler de kendisini bir mucize gibi görüyor. mucize, bin yılda bir olan şeye denir. bir suriyeli mahallesine gidin de görün mucizeyi. yedi çocuğun çöpte büyümesidir mucize. sevişirsin ve çocuk doğar; var mı anlaşılmayan kısım? tekrar edeyim mi?

demem o ki ilişkiler kutsallaştıkça üzerine yüklenen sorumluluk büyüyor. doğal yanlarımıza her geçen gün yabancılaşıyoruz. siz biliyor musunuz aile kavramı icat edilmiş bir şeydir. komün toplumlarında her bebek babasızdı. bugün “piç” bir hakarettir. bir kişinin kendi babasını seçemediğini düşünürsek, annesiyle sevişmiş bir adam yüzünden doğduktan sonra o adamın ortada olmamasından çocuğa ve sana ne? bir şeylerin üzerine anlam yükledikçe hantallaşır ve travmatize olur.

sağlıklı ilişkiler…

(ilgili yazı: aşık olmamak, sevmemek, ayrılmak, aldatmak)

“türkiye’nin ilişki raporu” için bir yorum

kanaatiniz nedir?

%d blogcu bunu beğendi: