kafanın içi ve dışı

  • 4 dakikalık bir metin-

karşımda durmakta olan bir elma ile o elmanın bendeki yaratımı bir ve eş mi? diyebilirim ki tüm psikolojik problemlerin kökenine dair bir tespit ve bir yöntem hakkında konuşacağız; kafamın içindeki dünya ile kafamın dışındaki dünya ayrımı hakkında.

şu felsefede nicedir konuşulur ki kırmızı diye gördüğümüz şey hepimizde aynı değil. senin, sendeki projeksiyonun kırmızısı farklı olabilir benimkinden. dış dünya denen yer ortaksa bile iç dünya denen şey kişi sayısı kadar.

dış dünyayı “olduğu gibi” algılama şansımız da maalesef yok çünkü biz bir kamera değiliz. anlayarak görürüz. giysisiz eşya gri ve anlamsızken, havada uçuşan tikeller, uzayda yer değiştiren atomlarken onlarla yaşamak mümkünsüz. insan olduğumuz, hatta belki canlı olduğumuz için anlam yüklemek zorundayız. tikeller uzayda yer değiştiriyor değil, sevgilim beni terk ediyor. ikisi aynı şey objece ama ikincisi kafamızın içindeki dünya. 

babasının ölümünü inkâr eden bir çocuk aylarca “dönecek” diyor, “odasında” diyor, “uyuyor” diyor ve bu gerginlikle yaşıyor. yani aslında demek ki bir yanıyla gerçeği biliyor çünkü bilmeyen inkâr edemez, reddeder. inkâr eden yanı da babasını var kılmak istiyor. yani burada bir ikili ayrım, bir dikotomi var. işte iki dünya arasındaki bu farkın bu kadar kontrastlı olması kişiyi devamlı gergin tutuyor. yüksek bir libido yakıtı harcanarak yaşanıyor ama bir noktadan sonra inkâr mümkün olamıyor ve kriz patlak veriyor. işte o anki boşalım, kafanın dışındaki dünyanın kafanın içindeki dünyadan bu kadar farklı olduğunun ani keşfi, kişiyi “deli” kılan şey. o düşüş sonrası toparlanma uzun sürüyor çünkü kafaiçi dünyası üzerine inançlar, anılar, varsayımlar inşa edilmiş, o inşanın üzerine bir şey ve onun da üzerine bir şey… işte en alttaki taşı çekince sistem çöküyor. bir sabah uyandığınızda tüm inandıklarınızın yalan olduğunu düşünün. inandıklarının yalan olması demek, bir sen yok demek çünkü sen bile dış dünyanın dolayımından geçerek, dış dünya sandığın şeyden sekerek sana dönen bir şey.

şu varsayım bizi bitiren şey: elmanın fikri ile elmanın görüntüsü aynı kafa içinde olduğu için aynı sanılır. oysa birisi izse, diğeri izin buharı. böylece ontolojik olarak bile bir kat farkı vardır ikisinin arasında. elmanın hiç değilse dış dünyada bir obje karşılığı vardır ama elma fikrini doğuran şey elmanın algısı.

kafamızın içindeki dünyanın -insan olmak hasebiyle- simetrik olma eğilimi, adil olma eğilimi, güzel olma eğilim, amaçlı olma, anlamlı olma eğilimi, düzenlenmiş olma eğilimi var. dış dünya bunların hiçbirisi için garanti vermez. o küresellik, o mükemmellik kafanın içinde yaratılır, hayal edilir.

böylece adil olmayan, sıralı olmayan, tutarlı olmayan, nizami olmayan, simetrik olmayan bir dünyanın içinde yaşayıp kendisini amaçların hengamesinde sanan kişi, bu inancının her test edilişinde hayal kırıklığı yaşar. şiddetli bir inkâr çabasıyla yaşarken devamlı bitkin ve tedirgindir. işte, modern şehirlinin bitkinliği, tedirginliği bundan.

olan ve olması gereken ayrımı hakkında çok yazmış heidegger. “olması gereken” -denen şeyi tırnak içine alırsak- hiç de olan gibi olmak zorunda değil ve daha kötüsü olması da gerekmez. işte bu sonsuz çıkmaz bizi insan ve sorunlu kılan şey. sorunluyuz. kafamızın içindeki pürüzsüz dünyayı pürüzlü dış dünya ile kıyas edince yaşadığımız şok dipsiz ki biz kafamızın içindeki pürüzsüzlüğün üzerindeki toz ve çiziklerden huzursuz oluyorduk…

sevgilin seni seviyordu, aslında sevmiyormuş; kötüler cezasını bulacaktı, bulduğu filan yokmuş; çektiğin acılar sana hayır olarak dönecekti, hâlâ sürünüyorsun; ölmüş baban seni güzel bir yerden izleyip seninle gurur duyuyordu, baban öldü ve senden haberi yok; bir gün emeklerin takdir edilecek, herkes senin haklı olduğunu anlayacaktı, yo, devamlı kötüye gidiyor.

bence kişi için bir tek ödev varsa çıkıp dış dünyaya bakması, sahiden bakması, gerçekten bakması var. görmesi, gerçekten görmesi, olduğu gibi görmesi var. örnekleri hayal kırıklığı üzerinden verdik ama aynısının tersi de mümkün. olanı olduğu gibi görmeyi beceremeyen karamsarlar, karanlık tablolar canlandıradursun hayat o kadar da çirkin değil. aslında hayat güzel de değil, hayat sadece hayat. ne güzel ne çirkin ne şu ne bu; hayat sana kozmik bir kayıtsızlık içinde. evreni olduğundan güzel algılamak nasıl sonunda şok yaşatıcıysa, olduğundan çirkin algılamak da cehenneme gönüllü girmek demek. nerede hakikat, nerede gerçeklik?

düşünün ki öylesine doğan, birden küt diye ölenlerin dünyası. öldükten sonra gelip ölümü anlatan yok. yanıp sönen anılarımız, sevdiklerimiz, coşkularımız ve hayallerimizi hatırlayanların yok olması için yüz yıl yeterli. kimse, hiç kimse bizi hatırlamayacak ve şu an dünya üzerinde yaşayanların hepsi ölmüş olacak yüz elli yıl sonra. bu kesin. bu ansızın varoluş ve ansızın yok oluş içinde çıldırmamak tabii ki mümkün değil. hayat bu gri formuyla kabul edilemez ama ona yüklediğimiz aşırı anlamları taşıyabilecek bagajlara da sahip değil.

bir anlam yaratmaya, mümkün mertebe mevcuda çok aykırı düşmeyen bir anlam, yani yalan yaratmaya ve onun içinde yaşamaya mecbur ve mahkumuz. kendi yalanımızı yaratıp içinde yaşamaya gönüllü olmak en üst yetenek ve güç. bu güce sahip olmak ve bir anlam tasarlamak için bir an evvel kollar sıvanmalı. yoksa hazır anlam paketleri ve anlamsızlık krizleriyle yaşar, ölürüz.

“kafanın içi ve dışı” için bir yorum

  1. “Elma olgunlaşınca düşer. Peki ama niçin? Bir güç onu toprağa doğru çektiği için mi? Sapı kuruduğu için mi? Güneşten kızardığı için mi? Ağırlaştığı için mi? Rüzgar estiği için mi? Yoksa aşağıda duran bir çocuk o elmayı yemek istediği için mi?”

    Tolstoy/ Savaş ve Barış

kanaatiniz nedir?

%d blogcu bunu beğendi: