acı’ya dair

  • 6 dakikalık bir metin-

dünyanın neresine giderseniz gidin hangi taşı kaldırırsanız altından, kesilmiş bir şah damarından fışkıran kan gibi acının fışkırdığını görürsünüz. evet, çok fazla acı var ve bu kadar acıyı sen ben çekmeyeceksek kim çekecek? ucundan tutmak, üzerimize düşen acıyı çekmek mi zorundayız?

nietzsche’nin “ahlakın soykütüğü” kitabını okuduysanız, orada çok mühim tespitler vardır. tez özetle şu, ahlak bize kölelerden, yani ayaktakımından, yani sürüden aktarıldı. bizler de o sürü ahlakını tek geçerli ahlak sandık ve sahiplendik. soyluların güce bakışıyla kölelerinki çok farklıydı elbette ve köle isyanlarının önüne geçmek için rahipler vicdan azabını, günahkarlığı buldu. durum şu ki elimizde ahlak diye bize gelen şey bencilliğin, hırsın, kibrin, tamahkarlığın kötülüğüne koşut tevazuun, yardımseverliğin, hoşgörünün iyilik olduğunu söyler. bunlar genelde sorgulanmaz çünkü binlerce yıllık kodlardır. oysa dikkat ederseniz kölece yaşayan kitleler için bunlar isyan önleyici ve çıldırma engelleyici sürü nizamlayıcılardır.

bir köle kibirli ve isyankar olursa özgürlük talep eder. bir köle komşusunu sevmezse, diğer kölelerle uyum içinde çalışamaz. bir köle kendi ekmeğini bölmezse, kölelik kurumu hasar görür çünkü efendiler hasadı korumak ister.

köle ahlakında önemli bir yeri olan vicdan azabı ve çilecilik de hepimize şöyle ya da böyle sirayet etmiş durumda.

hiç düşündünüz mü, yer gök bu kadar acı ile kaplıyken niçin tarihte bu kadar az devrim var? kölelerin saldırganlığını ve efendilerine başkaldırmalarını engellemek için “günahkâr” olduklarına inanmaları yeterli. böylece öfkeleri kendilerine, hiç değilse şeytana dönebilir.

çilecilik de şu elbette; acı kutsaldır! bir köle aç kalır, sabahtan dayak yemeye başlar, hakaret görür ve akşam sırtını koyduğu yer bile rahat bir yatak değildir. yani acı, köle hayatının günlük rutinidir. bu kadar çok acı içindeyken efendilerine bakan köle düşünür; efendi haz içindedir ve bir çeşit cenneti yaşamaktadır ama bu kıskançlığı sonrası kendini suçlar ve yine günahkar hisseder çünkü deve iğne deliğinden geçtiğinde ancak bir zengin cennete girebilecektir. aslında acının arındırıcı yanına, öğretici, erdirici, bilgeleştirici yanına doğulu çok inanır. doğulu için -yahudi köleler aracılığıyla da bu batıya bulaşmıştır hristiyanlık ile- acı yüce bir şeydir.

kendinize de sorabilirsiniz; iki kişiyi düşünün ki birisinin tuzu kuruyken diğeri çocukluğundan beri acı çekmiş olsun, hangisini sevesiniz gelir? soru iki; hangisinin daha ahlaklı olduğunu varsayarsınız. bizde siyasetçiler değil yalnızca -tuhaf ki- şarkıcılar bile acı uydurmak zorunda kalıyor. acı çekmişe saygı ve sempati artıyor. işte bu köle ahlakının kalıntıları hepimizde, görüyorsunuz. hayatı haz içinde geçmiş kişi namuslu yaşamışsa bile ahlaksız sayılır.

ben acıyı ikiye ayırıyorum;

tensel acılar, gerçek acılardır. hayali değildir asla ve hiçbir inanç, meditasyon, değerler sistemi ve hipnoz bu tip acıları dindirmez. o acı vardır! taş gibi, toprak gibi, dağ gibi, ateş gibi, o acı vardır işte.

diğer tüm acılar uydurmadır. yani kendimiz tarafından bir kökensel alışkanlığın devamı olarak refleks haline gelmiş, yani kültürel olarak öğrenilmiş acılardır. sevgilin seni terk edince üzülmen gerekir. üzülmelisindir ve bu üzülme acısı adeta bir parmağının kesilmesi gibidir. çok benzemektedir. oysa basbayağı bu acı tarafımızdan yaratılmış bir suni histir.

yakında “kölekral” kavramımdan söz edeceğim. kölekral, kendini kendine köleştirmeyi başarmış krallaşmış kişidir. kölekral bedenini yönetebilir; jestlerini kontrol eder, düşüncelerini yönetebilir; kendisi istemediği sürece hiçbir düşünce kendiliğinden yağamaz kafasına ve dönemez hiçbirisi, duygularını yönetebilir; bu en zoru (ve tabii düşünceyi yönetebilmekle başlıyor) ki duygularını yönetebilen kişi kölekral olmuş demektir.

nietzsche, öldürmeyen acının güçlendirdiğini söyler. bence bu sakatlamayan acının güçlendirmesi ama konu bu kadarla da sınırlı değil.

acıdan haz alan çilecileri -evet, acı övücüyseniz acıdan gizli de olsa haz alıyorsunuz demektir- sakatlamayan güçlendirmez. niçin? çok basit, mazoşist olmak niçin güçlendirici bir şey olsun ki? kendisini jiletlemeyi seven biri zaman içinde bir filozofa mı dönüşür, manyağa mı?

o yüzden acıdan acı çeken adamlar lazımdır bize. yani aç kalarak, riyazet yaparak, az sevişerek, susuz kalarak erilmez, geberilir. insan doğası böylece hastalanır. doğal, tensel, gerçek acılara ve hayatın anlamsızlığına katlanabilmek için yemek yemek gibi, uyumak gibi ve sevişmek gibi zevkler varken bunlara savaş açmak pasifize olmuş gurular yaratır. bu pasif guruların kendilerine hayrının dokunmadığı gibi topluma da hayrı olmayan, ölene kadar can çekişmekten başka bir şey yapmayan organik atıklara dönüşürler.

tensel zevklerden kaçmayı öğütleyen binlerce yıllık köle ahlakı bunu boşuna yapmış değil çünkü olmayacak duaya amin diyerek keyfini kaçırmak istememiş olabilir. acıyı kutsayarak bu acıların karma ve ötedünya ile hazza dönüşeceğine inanmış olabilir.

“nefse hakim olmak” denen şeyden kasıt kölekral olmaksa hiç sorun yok ama aç kalmak değil, gerektiğinde kalabilmeyi başarabilmek, sevişmemek değil, gerektiğinde sevişmeden de yaşayabilmek kişiyi güçlü kılar. yoksa bu temel, tabii eğilimleri saptırmak demek, hasta  nesiller ve hasta fertler yaratmak demek.

zevki aşağılama da o başta anlattığım köle tabiattan geliyor elbette. çok gülen, başına bir şeyin geleceğinden korkuyor. her boşalma sonrası kontrolsüz bir pişmanlık hissine bürünüyor herkes. daima suçlu, daima korkak, daima yasta ve daima dertli bir kitle neyi üretebilir, bilmiyorum. vicdan azabı ile inleyen milyonlarca “suçlu” acı istiyor ki arınabilsin. günahkar tenlerinin cezaya ihtiyacı var.

hatta aşırı sakar kadınlarla ilgili bir psikolojik analiz yapılmıştı; bilinçdışı, bedenini cezalandırıyor sakarlık ile. aşırı sakarlarda obsesyon da çoktur. ellerini devamlı yıkayan nasıl bilinçdışı suçluluk ve kir içindeyse, tavayla elini yakarak ve ayak serçe parmağını kapılara çakarak da günahlarından arınıyor bir çeşit. bu arınış, kendilerini daha masum hissettikçe azalıyor. bakıyorsun, el yıkaması da azalmış sakarlığı da.

batının yükselişi çileciliği bırakmakla oldu. hindistan’ın sürünmesi de aşırı çileciliğinden. herkes, hepsi öyledir demiyorum ama zevk alan kendini az veya çok kirli hissediyor bu topraklarda hala.

“martyrs” diye bir korku filmi var. film, kaçırılıp işkence gören kadınlar hakkında. bir gizli örgüt, kaçırdıkları kadınlara yıllarca işkence eder ve yüksek, çok yüksek acılardan sonra ancak görülebilen bir eriş seviyesinde “öteki tarafı” görmeleri sağlanır ve anlatmaları istenir. evet, günlerce işkence gördükten sonra, o gözlere “tanrıyı görmüş” bir bakış oturmaktadır bu filme göre.

demem o ki kendi zevkine yabancılaşmış bir toplumun ancak trafikte kavga ettiğini, ona buna sataştığını, aile içi şiddet çıkardığını, hayvanlara işkence ettiğini, sokaklarda kan döktüğünü görüyoruz. zevkle barışmak ve acının yüceltici ruhundan, gizli mazoşizmden kurtulmalı ki şifa bulunsun. bizim eğitime, şuna buna değil, zevke ihtiyacımız var. pişmanlığı olmayan, iç huzur ile kabul edilebilen, diyetsiz bir zevke…

acıya bile bile kaşınan kişi ya kerizdir ya mazoşist; ortası yok. zevkle de ancak hastaların sorunu olabilir. 

uzun zamanlar boyunca huzur aleyhinde yazdım ama bir itirafta bulunayım; huzur mühim şey. huzur, uzun zamana yayılan ağız tadına deniyor. biraz sıkıştırınca mutluluk oluyor, daha da sıkışınca zevk, en yoğunu orgazm. hepsine varım. hazdan haz alıyor, acıdan acı çekiyor ve bunu söylemekten utanmıyorum.

kanaatiniz nedir?

%d blogcu bunu beğendi: