huzurunuzu kaçırmaya geldim
vâroluşçu psikoterapi’yi okuduğum günden beri öleceğimin farkındayım fakat son zamanlarda bu his kendini daha şiddetli göstermeye başladı. öleceğini bilen kişinin hayatı homojenleşir. yâni tedrici, uzun planlar yapamaz olur. her an mahâretini göstermeli ve yapabileceği her şeyi yapmalı yoksa ölecektir.
işte ben de ‘us’uma düşenleri toplamaya karar verdim.
“düşenleri” dediğime bakmayın, çocukluğumdan beri ifrat miktarda düşünmekten okulumu, sosyal yaşantımı, yakın târihte de okumayı ve yazmayı aksatan biri oldum. düşünüp duran da bir şeyler birikiyor ve bunları târihe geçirmek istiyor. bilim de felsefe de kültür de öyle ilerliyor. her ne kadar hegel’in meşhur tez+antitez=sentez formülü eleştirilse de mühimdir; çünkü benim yanlışımı gösterirken doğruyu söylersin, tıpkı benim de başkasının yanlışını çürütürken doğruyu söylemem gibi. her fikir, kendinden önceki ile çatışarak ve öncekini revize ederek ilerler. o yüzden bu toprakları terk etmiş görünen o ışıltılı “katılmıyorum” ve “katılıyorum” eylemlerini geri getirelim istiyorum. öğüt, îdam veya dayak istemiyorum; dışlama, ötekileştirme, marjinalleştirme, tebliğ, îkaz, infaz ve hakaret de öyle. istediğim ve beklediğim ve bana yarayacak ve çağa yarayacak olan şey, fikrime katılmayan akıllar.
kellemi ve kalbimi sancır buldukça roman yazdım, şiir kustum. sanatta tatlı bir avuntu ve rahatlama buldum. nitekim felsefemi de o yanık şiir üslubu, ruhu ile yapıyorum ve bu hâliyle kıta felsefesi’ne yakın duruyorum. dert, hakîkat olduktan sonra roman da bir felsefe de. derdim hiç emzik ve pışpış olmadı; hakîkatin o kaktüslü, çöllü yollarına düşmüş buldum hep kendimi.
aslında bu kitabı “gri kitap” adında çıkaracaktım ve o güne kadar dünyanın ve kendimin pişmesini bekleyecektim. sabırsızlığımı artıran şey, ölüm farkındalığı oldu ve izolasyonlu ortamlarda daha düşünceli geçen, fikir biriktiren günler ve aylar… biriktikçe duramaz, saklayamaz oldum.
fikirlerimi beş önemli başlıkta toplayıp, nasıl yapmışsam, muhtelif dar ortamlarda özetlemeyi başarmıştım. kitaplık çap gündeme gelince başlıklar üzerinde çalıştım ve altı konuda karar kıldım. bunlar; us, estetik, etik, o, tekâmül, eşya. aslında felsefenin başlıkları değil bunlar. bunlar kendi düşünce manzûmemin şubeleri ama birbirinden çok ayrı ve bağımsız oldukları da asla söylenemez. o yüzden kolay anlaşılsın için yapılmış bir ayrım diye düşünebiliriz.
mühim nokta şurası ki bu kitap akademik felsefe ile ilgilenenler için duruşumu anlayabilecekleri ama dipnot ve hâşiye göremeyecekleri için de hafif bulabilecekleri bir kaynak çünkü vesika fareliği yapmak istemedim. yine de mürekkebini yalamışlar için istifâde edilebilir bir kitap, fişekleyici bir çakmak ve keyifli düşünme aracı olsun istedim.
işin acemisi olan sıradan okurun da kavramların içinde boğulmasını, koca felsefe târihini ve antik yunanca’yı bildikleri varsayımı ile ezilmesini istemedim. düşünmeyi seven ve düşünmeyi öğrenmek istediği hâlde felsefeyi hiç bilmeyen koca bir kitle fark ettim ve onlara kendi düşüncelerimi değilse bile düşünceyi sevdirmek istedim ki romanlarda bile bunu yaptım.
roman neydi? iki günlük dinlenceydi. kaçıştı, uyuşmaydı, saklanmaydı. roman deyince hep evcil bir şey anlaşıldı ama ben onu silahlandırmayı başardığımı ve acı ve sancı ile ancak on günde okunur hâle getirdiğimi düşünüyorum. bu hâliyle de dönüştüren, kıran, bozan bir şey oldu.
felsefe nedir? birçok kişinin farklı tanımları var ama bence felsefe yavaşlamaktır! evet, çok hızlıyız. hayat telâşlı, koşuşturmalı… çocukların dersi, iş yeri sorunları, evlilik sorunları, yapılacaklar, parasal sorunlar… bunları çözeyim derken koşturan milyonlar… işte bu yüzden akamıyor, sürükleniyoruz. bir an dursak, yapamıyorsak yavaşlasak, hayatı izleme ve anlama imkânı elde ederiz. zaman bizim için farklı geçer olur ve bu azgın akan nehre kapılıp sürüklenmektense kendi istikametimizde kendimiz gideriz. tekâmül etmenin tek yolu yavaşlamak, mümkünse durmaktır. işte felsefe de bunun sanatıdır.
felsefe târihi açısından bu kitabın önemi varsa o da şudur ki tüm bakışını sistematik olarak kuran sistem filozofları çok yoktur ve genelde lokal konularda cüz’i çürütmeler yapılır; ben de çürük de olsa kendi fikir sistematiğimi kurmak istedim. başı-sonu olsun, eleştirilebilir olsun ve her şeyi kapsasın. bir gökdelenin yanına bir çadır da kurmuş olsam benim olsun ki çoğunluk, mevcut gökdelenlerin inşâsını eleştirmekle meşguldür.
bir yazar için en önemli mesele, seslendiği kitle ve seslenişi arasındaki uyumdur. şâyet bir şempanze bir kitap yazsaydı bunu bütün şempanzeler okuyabilir ve aynı şeyi anlardı. insana hitap etmenin böyle bir zorluğu vardır. çeşitlilik çoktur. seviye farkı da öyle. işte bu doğru kitle seçme işinde yazara ve yayıncıya çok sorumluluk düşer. kitabın ismi, kapağı, dili, tanıtım bülteni o büyük okur kalabalığı içinden doğru kitleyi yakalamalıdır. bu isâbet oranı çok mühimdir çünkü yanlış kitle yanlış değil, ters anlayabilir. hele ki türkiye gibi kaynamaya müsâit bir ortamda, böyle hassas konuları tartışmak demek, ip cambazı gibi tedirgin olmak demek. ortalarda dolaşan onlarca fikrin, alerjinin, peşin hükmün, taraftarlığın olduğu siyaset ve kavga dolu bir zaman ve mekândayız. bunlar için tedbirimi şöyle alabilirdim; bir jargon bariyeri koyardım, olur biterdi. romanlarımı okuyanlar, sözcüklerle aramdaki ilişkiyi bilir. bunu yapardım ve belirli bir felsefe âşinâlığı olmayan kişi derhal sıkılır, bırakırdı. genelde de yöntem budur. fakat düşünme istîdadı olan ve güzel dilimizin çektiği işkencenin kurbanı olan genç dimağlar, burada tartışılan mevzûdan istifâde edemezlerdi. oysa belki de en çok onların ihtiyacı vardı. bir seçim yapmam gerekiyordu. yaptım.
elinizde tuttuğunuz kitap insanlık değil, evren târihinin en mühim sorularını esas almaktadır. lâkin bu sorulara en iyi cevapların verildiği yer olma iddiasında değildir. gayemiz, kusurlu bir bahâne bulma makinesi gibi çalışan insan beyninin nerelerde tıkandığı göstermek ve hatalı cevapların hiç değilse sorusunu düzeltmektir. sırf birkaç hayvandan daha iyi yem buluyor diye garip bir şekilde kendisini en akıllı cihaz îlân etmiş olan homo sapiens, uzaylılara parmak ısırtacak mantık hatalarına kolaylıkla düşmekte ve daha da kötüsü oradan çıkamamaktadır. elbette bunun en bâriz görünen açıklaması, milyonlarca yıldır yemek yememiz ama sadece beş bin yıldır soyut düşünüyor olmamızdır. bu yüzden vahşi bir hayvandan kaçarken ne yapmamız gerektiğini hepimiz biliriz de iş düşünmeye gelince patır patır dökülürüz. işte tür içi dalgalanmamızı uçlara taşıyan şey, aramızdaki düşünme yetisi farkıdır; genelde de varlığıdır.
eskilerin yaptığı gibi avam-havas ayrımı da yapabiliriz veya üç tabakalı bir ayrıma da tabiî tutabiliriz toplumu. genel olarak diyebiliriz ki tek işi hayatta kalmak olanlarla kafasını büyük meselelere çatlatanların arasında sünen, geniş bir skala vardır. tıpatıp aynı soruyu da soruyor olsa farklı îzah verilir. birisi için doğru olan iddianın tıpkısı diğeri için yanlış bile olabilir. “allah her yerde,” diyen avam teist, havas panteisttir meselâ. yeri geldikçe îzah edeceğim.
dünyanın en çılgın soruları gözümüzün önünde duran konular hakkındaki klişe sorulardır. genelde de bunları çocukken sormuş ve unutmuşuzdur. tekrar hatırlamamız için çocuğumuzun olması gerekir. niçin var olduğumuz sorusunun çılgınlığı bir yana yalnızca varoluşa hayret etmek, çoğu yetişkinden uzak mevzûlardır. onlar, hangi gün tatil için izin alırlarsa en kârlı olacaklarını hesap eder dururlar.
varız işte! var mı daha tuhafı? varız. iyi de niye?
davranışlar ve anlama bakışta varoluşçu, tevekkülde stoacı, kantçı bir metafizik ve akıl elitisti bir cemiyet görüşü içindeyim. büyük oranda aristo’dan miras aldığım altın orta öğretisini, “gri” bir formül ile birçok şeye tatbik ettim ve iyi sonuç aldım. bunu nasıl yaptığımı anlatacağım. us başlığı ile aklı nasıl kullandığımı anlatacağım. estetik ile güzeli ve sevmeyi tartışacağım. etik’te ahlâkı… o ile o’nu konuşacağız. tekâmül ile gelişim ve değişimi… eşya ile fizik, metafizik, kuantum, entropi konularına gireceğiz. bunların bitiminde ise teorilerin çok havada kalmaması adına, örnekler ve serbest denemeler bulacaksınız. yâni önce mukaddime, sonra altı başlık ile teorim ve nihâyet örnekler ile gri bakışımı özetleyecek ince bir kitap…
tek tek referans ve belge ve işaret ve dipnot görmeyeceğinizi yazmıştım; bundaki gayem bunun serbest bir düşünme kitabı olmasını sağlamak. yoksa felsefe târihi okumak istiyorsanız çok iyi kaynaklar bulabilirsiniz.
aslında felsefe doğduğu günkü heyecanı gibi tazedir bir bilgelik arayışı olarak. yâni tüm gün literal gevezelikler ettikten sonra bende, yarın sabah uyanıp akşama kadar ne yapacağım hakkında bir şeyler kalmış olmalı. ilişkilerim, dertlerim, yaşantım, duruşum, ölüşüm hakkında bir şey demeli. nasıl daha bilgece olacağımı bana öğretmeli, öğretebilmeli. o yüzden özünde felsefe bence nasıl yaşanacağı üzerine bir düşünmektir. düşünmek üzerine düşünmek bile bunun için vardır.
insan yavrusu dünyaya gelir ve önce şarkı söyleyip resim yapmayı öğrenir. sonra ölenlerin nereye gittiğini, allah’ın kim olduğunu sorar. az daha büyür ve derslerde bilimi görür, hayatında da kullanır. neden-sonuç teması da bilim ile teknik ile olur. sonra aklı iyice kemâle erdiğinde felsefe yapar, yaparsa. yâni sanat, din, bilim ve felsefe. imgeden kavrama… insanlık gibi. biz de öyleydik. on binlerce yıl önce mağara resimleri ile başladı mâcerâmız. sonra dinler çıktı, sonra bilimi bulduk, mısır’da meselâ… felsefe içinse, kadim doğu bilgelerinin girişimlerini saymazsak, thales’i bekledik. yâni insan yavrusunun mâcerâsı ile insan türününki aynı bir nevi. usun en yüksek aktivitesi oldu düşünmek.
bu kitaptaki sıralama da öyle oldu. imgeden kavrama…
doğmadan evvel her şey tek ve yek ve bir ve ben… “ben” bile yok belki, çünkü “ben değil” de yok. eskilerin vahdet-i vücud dediği şeye yakın bir cennet ve sonsuzluk ve emeksiz bir varlık ve omnipotans. işte ilk “ben” sözcüğünden yâni ilk mülkiyetten sonra “ben değil” de doğmuş olur ve bebek cennetten kovulmuş, annesinin o huzurlu rahmini terk etmiş olur. otto rank buna “doğum travması” der. ilk kovuluş, ilk kopuş ile annesinin rahminden annesinin memesine düşer ve bebekte beceri arttıkça nimet nazlanmaya başlar. “ben” ve “sen” vardır; “sen” annedir, memedir. yâni bedavadan göbek kordonuna gelen besinler artık annesinin memesidir ve bâzen vardır bâzen yoktur. işte bu durumda ilk kopuşun yâni cennetten kovulmanın ıstırabını yaşamaya başlayan bebek, iki yıl sonra memeden de kovulur ve bu ikinci kopuşudur. aileye düşmüştür memeden ve nimet ve hayat daha da nazlanmıştır. ilerleyen yıllarda aileden de kopar da cemiyete düşer. bu üçüncü kopuşudur ve dördüncüsü cemiyetten kopuş ve nihâyet sonuncu da dünyadan, hayattan kopuştur.
dört kere kopuş yaşarız ve hayat boyu da dört dehşet ile karşı karşıya kalırız; ölümlü olmak, yalnızlık, özgürlüğe mahkûmiyet, anlamsızlık. bunları da inkâr ile geçer hayat… veya bizim yapacağımız gibi yüzleşerek. serttir, çirkindir, soğuktur ama gerçektir.
dörtlü tasnifi de mukaddimenin ilk cümlesinde bahsettiğim kitapta, ırvin yalom yapar.
çocukluğu cemiyete eklemlenememiş, çok kötü bir okul hayatı geçirmiş, çok kötü mahallelerde yaşamış, disleksi ve hiperaktivitenin eziyeti altında kıvranmış, bol fobili, ekonomik durumu kötü, parçalı aileli bir genç olarak büyürken, kellenizde taşıdığınız alev makinesi sizi uyutmuyor; kavruluyor, yanıyor. benimki de yandı.
şahsen ilk okumalarımı başlattığımda düşünmeye ve düşündükçe lüzumsuz acılarımı lüzumlu acılara evriltmeye başladım. beni psikoloji ve felsefe araştırmalarına yönelten şey kendi acılarım ve kişisel çıkmazlarım oldu. o kıvranışlarım olmasa sanırım hiç ilgilenmezdim. her zaman dibe vuruşu kıymetli gördüm ve felsefenin bana bir şeyler öğretmesi yirmi yıldan uzun zaman aldı. ilk kez, ömrümde ilk kez kendimi güçlü hissediyorum ama bu yol son derece sancılı. aslında sancılı olan şey hayatın kendisi ama rahat ve huzurluca inkâr edip, aristo’nun “sığır yaşamı” dediği şeyin içine girebilenler için hiç sorun yok. yeniyor, içiliyor ve hayat devam ediyor; dertsiz, tasasız ve sorusuz. biz acılı ölümlüler içinse hayat çok çetrefilli. devamlı cinnetin, varoluş sancılarının, anlamın, çıldırışın, teslim olmanın, intiharın kıyısında, okumanın ve düşünmenin kucağında bir yaşamak… bu hâliyle gerçekten çıkmaz gibi görünse de maatteessüf etlimizdeki tek ve en iyi şey bu çakıllı yol.
ilk buhranlarımdan bugünlere kadar aralıklarla takrîben iki yılda bir krizler geldi ve bunları okuyarak, düşünerek, kabuk değiştirerek aştım. hocam, önderim, şeyhim, kılavuzum olmadı. örnek alacağım en yakın kişi beş yüz kilometre ve beş yıl mesafedeydi. saç yoldum, parmak ısırdım… kimse beni anlamadı. yaşamak krizi, en aklı başında adamlar için bile uyduruk bir şımarıklık ve alay edilesi bir boşluktur. bazıları için büyüdür, nazardır, ergenliktir veya hayalperestliktir. kafası azcık daha basan, psikolog tavsiye eder ama çevrem ve çevremin çevresi, acınacak derecede bu mevzûlardan uzaktı. ben de buhranlardan depresyonlara yuvarlanıp durdum… her seferinde yeni bir oluş içinde yeni bir duruş ile hayat bakışımı yeniledim ve bu akış devam ediyor. hiç alkol almadım, hiç uyuşturucu kullanmadım, bir aylık deneme dışında hiç antidepresan kullanmadım, hiç intihara yeltenmedim ve bu yüzleşmenin bedelini ağır ödedim. aslında tek avuntu memem, âşık olmaya meyilli yapım oldu ve aşkın ve şiirin sarhoşluğu sanırım beni çıldırmaktan koruyan şey oldu. sarhoşluk, koruduğu kadar yakıcıdır ve en beter yakış da aşkınkidir. otuz beş yıl sonsuz soru işaretleri, korkular ve şüphelerle geçtikten sonra yeni yeni bir iki emânet gerçeği tutuyorum elimde kayganca. işte bu karanlık yolun içindeki ışıklar da coşku ve ümitle dolu oluyor ve insanı yola bağlayan şey oluyor.
şundan emin olabilirsiniz ki çilesini çekmediğim fikri size ambalajıyla vermeye hiç niyetim yok.
iki şey söyleyeceğim. bunları, sadece bunları öğrenmiş olduğunuzda tüm ömür bunlar hakkında düşünseniz ve bu kitaptan yalnızca bunları öğrenseniz az değildir; tikel ve tümel… bunları ayırabildiğinizde ve üzerinde düşünebildiğinizde “felsefe biliyor musun?” sorusuna rahatlıkla olumlu cevap verebilirsiniz.
tikel, çok örneği olan kusurlu kopyadır. tümel ise fikir, şablon. meselâ bir kitabın metni yazarının bilgisayarındadır. buna tümel diyebilirsiniz. okurunun elindeki kopyaları ise tikelleridir ki hatalı baskı, bozuk, yırtık, sayfaları kopuk veya okunmaz olabilir ama tümeli kusursuz olandır. tüm kopyaları yok etseniz de yazarındaki tümel hâlâ mevcut kalır.
meselâ “insanları anlamak istiyorum,” diyen kişi tikellerin peşindedir ama “insanı anlamak istiyorum,” diyen tümeli kasteder. insanları anlamaya çalışmak pisi, manyağı, câhili, sarhoşu, aptalı ile uğraşmak ve boşuna vakit harcamak demek. insanı anlamak ise en elit hedef olur kanaatimce; öte, âlâ, ulu, pür ve pak.
diyebiliriz ki bir şeyin tikelliği arttıkça değeri düşer. yeniliği arttıkça da tikelliği artar. değerli olan tek tikel târihtir. seviyeli sohbetler de tümeller üzerine yapılan sohbetlerdir. filânca hükümetin adâlet anlayışını tartışmak tikelleri tartışmak iken “adâlet nedir?” üzerine konuşmak seviyeli bir tümel konuşmasıdır.
düşünmek eylemi çok tuhaf ve nâdir olduğu için, şucu/bucu diye yaftalama eğilimi taşıyan okuruma küçücük ricâm, bütün takım taklavatıyla löp diye uyduğum bir felsefe, fikir, ideoloji, mezhep ve partinin bulunmuyor olduğunu fark etmesidir. yoktur.
aslında, atın her şeyi… felsefeyi, şunu bunu… benim için en mühimi, önce bir şey “demek”. evet, diyebilmek mühim mefhum çünkü diyen pek az mürekkep yalamışlarda. görüyorum ki mürekkep yalama arttıkça korkaklık artıyor ve ağızlar mıymıntılaşıyor. iki saatlik tartışma programında kader, evrim, ateizm konularından birisi konuşuluyor ve kırk yıllık hocalar iki saat boyunca, vay ıstılâh mânâsı şu, vay o da olur… bir şey demen için ağzından çıkan sesin negasyonu olması gerekir. yadsımalı yâni bir şeyi ki bir şey demiş ol; değille, reddet. o da olur bu da olur, olur mu? o zaman hiçbir şey olmaz. en fenâsı da “burada hepimiz aynı şeyi, savunuyoruz hocam,” diye çıkan salyalı hırıltılar… bu ne şimdi? herkes aynı düşünüyorsa bir tane bile düşünen yoktur. diyor ki beyzâde, kötü şiir yoktur. yâni bu şâirin acemisi hiç çekilir şey değil doğrusu. saçmalar durur… kötü şiirden çok ne var bu âlemde? yer gök kötü şiir dolu. iyisi azdır asıl. bir de neymiş, yaratılanı yaratan’dan ötürü severmiş! pes! her şeyi seviyormuş yâni… yunus’a değil lafım, yunusçuklara. yaratan bile sevmiyor bazı yarattıklarını; iblis meselâ. ne saçma iştir her şeyi sevmek. nefretini görmek isterim ki sevginin kıymeti olsun. “seni seviyorum,” diyorsun ama sen zâten her şeyi seviyorsun. yâni aslında beni sevmiyorsun. hem ona yürek mi dayanır? dünyada pisi, ahlâksızı, kötülüğü, adâletsizliği, zulmü gırla… sen de tut her şeyi sev! demek dediğim bu işte. ben derim ki tüm âlemden nefret ediyorum ama seni seviyorum. işte bir şey demiş oldum. gerçekten sevmiş oldum.
şunu belirtmeliyim ki bizim bu dünyada us’umuzdan başka hiçbir şeyimiz yok. us’u eleştirenlerin bile bunu us’la yapması, felsefeyi ancak yine felsefe ile eleştirebilmeniz ironiktir. bizde mevcut bulunan veya geliştirilmek üzere bekleyen akıl, bizim sâhip olduğumuz ve belki bizi değerli kılan tek şey olduğundan her şeyi onunla yapmalı, anlayamadığımızı bile yine onun müsâadesi ile söylemeliyiz. aksi takdirde zombi-köle ordusundan başka bir şey kalmaz geriye ki dünyanın genel durumu maalesef budur. aklın kullanımını bilmeyenler onu kötü kullanır ve ancak onlar aklı eleştirir. aklın ne olduğunu bilen için eleştiri hedefi aklın kendisi değil, aklın vardığı hatalı neticeler olmalıdır.
hocazade diyor ki aklı kullanmak câiz değildir. senin çizginden beride olmayana gidiyorsun da “akli delil” dediğin şeyleri veriyorsun. muhatabın düşünüyor, iknâ oluyor. çizgiden içeriye girdiği an mı yasak oluyor allah’ın verdiği zavallı akıl? kolumu, gözümü kullanmak serbest de akıl mı yasak?
aklın üç tavrı var: anlar, çürütür, zayıf kalır. genelde anlayamadığı her şeyi çürük sayan kafa, akıl kullanımı konusunda acemi demektir ve aklı, akıl kullanmaya karşı olanlara kötü gösteren de bu kesimdir. anlayamadığına “anlayamadım,” diyebilen eğitimli akıllar olmak ümidi ile…
henüz ölmediğime ve her şey aktığına göre her kanaatim değişebilir ve yarın aksi söylenebilir. siyasiler için bu durum ölümdür. kırk yıldır aynı olmakla övünürler garip bir şekilde. onlar tutarlı görünmek zorundadır ama düşünen kişi için tam tersidir. ne değişir? düşündüklerim değişir; değişecek olan şey düşünmenin önemi ve aklın lüzumu hakkındaki kanaatim olursa bunamışım demektir. o yüzden özellikle ilk bölümü yâni “us” konusunu sabitlenmiş sayabilirsiniz. diğer beş duruşu da çalkalanmakta görünüz ve çalkalayan olunuz.
bu yapmaya çalıştığım şey, düşüncenin hoş karşılanmadığı bu çağda tehlikeli sayılabilir. nitekim düşünen insanı devlet, kurumsal din, toplum, aile, kapitalizm sevmez ve istemez. uysun ister statüko, sürüye, ananeye, devlete, töreye.
ali şeriati’nin dediği gibi:
“huzurunuzu kaçırmaya geldim.”
*omurga 2.etik 3.estetik acı aforizma ahlak akıl anlam aşk ben bilim cemiyet değişim doğa duygu edebiyat estetik etik evrim felsefe hayat insan kitap mimesis mutluluk nietzsche psikoloji roman sanat sevgi sinema sosyoloji söyleşi sürü tekamül tin us varoluşçuluk zeka çürüme ölüm özgürlük şair şiir şizofren
kanaatiniz nedir?